Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

İslam'ın Irkçılığa Bakışı

2 Mart 2015 Pazartesi Dosyalar / Irkçılık


"Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!”

Kur’ân’ın insanlığa en büyük ve en asil katkılarından biri de getirmiş olduğu "Evrensel Kardeşlik" ilkesidir. Kur’ân, insanlığın evrensel kardeşliğinin temelini atarak her türlü ırk ve renk ayrımını, hatta insanların birliği ve dayanışmasını engelleyen coğrafi engelleri kaldırmayı hedefleyen bir kitaptır.

Başlangıçta, insanlık tek bir aileydi. İnsanlar çoğaldıkça yeryüzünün değişik bölgelerine dağıldılar ve aralarında farklılıklar doğdu. (Bakara, 2/213; Yunus, 10/19) Kur’ân, insanlara, kendilerinin ve ana-babalarının yaratıcısının tek Allah olduğunu ilan etti. Dolayısıyla, insanlar ve milletler arasında ayrım yapmak için hiçbir sebep olmadığını bildirdi. (Nisa, 4/1)

Allah hiçbir ırkı köle, diğer ırkı ise efendi olarak yaratmamıştır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sınıflı, imtiyazlı bir toplum veya milletten bahsedildiğine dair en küçük bir eser yoktur. İslam inancında, maddi veya manevi derecesi ne olursa olsun hiçbir insan, ırk, renk, cinsiyet, millet veya yaşadığı coğrafya sebebiyle, kendini üstün görme ve diğer insanları aşağılama hakkına sahip değildir.

Hiç şüphesiz insanın şeref ve haysiyetine zarar veren hususlardan biri de ırkçılıktır. Irkçılık, belli bir ırkın doğal üstünlüğünü savunan teori ve görüştür. Irkçılık, kendi kavminden, kabilesinden olanlara ayrıcalık tanımak, onları daha üstün görmek, diğer insanlara adaletsizlik etmek, başkalarını küçük ve değersiz görmektir. Irkçılık, toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması, bir ırkın üstünlüğünü iddia ederek diğer ırkları aşağı görmesi yüzünden İslam tarafından kesin biçimde yasaklanmıştır.

İnsanların farklı ırk ve renklerde yaratılmaları, birinin üstün, diğerinin aşağı mertebede olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine, yaratılışın bu çeşitliliği, Allah’ın yüceliği ve birliği için birer ayet, belge ve hidayet kaynağıdır: "O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum, 30/22) Bu ayet, insanların bir kökten geldiklerini ama biyolojik ve kültürel yönden farklılıklara sahip olduklarını ifade etmektedir. Bu durum ayette, ilahî bir taksimat ve Yüce Allah’ın varlık, birlik ve kudretini ortaya koyan bir belge ve delil olarak takdim edilmektedir. Akıl sahipleri, ayette konu edilen bu farklılıkların ilahî bir rahmet ve hidayet olduğunu düşünür ve öyle inanırlar. Bu niteliğe sahip olmayanlar ise, Allah’ın taksimatına razı olmayıp ırk, renk ve millet üstünlüğü iddiasıyla konuşup dururlar. Ayette değinilen bu olgu, ilim, fikir ve sanat hayatının geliştirilmesinde etkili olmakta hatta medeniyetlerin temelinde bu farklılıkların yattığı bilinmektedir. (Kur'ân Yolu, IV, 281-286)

Hz. Peygamber de cahilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Peygamberimiz, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında, Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin de beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva yani Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıkla olabileceğini ilan etmiştir. Hz. Peygamber, Mekke'nin fethinde, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada, insanların ırk veya atalarını yüceltmelerine dair şunları söylemiştir: "Sizden cahiliye ayıplarını ve kibrini gideren Allah'a hamd olsun. Ey insanlar! Tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır. Bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkâr ve isyankâr olanlardır. Bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Âdem’in çocuklarıdır; Allah Âdem’i de topraktan yaratmıştır."
Peygamberimiz, "Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Herkes atalarıyla övünmekten vazgeçsin…" (Tirmizi, Tefsir, Hucurat suresi) buyurarak insanlar arası kardeşlik bağlarını vurgulamıştır. Başka bir hadiste de "Allah Teâlâ kıyamet günü sizin soyunuzu sopunuzu sormayacaktır. Şüphesiz ki O'nun nazarında en üstününüz, kötülüklerden en çok sakınanınızdır" demektedir. (Müslim, Birr, 34)

Irkçılık, cehalet ve taassuba dayalı göz ve gönülleri kör eden manevi bir hastalıktır. Bu hastalığın boyutunu tarihte yaşanmış bir olayla örneklendirelim: Kabile taassubuna sıkı sıkıya bağlı Talha en-Nemeri isimli birisi, Yemame şehrine gelip peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan kendi kabilesine mensup Müseylimetü’l-Kezzab ile konuştuktan sonra şöyle der: "Şehadet ederim ki sen hiç şüphesiz yalancısın, Muhammed ise doğru söylemektedir. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı, bana, Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha sevimli gelmektedir." (Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, s. 184) Burada ifade edilmek istenen şudur: Bizim kabileye mensup olan kişi, haksız da olsa yalan da söylese, başka kabilelerin haklı olanından ve doğru söyleyeninden daha iyidir. Nitekim bu kişi, Peygamberimiz’in doğru söylediğini bildiği hâlde, ırk ve kabile taassubuyla davranmış ve mutlak hakikati inkâr etmiştir.

Bu anlayış, bağnazlık ve gericiliğin tipik bir tezahürüdür. Mehmet Akif, Kınalızade Ali Efendi’den şu alıntıyı yapar: "İnsan, peygamber soyundan dahi olsa, asalet davasıyla ortaya çıkmamalıdır. Zira bu davayı ispat edebildiği takdirde bir şey kazanamayacak; çünkü bütün şan ve şeref, muhterem ceddine ait olup kendi yabancı mevkiinde kalacaktır. Asaletini ispat edemediği takdirde ise, yalancı olup çıkacaktır."
Konuyla ilgili bir başka örnek: Şah-ı Nakşibend’e, "Silsile-i nesebiniz nereye varır?" diye sormuşlar. O değerli insan, "Silsile-i nesebiyle kimse bir yere varamaz" cevabını vermiştir. (Şengüler, Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, IX, 61) İslam; kavmiyetçilik, cinsiyetçilik gibi, insanları birbirinden uzaklaştıran, nefret ettiren hususları ortadan kaldırıp, Müslümanları tek bir millet yapmıştır. İslam’ın bu gerçeklerinden habersiz olan bazılarının kalkıp aynı ülkede yaşayan Müslümanları kavmiyetçilik hissiyle parçalamaya hakları yoktur. İslam’da ırkçılık, kavmiyetçilik olmadığı hâlde Müslümanlar, kavmiyetçiliğe sarılırsa din kardeşliği ortadan kalkar ve İslam toplumunun birliği parçalanır.

Hz. Peygamber, “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir” (Müslim, İmare, 53) buyurarak böyle bir ırkçılığın din tarafından uygun görülmediğini ifade etmiştir.

Irkçılık, İslam dışı inanç ve değerler toplamı olan cahiliyenin temel esaslarından biridir. Hâlbuki Kur’ân’a göre, insanların köklere, kabilelere ayrılmasının sebebi; tanışmaları içindir; yoksa atalarla öğünmek için değildir. Kur’ân, milletleri birbirine düşman ettiği ve yıktığı için ırkçılık davasını şiddetle reddetmiştir. Kur’ân’a göre insanlık âlemi, değişik topluluk ve kabilelerden müteşekkil olarak yaratılmıştır.

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız O’na karşı derin bir sorumluluk bilincini taşıyanınızdır." (Hucurat, 49/13) Kur'ân bu ayetiyle ırkların veya toplumların üstünlüğünü değil, bütün insanlığın kardeşliğini vurgulamaktadır. Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari, bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal el-Habeşi’ye: "Kara kadının oğlu" demiş. Hz. Peygamber bunu duyunca, "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ cahiliye ahlakı var" diyerek ikazda bulunmuştur. Yaptıklarına son derece üzülen ve pişman olan Ebu Zer, yanağını yere koyarak, "Bilal ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım" demiş ve özür dilemiştir. (Buhari, İman, 22)

"İnsan, peygamber soyundan dahi olsa, asalet davasıyla ortaya çıkmamalıdır. Zira bu davayı ispat edebildiği takdirde bir şey kazanamayacak; çünkü bütün şan ve şeref, muhterem ceddine ait olup kendi yabancı mevkiinde kalacaktır. Asaletini ispat edemediği takdirde ise, yalancı olup çıkacaktır."

Sahabeden Sa’d b. Ebi Vakkas ile Selman arasında bir sorun ortaya çıkar. Sa’d b. Ebi Vakkas, Selman-ı Farisi (ra)’nin de bulunduğu bir ortamda herkesten soylarını saymalarını ister. Orada bulunanlar, kimin soyundan geldiklerini uzunca anlattıktan sonra sıra Selman-ı Farisi (ra)’ye gelir ve o, kendisini soyu yönüyle zor durumda bırakmaya çalışanlara şu eşsiz cevabı verir: "Benim soyumu mu bilmek istiyorsunuz. Rabbim bana İslam nimetini nasip etti. O yüzden ben İslam’ın oğlu Selman’ım." Selman’a yapılanları duyunca üzülen ve öfkelenen Hz. Ömer çıkagelir ve tüm insanlığa şu mesajı verir: "Kureyş’in çok iyi bildiği üzere babam Hattab, Cahiliye Dönemi'nin en seçkin insanlarından biriydi. Ama artık beni, babamın adıyla anmayın. Çünkü ben de İslam’ın oğlu Selman’ın kardeşi İslam’ın oğlu Ömer’im." (Beyhaki, Şuabu’l-İman, IV, 286-287) Bu nitelikteki bir anlayışı, yüksek dereceli ahlaki erdemliliği, hangi din, ideoloji ve felsefi disiplinde veya mensubunda görebiliriz? Bu seviyede bir kardeşlik ve birliktelik şuurunu kim veya ne verebilir? Sorulması gereken soru şudur: Günümüz Müslümanlarının kaçta kaçında bu bilinç ve anlayıştan eser var?

Bir ırkçı Arap, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup kardeşçe sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek şöyle der: "Evs ile Hazrec Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?"
Muaz bin Cebel, bu beklenmedik değerlendirme üzerine oturduğu yerden kalkarak adamın yakasını tutar ve şöyle der: "Seni Rasûlullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz." Hz. Muaz, adamı alıp doğruca Peygamberimiz’in mescidine götürür ve bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar: "Ya Rasûlullah, bu ırkçı Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek onların Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti. Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?"
Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasûlullah (sav)’ın yüzünde derin bir üzüntü meydana geldiği görülür. Irklar arasında ayrım yapan insanlara şöyle uyarıda bulunur: "Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!” Bu durumda ne yapacağını bilmeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar: "Ya Rasûlullah, öyle ise aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı ne yapayım?” Efendimiz, bu soruya pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Bu ırkçı adama ne der biliyor musunuz? "Da’hu ilennar!" Yani "Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!" (el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, XII, 47)

Sonuç olarak, insanlara yönelik ilişkilerimizin hepsinde, kendimizi karşıdakinin yerine koyma veya onu kendimiz gibi görme söz konusu olmalıdır. Bu kural, adaletli olmak dediğimiz normal seviyedeki Müslümanlık ölçüsüdür. Bunun üstündeki seviye ise, "isar" yani kardeşini kendisine tercih etme seviyesidir. Bu ilke ise, insan onuruna gösterilebilecek saygıyı ifade eden en üst derecelerden biridir. Bu kural, aynı zamanda iyi bir insan ve iyi Müslüman olmanın da temel göstergesidir.