Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

İlahi Davete İlk Tepki: Şiddet

23 Kasım 2010 Salı Sonpeygamber.info / Yazarlar


Hâlâ gerçeküstü bir görüntü efekti olarak algılıyoruz Bosna’da, Halepçe’de, Filistin’de, Irak’ta, Zimbabve’de, Darfur’da yaşananları.

Bunlardan ikincisini, şiddeti Hollywood filmlerine has bir nitelik olarak gören bugünün insanının anlaması, muhtemelen hiç mümkün olmayacak. Zira modern iletişim gereçlerinin sunduğu tüm imkânlara rağmen, hâlâ gerçeküstü bir görüntü efekti olarak algılıyoruz Bosna’da, Halepçe’de, Filistin’de, Irak’ta, Zimbabve’de, Darfur’da ve dünyanın geri kalanından izole edilerek bir toplu katliam laboratuarına dönüştürülmüş zulüm coğrafyalarında yaşananları.Okuduğumuz tarih, kazananların tarihi. Devlet arşivlerine, vakayünüvislerin kayıtlarına, sultanlara sunulan layihalara, 

hep galiplerin bakışı hâkim olmuş. Bu tek yönlü bakış zaferleri süslerken, tarihin iki önemli yönünün de üstünü sessizce örtmüş: mağlupların yorumu ve dünya tarihinde işlenen şiddetin boyutu.

Oysa tarihin öne çıkmamış tozlu sayfaları hafifçe eşelendiğinde bile, şiddet tüm çıplaklığıyla gösteriyor çirkin yüzünü. Basit bir okumayla bile bugünün sosyologlarının ilan ettiği gerçek ortaya çıkıyor: Şiddet, iktidarın tabii bir uzantısıdır. Güç; kendini tehdit eden, etmeye temayülü olan her türlü oluşuma karşı şiddet uygulamak ister. Şiddet şiddeti doğurduğundan; her mazlum birey ya da nesil de iktidara geldiğinde, şiddeti tensip eder.

Bu illetli hal, İslâm’ın ortaya çıkışıyla birlikte kısa bir süreliğine sekteye uğramışsa da, daha dört halife dönemi nihayetlenmeden Müslüman toplumlara da sirayet etmiştir.

Buruc Suresi’nin 4 ila 9. ayetleri ilginç bir vakıadan bahsetmektedir:

“Çukur ehli lanetlenmiştir. Açtıkları çukur devamlı beslenen ateşle doldurulmuştu. Onlar, çukurun etrafına oturmuşlar, müminlere yaptıkları eziyetleri seyrediyorlardı. Oysa (çukura attıkları) müminlere karşı yerin ve göğün sahibi, Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmeleri dışında bir düşmanlıkları yoktu.”

Bu ayetlerin indiği dönem, Mekke’nin, Hz. Muhammed’in davetiyle çalkalandığı yıllardır. Tek bir tanrıya iman edenler, sayıca azlıklarına ve dünyalık menfaat adına hiçbir şey talep etmemelerine rağmen, Kureyş’in ileri gelenlerinden ciddi baskılar görmeye başlamış; tezyif ve tahkir ile artan bu baskılar, söz konusu ayetlerin indiği dönemde fiziki eziyete dönüşmüştür.                                                                                                                                                                                                                        


Şiddet tarih boyunca hakkı dillendiren tüm kesimlere karşı uygulanmış; ancak her defasında lanetlenmiştir.

Bu ayetlerle Müslümanlara verilen mesajı, iman yolunun zorlu olduğu ve geçmişte bu yolu tercih edenlerin Mekkeli Müslümanlardan daha kapsamlı ve şiddetli bir baskıyla karşılaştığı şeklinde okumak mümkündür. Nitekim gerek başka ayetlerden, gerekse döneme ait rivayetlerden, ashabın Hz. Peygamber’e, baskının ne zaman dineceğine dair sorular sorduğu bilinmektedir.Müfessirlerin beyanına göre, yukarıdaki ayetler, Yemen’de Allah’a inançta sapkınlığa gitmiş eski bir kavmin, Allah’a iman edenlere yaptıkları eziyeti resmetmektedir. O dönemde bizatihi işkence yaşayan bir topluma inen bu ayetlerin, hem Mekke müşriklerine, hem de onların zulmü altında inleyen Müslümanlara, kendi tarihlerinden öte bir atıfta bulunması oldukça dikkate değerdir.

Diğer yandan fitarihte olan bir olayı Mekke müşriklerinin dikkatine çekmekle, söz konusu ayetlerin, esasında tüm insanlığa net bir uyarı yaptığı söylenebilir: Şiddet tarih boyunca hakkı dillendiren tüm kesimlere karşı uygulanmış; ancak her defasında lanetlenmiştir.

Baskının bu evrensel boyutu, tüm aksi yöndeki gayret ve nutuklara rağmen, farklı şekil ve tezahürleriyle günümüze dek gelmiştir. Öyle ki, Max Weber, modern hükümetleri, “şiddetin tekel ve yasal kullanıcıları” olarak tanımlar.

Hâkim unsurun uyguladığı şiddetin gerekçesi kimi zaman dinî, kimi zaman ırkî, kimi zaman da milli veya politik gerekçelerle beslense de, içsel olarak her zaman hâkim tarafın karşı taraftan daha üstün olduğu varsayımına dayanır. Alman filozof Hegel, bu içsel varsayımı, sahip – köle ilişkisiyle anlatır. Ona göre iki bilincin çatışması sonucunda bilinçlerden birinin tamamen yok olması, diğerinin isteyebileceği bir sonuç olmayabilir. Birinin diğerine üstünlük kurması, galip olanın mağlubu, kendi çizdiği yaşam sınırlarına hapsetmesi, esasında her iki tarafın da işine gelmektedir. Ancak zaman içinde bu tür bir ilişkinin iktidar sahibini yozlaştırırken, üretici güç olan köleyi de yenilemesi muhtemeldir. Böyle durumlarda yozlaşan iktidarların baş vurduğu yegane araç, şiddet olmaktadır.

Gerek daha önceki kavimlerin, gerekse Kureyş’in kendi içlerinden çıkan peygambere verdiği tepki de, bu tarz bir iktidar merkezinin verececeği tepkiyle benzeşmektedir. Peygamber’in ve ona inananların dillendirdikleri, tek bir yaratıcı ilahın var olduğu ve peygamberin ondan bir mesaj getirdiği tezi, temel ve genel bir düşünceyi yansıtmakla birlikte, sonuçları itibariyle her türlü kurulu düzeni, özellikle de sahip – köle (iktidar – halk) ilişkisi üzerine oturmuş bir düzeni tehdit etmektedir. Bu durumda iktidar sahiplerinin vereceği tepki, şiddet olmaktadır.


Hz. Muhammed’in mesajına karşı oluşan tahammülsüzlüğünün temelinde, kurulu toplumsal düzenin yıkılacağı ve siyasi-iktisadi menfaatlerinin sarsılacağı korkusu, oldukça belirleyici olmuştur.

Öte yandan sık sık görülen kabileler arası savaşların en sonuncusu, Hz. Muhammed’in gençlik yıllarında son anda kansız bir şekilde önlenmiş ve Hilfu’l-Fudül olarak bilinen sözleşmeyle yeni bir düzen sağlanmıştır. Bu çerçevede geniş ve güçlü bir nüfuza sahip Kureyş kabilesi mensuplarının her biri, din, kültür ve ticaretin bir araya geldiği bu düzenekte bir görev almış; kimi seferlerden, kimi askerî güçten, kimi Kâbe’den, kimi hacıların suyundan ya da yiyeceğinden sorumlu tutularak, kurulu düzeni ayakta tutmaya çalışmaktadır.Kureyş örneğinde, kurulu düzenin hem Mekke’nin refahını garantileyen, hem de kabileler arası hassas dengeleri kollayan bir yapıda olduğunu görmekteyiz. O dönemde Mekke, Arabistan’ın iktidar tanımaz kabilelerinin putlarına adakların adandığı, üstelik bu sapkın ibadetlere Hz. İbrahim’in sünnetinin de alet edildiği bir şehirdir. Bölgenin tüm kutsiyetinin toplandığı bu şehrin yöneticileri; Kabe’nin çekim gücünü, iktidarlarını pekiştirmek için kullanmakta; bunu ilaflar, ittifaklar, panayır ve kültürel etkinliklerin yanısıra yaz ve kış mevsimlerinde düzenlenen kervan seferleriyle de beslemektedirler.

Hz. Muhammed’in mesajına karşı oluşan tahammülsüzlüğünün temelinde, kurulu toplumsal düzenin yıkılacağı ve siyasi-iktisadi menfaatlerinin sarsılacağı korkusu, bu bakımdan oldukça belirleyici olmuştur. Öte yandan Haşimiler arasından bir peygamberin çıkması da, tabii olarak kabileler arası hassas dengeyi alt üst etmiş; Haşimiler içinde bile Hz. Muhammed’e sırf bu dengenin bozulduğunu ima ederek iddiasından vaz geçmesini teklif edenler dahi olmuştur.

Hz. Muhammed’in davetine baskıcı tepkinin üç farklı tarzda yürütüldüğü görülmektedir. Bunları dönemin üç azılı İslâm karşıtının isimleriyle nitelendirmek mümkündür. Bu üç ismin üçünde de, şahsi ve ailevi kıskançlıklar geri planda işlese de, Kureyş’in çıkarlarının ön planda olduğu görülmektedir.

Bunlardan Ebu Cehil, güç ve iktidarın simgesi olarak karşımıza çıkmakta ve baskı unsurunun en önemli kullanıcısı olarak belirmektedir. Rüşvetten ticari baskıya, fiziki eziyetten aşağılamaya kadar her türlü yöntem Ebu Cehil tarafından benimsenmiş; kabileler arası dayanışmayı Hz. Muhammed’e yönelik süikast organizasyonu için bile kullanabilecek bu tepkici liderlik, onu Kureyş’in liderliğine itmiştir.

Ebu Leheb ise, Ebu Cehil’in kabile asabiyeti ve protokolü sebebiyle aşamadığı sınırın ötesinde bir görev üstlenmiş gözükmektedir. Hz. Peygamber’in amcası ve dünürü olması hasebiyle, bir başka ailenin tepkisinden çekinmeden doğrudan Hz. Muhammed’e saldırmak konusunda Mekke’nin diğer önde gelenlerinden daha cüretkâr bir tavır sergilemiştir. Bu konumunu, bizzat Hz. Muhammed’e eziyet için kullanması, Kur’an’da lanetlenmesine sebep olmuştur.

Kureyş’in baskıcı tepkisinin üçüncü yüzü ise Ebu Süfyan’da şekillenmiştir. Haşimilerle ciddi bir rekabet halinde olan Ümeyye ailesinden olmasına rağmen, Ebu Süfyan şiddet konusunda daha çekingen durmuş; İslâm karşıtlığını daha dolaylı yöntemlerle ortaya koymuştur. Kureyş’in baskıcı politikalarında rol alarak, onları belirlemiş ve desteklemiş olmasına rağmen, kimi zaman Hz. Muhammed’in takdirini kazanacak davranışlar sergilemekten de çekinmemiştir. Bedir Savaşı sonrası Kureyş içindeki yükselen rolünü, ustalıkla kullanmış; Mekke’nin Müslümanlarca fethinden sonra bile etkili bir güç olmaya devam etmiştir.

İlahi davete, kurulu düzen ve şahsi çıkar adına düşmanca üç farklı tepki. Şiddet ve baskı, tarihte hep olageldiği gibi bu sefer de zalimin sonunu hazırlamıştır.