Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Hacer: Mısır'ın Kalbinden Dünyanın Kalbine Yolculuk

20 Mayıs 2014 Salı Sonpeygamber.info / Denemeler


Baba ile oğlun imtihanı değildi bu sadece. İbrahim’in itaati, İsmail’in teslimiyeti ile sembolleşirken kurban hadisesi sen onlarla aynı cephedeydin şeytana karşı. Ana, baba, oğul... Önce gönlünüzde taşladınız şeytanı, sonra Mina’da... Biz ise... Sadece Cemerat’ta taş atmayı yeterli mi görüyoruz ne, bir türlü bitmiyor vesveselerimiz.

İbrahim (as)’in eşi, Sare’nin ortağı, İsmail’in annesi olarak tanıttı seni tarih önce. Neler yaşadığını öğrendikçe biz seni Hacer validemiz olarak belledik.

GİDİŞ

Sare’nin kıskanan kadın olmasını anlaşılabilir kıldı kadim tecrübeler bize... Kader ona kıskanan kadın rolünü uygun görmüştü. Ya kıskanılan kadın olmak? Onu da bize sen öğrettin ey Hacer! Kıskanılan kadınların ahlak rehberi oldun; bir başka yanık yüreğin yarasına tuz basmamayı senden öğrendik, nimet verilenlerin ahlakını, senden... Bazen sessizce boyun eğebilmekmiş büyüklük, vazgeçebilmekmiş. İtirazların “ama”ların peşine takılmamalıymış her zaman insan... Senden öğrendik.

O mutlu çiftin arasına girmeyi sen tercih etmediğin gibi gitme kararını da sen vermemiştin. Seni getiren gitmeni diledi, gittin.

Yine biz senin hikâyenden öğrendik bizim için planlar kuranların da aslında büyük planın bir parçası olduğunu. Filistin diyarında çıkan kıtlık, Mısır’a yapılan yolculuk... Hepsi senin içindi belli ki... İbrahim’in önemli bir parçasıydın çünkü... Sensiz olmazdı. İbrahim sen olmadan yarımdı.

İster Burak’la gitmiş ol Mekke’ye, ister deve sırtında, ister yaya... Ayrılığın hüznüne bedduanın lanetini katmadan, ah vah etmeden, İbrahim’in ardı sıra gidişindeki sükûnet bize dahi ne ağır geliyor. Bu sessiz gidişle sağırlaşıyor vaveylaya alışmış kulaklarımız.

O çöl yolculuğunda azığın neydi ey Hacer? İsmail’e şefkatin, İbrahim’e hürmetin, Sare’ye boyun eğişin senin yol heybene hangi azık olarak girmişti? Heybeni şikâyet deliklerinden nasıl korumuştun sahi?

Çöl gecelerindeki ayazdan daha sert miydi senin için kaderin rüzgârı? Kaderine kederlenmeden sürdürdüğün bu yolculukta ilmek ilmek ördüğün sabır şalın mı vardı omzunda? İbrahim’in şefkati, sabrı, tevekkülü, sükûneti ama ille de kararlılığı mıydı sana sekinet veren?

Hangi eşyan vardı mesela yanında? Olmazsa olmaz dediğin, hayatımı bunlarsız sürdürmem imkânsız dediklerin kaç kalemdi? Seni mekâna bağlayan bağlarından çabucak kurtulabildiğin için mi süzülüverdin peşi sıra İbrahim’in? Bugünün “eşya”ya mıhlanmış zihinlerimizle seni anlamak ne zor, ey Hacer!

Hacer terk ediş... Hacer boyun eğiş... Hacer... Hicretin isim kardeşi...

 

VARIŞ

İbrahim’in emanetiydiniz Mekke’ye, görünmeden bilinene bırakılan emanet... İbrahim çölün koynuna emaneti sessizce sakladı, dönüverdi gerisin geri.

Suskunluklarının teslimiyete dönüşmesi için miydi seni bırakana izin verişin... “Bizi kime bırakıyorsun?” diye sorman bir şikâyet değil, bir küskünlük değil, bir isyan hiç değildi... Soruvermiştin öylesine. Aldığın cevap ise ömür sermayen oldu senin: “Rabbime.”   

Bunu duyduğunda yüreğine inen sekinetten bize de bir pay düşürsen ey Hacer! Belki o zaman yatışır kaygılı küçük yüreklerimiz, belki o zaman büyür içimizdeki titrek ışığımız. Korkmayız karanlıklardan.  Biz de senin gibi “tamam öyleyse” deyip azat olabiliriz ten kafesimizden, kim bilir…

Teslim olabilmek için, elde ettiklerini teslim etmeyi, gitme vakti geleni kırmadan, kırılmadan göndermeyi bilmek gerekmiş. Mutluluğu “hiç ayrılmama” üzerine kurgulayanlar İbrahim’in gitmesine izin verişini anlamaya çalışadursun teslim olmadan teselli olunamazmış... Biz senden öğrendik. Belli ki “lâ uhibbul afilin” (“ben batanları sevmem”/en’am, 76) sırrına eren İbrahim’in terbiyesinden geçmekliğin icazetiydi bu.

***

Seni yanından yurdundan uzaklaştıran Sare, evinde rahat yatarken sen adı sanı duyulmamış bu vadide ilk geceni nasıl geçirdin ey Hacer? Bir çatı altında olmadan, tek başına... Hangi düşünceler tırmaladı zihnini, uyuyabildin mi mesela? Yüreğinde kopan fırtınaları dindirmek için adaklar mı adadın, beddualar mı ettin? Yoksa bütün bunların acz ifadesi olduğunu bilip abd olana yakışanı mı yaptın; duaya mı sığındın? İlk olmanın zorluğuna mı uyandın sonra?

Hacer, İbrahim’in emaneti Rabbe... (İbrahim,37)


İbrahim’in emanetiydiniz Mekke’ye, görünmeden bilinene bırakılan emanet... İbrahim çölün koynuna emaneti sessizce sakladı, dönüverdi gerisin geri.

ARAYIŞ

Çaresizlik, acizlik, yalnızlık... Mekke çölünde ardına sığınabileceğin ne çok bahanen vardı ey Hacer! İbrahim’in duası mıydı seni bu denli güçlü kılan? (O halde daha çok dua etmeli değil miyiz birbirimize? Birbirimizi daima emanet etmeli değil miyiz Rabbül âlemine? Kendimizi, birbirimizi ve de henüz görmediklerimizi... Gelecek neslimizi... )

Tükenmeyen umutmuş kurtuluşun reçetesi... Yavrun için, kendin için, varlık için koştururken sağa sola İbrahim’in seni emanet ettiği Rabb’e fiilî iltica halindeydin. İstemenin sadece dudaklarda kalmasından razı olmazmış o Rab, bildin. Zemzem ancak vazgeçmeden arayanlara verilenmiş, gördün.

Sa’y yedi koşu... Nefis yedi mertebe... Her koşu her çaba bir üst mertebeye ulaşmak içinmiş meğer... Böyle okunursa acılar, çaresizlikler; bu kadar ağır gelir mi hayat insana? Sahi sen her gidişinde bir tepeye, semanın bir kapısını mı çalmıştın da arayışın, çırpınışın bittiğinde yedi kat gök değil belki ama yer delinmişti.

Bulmayı umduklarımız bizim aradığımız yerde olmayabilirmiş her zaman. Sen Safa-Merve arasında koşuştururken “Su! Su!” diye, İsmail’inin yanı başında peyda oluvermişti zemzem... İnsan aradığı kadar, yandığı kadar ihsana yaklaşırmış, senden öğrendik.

Hacer, kurtuluş ahlakı tüm kadınlara...

 

TUTUNUŞ

Su varsa hayat var ya... Senin ve yavrunun çırpınışları zemzem olup aktı önce Mekke çölüne sonra ümmetin gönlüne. Kuru toprakların canlanması senin arayışın, direnişinle gerçekleşti. Cennette hayatı başlatmaya ortak olan kadın dünyanın kalbini ihya ediyordu. Şehirlerin anasının (şuara/7) temeli bir ananın eliyle atılmış oldu sayende.

Suya gelen kuşlar hayatı muştuladı sana. “Hay” olan hayat bahşetti o unutulmuş vadiye... Kuşları takip ederek yanına Cürhümlüler gelmişti de hani, senden izin istemişlerdi suyu kullanabilmek için... Sahi ey Hacer, senin dilin Arapça da değildi, nasıl anlaşmıştın o insanlarla?

Suyu kullanmalarına izin verip karşılığında hayatınızı garanti altına alışını; cesur, vakur ve makul bir kadının hayata tutunma becerisi olarak okumalı. Hayatını tamamen başkalarına ipotek edip edilginleşmenin değil inisiyatif almanın ahlakını görmeli sende. Acılar, yokluklar kilitleyemezmiş bir anayı, anlamalı. Tek başına bir medeniyet kurabilirmiş bir kadın, görmeli.

Hacer, selam duruş hayata...

 

TESLİM OLUŞ

Birbiri ardınca geçen günler çoğaldı, yıllara dönüştü. Duruldu mu hayatın? Geçmişe takılıp kalmadan geleceğini kurmaya çalışırken sen, serpilip büyüyen İsmail’inle bir başka planın içinde buluverdiniz kendinizi. Hayatın bir başka merdiveni dikildi önünüze. “Çık ey Hacer!” dedin kendine “dizlerinde sabrın takatiyle çık basamaklardan birer birer.” Çıktın. Evladını, neredeyse tek başına büyüttüğün evladını, kimi derinliksiz bakışların sığ görüşüyle, seni yâd ellere atıp ara sıra himmet eden babası alıp götürürken kurban etmeye, sen anladın da mı itiraz etmedin, edemedin? Evladın emeğin demekti, ömrün demekti; geçmişin, geleceğin, sebebin demekti... Nasıl bir bağ kurmuştun ki yüce makamlarla itirazsız ivazsız gönderiverdin İsmail’ini. Güle oynaya... Şeytan, “ana yüreğidir, merhameti galebe çalar, dikilir her türlü emrin karşısına” diye ümitlendi ama... Ama senin “Hacer” olduğunu unuttu. Vesveseleri ancak zayıf ruhlar üzerinde işe yarıyordu, Hacerlerin değil, bilemedi. Çetin cevizdin vesselam. “Allahın emri apaçık ortadayken bir evladın lafı mı olurmuş!” deyiverdin.

Baba ile oğlun imtihanı değildi bu sadece. İbrahim’in itaati, İsmail’in teslimiyeti ile sembolleşirken kurban hadisesi sen onlarla aynı cephedeydin şeytana karşı. Ana, baba, oğul... Önce gönlünüzde taşladınız şeytanı, sonra Mina’da... Biz ise... Sadece Cemerat’ta taş atmayı yeterli mi görüyoruz ne, bir türlü bitmiyor vesveselerimiz. Evladımızın uykusu bölünmesin diye sabah namaza kaldır(a)mazken, bize emanet edilenleri aşırı sahiplenmekle emanete nasıl da hıyanet ediyoruz ey Hacer! Kendi yüreğimizdeki engelleri aşamayışımızda aramalı eksikliği, dışarıda değil.

Hacer, dik duruş şeytan karşısında...

Sa’y yedi koşu... Nefis yedi mertebe... Her koşu her çaba bir üst mertebeye ulaşmak içinmiş meğer... Böyle okunursa acılar, çaresizlikler; bu kadar ağır gelir mi hayat insana? Sahi sen her gidişinde bir tepeye, semanın bir kapısını mı çalmıştın da arayışın, çırpınışın bittiğinde yedi kat gök değil belki ama yer delinmişti.

DÖNÜŞ

Nasıl başladığı bilinmeyen hayatın yine sessizce noktalandı. Zamanlar boyunca toplumların hafızasına nakşolunacak büyük izler bırakarak. Bu büyüklük en değerli yere, Kâbe’nin koynuna sığdırabildi ancak seni, Hicr’e defnedildin. Aramaya başladığın yer ebedi meskenin oldu.

Ey İbrahim’in yol arkadaşı,

Ey İsmail’in anacığı,

Anacığım,

Bayraklaşan destanınla seni tanıyan her kadının hayat tutamağı oldun. Tanıyamayanların kolu kanadı çabucak kırılıverdi. Sana bakıp da bizi Rabb’e ulaştıracak yolları bulmamak mümkün değil. Ama ne zaman o yola yönelsek hikmetten uzak akıllarımız, idrakten uzak zihinlerimiz takatsiz adımlarımıza çelme takıyor. Yalpalıyoruz. İki ileri bir geri, debelenip duruyoruz.

Kendimizin önüne kendi ellerimizle kendimizi engel dikerken gün gün, seninle daha sık buluşmaya teslimiyetini, tevekkül ve azmini azık kılmaya ne kadar muhtacız.