Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Osmanlılarda Peygamber Sevgisi

23 Aralık 2009 Çarşamba Sonpeygamber.info / Röportajlar

İslam ve Hz. Peygamber sevgisi, padişahtan padişaha değişen, münferit bir biçimde değil, yerleşmiş bir gelenek ve kapsamlı bir sistem halinde Osmanlı’nın idealine, merkezine yerleşmiş durumdaydı.

 

Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Mehmet İpşirli "Osmanlılar ve Peygamber sevgisi" konusundaki sorularımızı cevaplandırdı. Sistematik değerlendirmelerinin yanı sıra İpşirli'nin aktardığı bazı tarihî hadiseler de oldukça dikkat çekiciydi.

ImageOsmanlı padişahlarının Hz. Peygamber'e ve O'nun emanetlerine olan yaklaşımları nasıldı?

Öncelikle genel bir tespitle başlamak gerekirse Osmanlılar ve İslamiyet arasındaki bağdan söz etmek uygun olacaktır. Araştırmalara dayalı yerleşmiş olan bir kanaate göre -ki bunu zaman zaman Batılı oryantalistler de de dile getiriyorlar- Dört Halife'den sonra İslamiyet'e en saygılı, İslamî kurallara en bağlı hanedanın Osmanlı hanedanı olduğu sıklıkla dile getirilir. Gerçekten uygulamaya da bakıldığı zaman, belki padişahların pek çok şahsi kusurları, ihmalkârlıkları vardır ama İslamiyet, özellikle de Hz. Peygamber denildiği zaman son derece saygılı oldukları, aşırı bir muhabbet içinde oldukları ve suni değil, içten gelen bir muhabbet içinde oldukları görülüyor. Bu, elbette almış oldukları eğitimin, topluma mal olmuş değerlerin bir yansımasıdır. Bu konuda en güzel tespiti, hâlihazırda yaşayan en büyük müsteşrik olan İngiliz Osmanlı tarihçisi Bernard Lewis yapmaktadır. Lewis, "Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki adeta kendi varlığını İslam'la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, memalik-i İslamiye'ydi, hükümdarının adı padişah-ı İslam'dı, ordusunun adı asakir-i İslam'dı, din adamının adı şeyhülislamdı" diyerek uzun bir liste veriyor. Bu da gösteriyor ki Osmanlı ile İslam, samimi bir şekilde özdeşleştirmiştir.

Kısacası entegre bir sistemden bahsetmek gerekiyor bu noktada. Yani İslam ve Hz. Peygamber sevgisiHz. peygamber sevgisi, padişahtan padişaha değişen, münferit bir biçimde değil, yerleşmiş bir gelenek ve kapsamlı bir sistem halinde Osmanlı'nın idealine, merkezine yerleşmiş durumdaydı.

Şüphesiz ki böyle şeyler menkıbedir, olup olmadığının tespiti mümkün değildir. Ama sosyolojik açıdan böyle şeylerin önemi var. Topluma mal olmuş bu tip menkıbeler üzerinden toplumdaki genel anlayışları gözlemleyebiliriz.

 

Kutsal Emanetler bu konuda nasıl bir etkide bulunmuştur acaba?

Kutsal emanetler, başlı başına bir inceleme konusudur bu noktada. Biz kutsal emanetlerin, üç-beş taneden ibaret olduğunu zannediyoruz ama Topkapı Sarayı'nda 500'e yakın kutsal emanetin olduğu biliniyor. Ne yazık ki bunların çok büyük bir kısmı depolarda muhafaza ediliyor ve depoda bulunmaları, onların bir şekilde yıpranmaya, eskimeye terk edilmesi anlamına geliyor.

Bu emanetlere gösterilen saygı çok önemli bu noktada. Hırka-i Şerif dairesinin belli zamanlarda büyük bir saygıyla açılıp ziyaret edilmesi, seferlere giderken Sancak-ı Şerif'in büyük bir itinayla çıkarılıp götürülmesi gibi örneklerde bunu görebiliyoruz.

Şüphesiz ki böyle şeyler menkıbedir, olup olmadığının tespiti mümkün değildir. Ama sosyolojik açıdan böyle şeylerin önemi var. Topluma mal olmuş bu tip menkıbeler üzerinden toplumdaki genel anlayışları gözlemleyebiliriz.

Elbette biz bir tarihsel kırılma yaşadık. Fakat Peygamber sevgisinin devletle, siyasetle, hanedanla alakası yoktur. Bu bir insani ihtiyaçtır. Dolayısıyla bu sevgi, bir süre sonra tabii mecrasına dönmüştür bizde de.

 

Peygamber sevgisinin sanatsal tezahürlerinden söz edebilir miyiz?

Peygamber sevgisinin en güzel terennümlerini ise şiirlerde görebiliyoruz. Gerek Osmanlı sultanlarının gerekse de Osmanlı şairlerinin şiirlerinde Hz. Peygamber sevgisi, önemli bir boyutta yansımıştır. Özellikle bazı divan şairleri bu konuda çok maharetlidir. Bunlardan birisi de Nabi'dir. Meşhur beytinde şöyle der Nabi;

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüda'dır bu

Nazargâh-ı ilahidir makam-ı Mustafa'dır bu

[Şiirin tamamını okumak için tıklayın]

Bu beytin hikâyesini de kısaca şöyle nakledelim. Nabi, Urfalıdır ve Urfa gibi bir taşra şehrinde Nabi gibi bir şairin yetişmiş olması da çok önemlidir. Yirmili yaşlarında İstanbul'a divanıyla birlikte gelen Nabi, Musahip Mustafa Paşa'nın himayesine girer ve onun divan kâtipliğini yapar. Sonra bir gün Musahip Mustafa Paşa, Nabi'ye birlikte hacca gideceklerini söyler. O dönemde hacca gitmek çok zor. O dönem için hac, ancak çok varlıklı kişilerin yapabildiği bir ibadet. Nabi, bu müjdeyi alınca çok sevinir. Bir şekilde hac için hazırlıklar yapılır. Büyük develerin iki tarafına hasırdan yapılmış sepetler konulur ve oralara oturularak seyahat edilirdi o dönemde. Nabi ve Musahip Mustafa Paşa da aynı devenin iki tarafına oturarak seyahat ederler hac yolunda. Medine'ye yaklaştıklarında Nabi, Ravza-i Mutahhara'nın minarelerini uzaktan görür ve paşaya bunu haber vermek için baktığında paşanın, ayağını Medine tarafına uzatarak uyuduğunu fark eder. İşte bunun üzerine de bu şiiri irticalen söyleyerek paşayı uyarır.

ImageMuhammediye ve Mevlid gibi eserleri bu perspektifte nereye oturtmamız gerekiyor?

Mevlid, artık toplumumuza mal olmuş, ortak bir değerimiz. Bugün de tüm canlılığıyla okunup seviliyor. Fakat bu noktada bu kitapların okunmasından ziyade dinlemek ve dinlettirilmek suretiyle halka ulaştırılması da çok önemli... Çünkü bizim toplumumuz çok fazla okuma kültürüne sahip olmasa da ciddi bir dinleme kültürüne sahiptir. Belki insanlar, okumaya çok fazla fırsat bulamıyorlardı ama bu tip kitaplar okunduğu zaman can kulağıyla dinliyorlardı. Peki, neleri dinliyorlardı? Osmanlı toplumunda yerleşikleşmiş, kristalleşmiş birtakım değerli kitaplar vardı ve bunları dinliyorlardı. Mevlid, Muhammediye, Ahmediye, Kara Davud, Müzekki'n-nüfus gibi eserler bunlardan bazılarıdır. Hz. Peygamber sevgisi ise bu eserlerin odak noktasıydı.

Peki, Osmanlılardaki Hz. Peygamber'e olan bu bağlılık, sevgi, saygı günümüze ne derecede aksetmiştir?

Elbette biz bir tarihsel kırılma yaşadık. Fakat Peygamber sevgisinin devletle, siyasetle, hanedanla alakası yoktur. Bu bir insani ihtiyaçtır. Dolayısıyla bu sevgi, bir süre sonra tabii mecrasına dönmüştür bizde de. Günümüzde de bu açıdan çok güzel faaliyetlerde bulunuluyor, çok güzel kitaplar yazılıyor Hz. Peygamber'le alakalı. Bugün Türkiye'de 25'e yakın ilahiyat fakültesi var. Bu fakültelerde kelam, hadis, İslam tarihi kürsüleri var. Buralarda çok güzel tezler yapılıyor. Bunun yanı sıra Hz. Peygamber'i tasvir eden çok güzel şemail kitapları yazılıyor. Kısacası bizim Türkiye'de şu anda geldiğimiz konum, gıpta edilecek seviyede. Evet, bir budama yaşandı ama şu anda ciddi bir canlanma, tazelenme var. Rasulullah'la ilgili binlerce araştırma, tez yapıldığı görülüyor. O'nunla alakalı hemen hemen her konu araştırılıyor günümüzde. O'nun davet mektupları, gündelik hayatı, ailesiyle ilişkileri gibi çeşitli yönleri hakkında binlerce tez yapıldı şu ana kadar. O yüzden bu konuda Türkiye'nin günümüzdeki konumu, başka ülkelerle mukayese edecek olursak oldukça iyi durumdadır.

Peygamber sevgisinde bir azalmanın olamayacağı kesindir ama O'na bağlılık noktasında çeşitli problemler yaşanmıyor mu?

Elbette ki yaşanıyor, yaşanmamasına imkan yok. Öncelikle istesek de, istemesek de Batı kültürü, anafor gibi kendine çekiyor bizi. Korkunç bir etkileşim söz konusu bu noktada. Bu etkileşim gündelik hayatta da, eğitim hayatında da, kültürel hayatta da görülüyor. Dolayısıyla Türkiye'deki bu İslami canlanma, adeta suyun tersine akıtılması kadar zor bir iştir. Hem içerde yaşanan bir kırılma var hem de dışarıdan gelen dayanılması çok güç bir etki söz konusu. Buna diğer İslam ülkeleri de dayanamıyor. Hatta onlardaki kırılma çok daha derin boyutlarda. Belki bundan sonra İslam dünyası da kendini yavaş yavaş toparlayacaktır. Çünkü Batılı değerlerin de nihai değerler olmadığı, onun da çok kusurlarının, eksiklerinin olduğu anlaşıldı.