Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Bedeviyi Tarihe Katan Tebliğ

12 Kasım 2014 Çarşamba Sonpeygamber.info / Yazarlar


Deve göçebeleri kendilerini “Arap” olarak adlandırıyordu. Deve göçebelerinin prestiji nedeniyle Arap terimi hâlâ develere sahip olsa da esasen ticaretle uğraşan ve hurmalıklarla vahaların ürünlerinden de yararlanan yerleşik bedeviler için de kullanılmaya başlanmıştı.

Kimdi bedeviler? Kur’ân’da olumsuz tasvirlerle anlatılıyorlar. Tevbe Suresi’nin 97. ayeti Elmalılı Hamdi’nin tefsirinde şöyle tercüme edilmiş: “Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler; bununla beraber Allah’ın, Resulü’ne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkınlardır. Allah âlimdir, hâkimdir.”

Bedevi kabileleri bazen bir at yarışında hile yapılması gibi sebeple çıkan –atların isimleri olan Dâhis ve Gâbra adıyla meşhur olan- savaşta gerçekleştiği üzere yıllarca sıradan bir sebep yüzünden birbiriyle savaşmışlardır. Bir bedevi hâlâ yaşayan biri mi, hemen karar veremiyoruz. Tevbe Suresi’nde geçtiği haliyle bedevi inkârcı ve münafık kimliğiyle yaşamayı sürdürüyor mu?  Her şey tamamen yolunda gitmediğine göre bedevi metafor düzeyinde olsun aramızda geziniyor olmalı, ama kuşkusuz ne evler eski evler gibi ne de çöller geçmiş zamanın çölleri kadar kendi haline terk edilmiş. Buna karşılık bir bedeviye özgü sayılan kimi nitelikler, soyla sopla övünme, kabilecilik, intikam arzusu, kan davası, namus cinayetleri vs. tarihe gömülmüş değil, içimizde yaşıyor, aramızda dolaşıyor.

Hodgson; Bedevi Arabistan’ını “yarımadanın, örf ve adetlerin hâkim olduğu, deve göçebeliği üzerine kurulu kesimi” olarak tanımlıyor. Bu bölgeler, büyük kayalık ya da kum tepeleriyle çevrili kuru bozkır topraklarıydı. Çöl tarafından kuşatılan çiftçiler ihtiyaç duydukları hayvanları çobanlardan ve hususi ürünleri de uzak diyarlardan sağlıyorlardı. Bu yaşam tarzı evcil develere ihtiyaç duyuyordu.  Zor hayat şartları bedevileri yenilmez savaşçılar olmaya zorluyordu.  Çobanlık ise toplumsal örgütlenmelerinde belirleyici bir nitelik olarak korunuyordu. Sınıfsal tabakalaşmadan ve zenginliğin bir sınıfta toplanmasından söz edilemezdi. Tahsilli yüksek kültürün birçok veçhelerinin eksikliği de kendini duyuruyordu.  Her kabile, hatta her aşiret ya da her aile grubu bağımsızdı. Her grup sıklıkla grubun erkekleri için ölüm kalım anlamına gelebilecek kararlar almak zorundaydı.  Soy üstünlüğü inancının sonuçlarından biri kısasta denklik gözetmemenin olağanlaşmasıydı. Herhangi bir ortak yargı makamının bulunmaması nedeniyle gruplar arası itidal kısasa kısas kan davalarıyla sağlanırdı. “Böyle bir toplum, otoriter siyasal biçimlerini reddetmiş ve bunun yerine, kendisini bireysel yiğitlik ile prestije ve de yakın ailevî grup bağlılıklarına dayandırmıştır” diye yazıyor Hodgson. [1]

Şeref ve namusun özellikle erkeğin duyarlığı açısından tarifi, adını metalaştıran bir yaklaşımın güçlenmesi anlamına geliyordu. Elbette öyle: Yaman savaşçı olmaya yazgılı erkekler kabile çıkarları ve namus davaları uğruna öldükleri ve öldürmeyi göze aldıkları için, koyulan yasalar da “erkek egemen” bir yaklaşımı haizdi.  Beri taraftan Cahiliye dönemi şiirinde kadın yergisinin tuttuğu yer bir hayli ağırlıklıdır. Kadınların mesela kocalarının atlarına gösterdiği ihtimamı kıskanıp eleştirmeleri bir yergi konusuydu. Gündelik hayatın akışı ve savaşta çok önemli bir güç kaynağı olan (soylu) atın selameti, bedevi için çoluk çocuğunun sağ ve selamet içinde bulunmasından daha önemliydi. [2]

Deve göçebeleri kendilerini “Arap” olarak adlandırıyordu. Deve göçebelerinin prestiji nedeniyle Arap terimi hâlâ develere sahip olsa da esasen ticaretle uğraşan ve hurmalıklarla vahaların ürünlerinden de yararlanan yerleşik bedeviler için de kullanılmaya başlanmıştı. Böylelikle yarımadanın egemen nüfusuna Arap, onların Bereketli Hilal’in Aramice’sinden bir nebze farklı olan Sami dilinin bir biçimi olan dillerine de Arapça denilmeye başlandı. Dolayısıyla Kur’ân’da seslenilen “bedevi” isminin gelişen Arap toplumu içinde eski hayat tarzına bağlı kesimler için kullanılması sürdü. [3]

Bedevi kültürü bazen de övünçle atıfta bulunulan nitelikleriyle nevzuhur hevesler tarafından yozlaştırılmamış asli terbiyenin yatağıydı.  Seçkin Mekkeli aileler yeni doğan çocuklarını, çölün sağlıklı havasında büyümeleri ve fasih Arapçayı öğrenmeleri için bedevi kabilelerden bir sütanneye vermeyi önemsiyorlardı. Peygamberimiz de bebekliğinde sütannelikle hayatını kazanan bedevi bir hanıma, Halime’ye teslim edildi, beş yaşına kadar onun bakımı ve terbiyesi altında yaşadı.

Peygamberimiz’in beş yaşına kadar çölde sütanneyle yaşadığı hayat kuşkusuz kişiliğini belirleyen temel bir öneme sahip.  Bu tercih, çocuğun yetişmesinde tabiatla ilişkinin ve fasih dil öğreniminin önemini vurguluyor. Gerçi Kureyş zaten bedevi prensipleriyle örgütlenmişti. Uzun zamandır kuzeyinde yükselip çöküşe geçen büyük tarım uygarlıklarına hiçbir zaman bağlanmadan kendi sistemini sürdüren Bedevi Arabistan’ı, bir putperestlik bölgesiydi. Orada en yaygın din ritüeli, yerel ve kabilevi putlara tapınmaydı.  Fakat bütün belli başlı dinlerin temsilcileri bulunduğu için Hz. Muhammed (sav) Mekke’de tebliğe başladığında kullandığı terimleri birçok Arap anlayabilmişti.

Peygamberimiz Mekke’den itibaren henüz Müslüman olmamış kabilelerle çeşitli anlaşmalar yaparak Müslümanların etrafında, Hamidullah’ın deyişiyle “bir tampon kuvvetler zinciri” oluşturmaya büyük önem vermişti. Medine’ye komşu olan kabilelerin hepsi bu zincire dâhil değildi.

Bununla birlikte putperestliğin en geçerli din olduğu bir havalideydi Mekke. Kabile dayanışması ve onuruna dayalı siyasi yapı, Bedevi usulleri esasında, farklı din ve mezheplere eşit derecede yaklaşan bir dini sistem oluşturmuştu. Mekkelilerin, dinlerinin yerleşik kültür ve dinler içinde kaybolmamasını ancak bu eşit derecede mesafeli sistem yapısıyla garanti altına aldığını dile getiriyor Hodgson. [4]

Düzeni koruyan denge Peygamberimiz için bir imkândı kuşkusuz. Bedeviler arasında hem çok iyi Müslümanlar vardı artık hem de çok zorlu düşmanlar. Çöl hayatının irfana açık yaşantısının sağladığı bir kavrayışla tebliğe yatkın olanları bir yana kimi bedevi toplulukları Kureyş’in oluşturduğu etkili ve başarılı yapının bozulmasının kendileri açısından da bir yıkım, bir yenilgi olduğunu düşünerek vahye tavır aldı. Her türlü anlama dinleme gereğini dışlayarak ezberleri üzerinden davranmak ve tarafgirlik, müşrik bedevilerin ortak bir özelliği olarak öne çıkıyor.  Tabiatın sesleri bir taraftan bir tür bilgece duyarlık kazandırsa da kısmen dışında bulunmakla birlikte tutundukları statükonun değişmesi ihtimali ve bununla gelecek yeni düzen konusundaki kuşkular, müşrik bedevilerin içeriğine bakma gereği bile duymadan vahiy karşısında tavır almalarına sebep oluyordu.  Kendi zamanının akıp gitmesine izin vermeyen, hayatı bir planda donduran topluluk disiplinine fanatik denilecek düzeyde bağlı, bu bağlılıkla ayakta duran bedevi için İslam, cemaate dönük olduğu kadar bireysel sorumluluk da yükleyen bir disiplin öne sürüyordu. 

Beri taraftan farklı kültürleri tanıma ve öğrenmeye mesafeli tutumun savaşçı bedevinin dünyaya ve hayata bakış açısını daralttığı ve sonuç olarak haşin bir mizaca yol açtığı söylenebilir. Karşı karşıya kalınan problemler akıl ve muhakeme yoluyla çözümlenecek yerde öfke ve hiddetle, taşkın hareketler sergilenerek kabul görüyordu.  Kur’ân’da bu tutum “cahiliye taassubu” olarak tanımlanıyor. (El-Feth, 48/26) Asil ve yiğit insana yaraşan davranış biçiminin kendine güven, kabadayılık ve hiçbir otorite tanımama olduğunu anlatır bedevi şairlerin mısraları. Tevazu ise ancak atalarından tevarüs edilmiş bir şerefe sahip olmayan köle ve sığıntı sayılan kişilerin özelliği sayılırdı. [5] Savaş ve barış konusunda kabilenin başı karar veriyor ve diğerleri ona uyuyordu.   Böylelikle bedeviler İslami tebliğin içeriğini anlamayı önemsemeden Medine’de kendi düzenlerini kurmaya çalışan Müslümanlara karşı çeşitli saldırılarda doğrudan veya dolaylı roller üstlendiler.

Peygamberimiz Mekke’den itibaren henüz Müslüman olmamış kabilelerle çeşitli anlaşmalar yaparak Müslümanların etrafında, Hamidullah’ın deyişiyle “bir tampon kuvvetler zinciri” oluşturmaya büyük önem vermişti. Medine’ye komşu olan kabilelerin hepsi bu zincire dâhil değildi.

Medine’de güçlenen Müslümanlar, varlıklarına yönelen her türlü saldırıya destek veren Yahudilerin ardından şerli eylemleriyle önlerini kesen bedevilerle de hesaplaşmadan bu şehirde güven içinde yaşayamayacaklarını biliyorlardı.

7. Hicri yılın Safer ayında, Hayber’den döndükten sonra Peygamberimiz bölgedeki güvenliği sağlamak, Medine’ye yapılacak baskınları önlemek ve tebliğcilerin rahat hareket edebileceği şartları oluşturmak gibi sebeplerle Necid taraflarına polis devriyeleri gibi görevlendirilen müfrezeler göndermeye başladı. Tebliğciler sıradan insanla yüz yüze geliyor ve onları hurafelerle dolu inançlarıyla yüzleşmeye götüren ayetlerle tanıştırıyorlardı. Sabırla sürdürülen tebliğin sonucunda bedevi kabileleri arasında İslam’ın yayılmaya başladığı görülüyor. Çok uzun asırlar boyunca birikerek kemikleşmiş, üyeleri kabile reisinin iradesine bağımlı kılan kuralların çözülmesinin kolay olmadığı çok açık. Binlerce yıldır bağlı oldukları disiplinden koparken daha sahici ve sağlam bir “şeref” düzeyine eriştiklerini fark etmeleri, tebliğin diline çok şey borçlu. Ayetlerin sağladığı bu kavrayış yayıldıkça Kureyş’in bedevi kabileleri üzerindeki etkisi silikleşmeye başladı.  Bu sürecin Mekke’nin fethine zemin hazırladığı söylenebilir.

Bedevilere gönderilen müfrezeler bir taraftan ayetlerle konuşurken diğer taraftan da yolların ve bölgenin güvenliğini sağlayan bir gücün varlığının ifadesi oldular. “Kuru” bir mizaçla tanımlanan bedevinin, tarihin dondurduğu bir alanda, Şeriati’nin hatırlattığı tabiat, tarih, toplum ve kendilik zindanlarından kurtulmak gibi zor bir süreci yaşayarak gerçekleştirdiği özgürleşme, ayetlerle birlikte tecrübe ettiği “muhatap alınma” tecrübesinden bağımsız okunamaz gibi geliyor bana.

 


Dipnotlar:

  1. M. G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, sf. 84-89, İz Yayıncılık, 1993.
  2. Harun Öğmüş “Cahiliye Döneminde Araplar”, sf. 185, 171, İz Yayıncılık, 2013.
  3. Hodgson, a.g.e, sf. 88.
  4. A.g.e., sf.  96.
  5. Harun Öğmüş, age., sf. 144.