Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Peygamberane Bir Ses İhtiyacı

26 Nisan 2010 Pazartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar


I

Uzaktan gelen bir müjdeci, bir uyarıcı, çağımız sanatını yeniden kuşatıyor; özellikle sinemada bu belirgin. Avatar, gizemli, masumiyetin zaferini müjdeleyecek bir kahramana özlemi yansıtan son yapım. Gelgelelim amaç öylesine araçsallaştırılmıştır ki popüler kültür tarafından, özlenilen peygamberane ses yükseldiğinde büyük ihtimalle duyulmak istenmeyecek; Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'de irdelediği gibi. Belki de peygamberane sesi duymaya o kadar hazır değil çağrıcılar. Bir a'raf toplumu, içinde yaşadığımız; seyirciliğe alıştırılmış, tembel, güçsüz, korkak, sinik.

Şu eğilim baskın görünüyor haliyle: İnancım olsun, ama hayatıma dokunmasın. İnanan insanlar olsun, hatta mutlaka olsun, toplumsal yumuşaklığın, dürüstlüğün, hakkaniyet anlayışının, şefkat ve merhametin korunması adına. Ama sadece bir koruyucu inanç çerçevesi içinde yer alsınlar, zihinsel ve fiziki konforları sarsacak tek bir kelime etmeden. 

Biri bir din getirsin, tartışmaya mahal olmayacak doğrulukta, sahicilikte, hakikati varlığında ışıldayan bir inançla gelsin. Peki, sen böyle ‘kutlu' bir gelişi haketmek adına ne yapıyorsun?

Reha Erdem'in yenilerde vizyona giren filmi Kozmos'da da peygamberane bir ses ihtiyacı dile geliyor. "Bir gün küçük dünyamıza bir tuhaf adam gelir. Bir bardak su ister gibi "aşk istiyorum" der. Gözümüzün içine bakarak, tenimize dokunarak yaralarımızı iyi eder."

Peygamberî konuşma, evvela dürüstçe görmeyi yani hem anlatılmaz acılara yol açan gayrimeşru otoritenin dünyamızı nasıl yapılandırdığını hem de dünyanın imtiyazlı kesiminde yaşayan bizlerin o acılarda nasıl dahlinin olduğunu dürüstçe görmeyi gerektirir.

II


Kosmos, inançsızlığa ağlıyor, diye düşünen bir yönetmendir Erdem. Son filmi Kozmos, Teo Angelopolos'un Ağlayan Çayır'ını hatırlatıyor. Bir yurt arayışı içinde yola düşmüşken şefkatli bir kucak bulamayan mülteci modernizmin evsizliğini sadece gaybî planda değil fiziki olarak da yaşayan kişiliktir. Tabiata kulak vermeyi unutan insan, hemcinsinin gözyaşlarını da umursamaz oldu. Kalbe (ruha) dokunan bir ses, baş ağrınıza dokunan şefkatli bir el... Umut işte oradadır Erdem'e göre, hayatımızdaki eksiklik, karşımızdakinin başının ağrısını geçirmeyi istemek, derdine ortak olmak, elini tutmak... İyi de, zaten vücuduna yabancılaşmış bir insan nasıl kendinin farkında olur, nasıl aşk yaşar, diğerkâmlığın yüceliğini tanır, ötekinin acı çeken yüzünün farkına varır... 

Filmini bir inanç filmi, daha doğrusu bir inançsızlığa ağlama filmi olarak tasarlamış Erdem. Her boyutuyla inançsızlık, bir insanın başka bir insana inanmasından Allah'a inanmaya kadar...  Bir büyük koşturmaca içinde dünya meşgalelerine gömülen insanların "Allah büyüktür" diye yükselen ezan sesiyle bir an durup düşünme imkânına sahip olması yönetmene çok önemli gelir. "Öyle bir şey olmalı diyorum. Bu takır tukur takır tukur dünyada iyi anlamlı bir ezan sesi gibi..." (Tuğba Tekerek söyleşisi, Taraf, 11.04.2010.) 

Bu ilgi (ve ihtimam) eksikliğini galiba artık daha çok sinemacılar dile getiriyor. Doğadan öğrenmenin eksikliğine değiniyordu Semih Kaplanoğlu bir söyleşisinde. Çocuklarımıza kuzu sevmeyi, kedilerle uyumayı, kuşların cıvıltılarından anlamlar çıkarmayı, bir atın üzerinde doludizgin gidebilmeyi, bir ineğin memesinden süt sağmayı mümkün kılan ortamları sunamıyoruz. Onları kunduracı çırağı ya da sokakta simit satıcısı olarak düşünmek istemiyoruz. Korumacı tutumların sağladığı asgari imkân, çocuğu evin iç odalarından birinde bir bilgisayarla geçirilen saatlerle sınırlamak anlamına geliyor neticede, dilediğimiz tam olarak bu olmasa da.

 

Son Peygamber görevini yerine getirdi, fakat tarihin yapılanması devam ediyor. İnsan bir başına tabiatı ve varlığı anlama çabasını sürdürmekle mükellef tutuldu, son vahiyin ardından. Vahyin aydınlığında bir şeyleri yeniden anlayacak, yorumlayacak ve değiştirecek.

III

Peki, gazetecilik gibi bilginin-haberin-hadisenin hızla tüketildiği bir sektörde okuyucunun ilgi ve ihtimam gibi ihtiyaçlarına cevap verebilecek "peygamberane bir ses"i algılamak mümkün olabilir mi?

Robert Jensen gazetecilik alanında böyle bir sese duyulan ihtiyacı dile getiriyor öncelikle, "Gazeteciliğin Çöküşü-Çöküş Gazeteciliği" başlıklı yazısında. Peygamberane ses sahici peygamberlik iddiası veya kâhinlikle ilgili değildir. Yazarın deyişiyle: "Peygamberî olanı, adaletsizliği yüksek sesle dile getirmek, güçlünün suistimallerine karşı koyma istekliliği ama aynı zamanda suç ortaklığımızı kabul ve itiraf olarak anlamalıyız. Peygamberî konuşma, evvela dürüstçe görmeyi yani hem anlatılmaz acılara yol açan gayrimeşru otoritenin dünyamızı nasıl yapılandırdığını hem de dünyanın imtiyazlı kesiminde yaşayan bizlerin o acılarda nasıl dahlinin olduğunu dürüstçe görmeyi gerektirir."

Gazetecilik diline hâkim olan sonsuz ilerleme ve sürekli genişleme anlatısı olarak tanımlanabilecek hikâyenin uğradığı çöküntü, başka bir hikâyeye (sese) duyulan ihtiyacı da öne çıkartıyor yazara göre. (Dünya Bülteni, 9 Nisan 2010,  Çeviren Ertuğrul Aydın)

Bir yerlerde çimenler ağlıyor çünkü, bir yerlerde insanlar evlerini terk ederek dağlara sığınıyor, bir yerlerde gücü şiddet uygulamada sınır tanımamakla bir tutan zalimler, tehcire tabi tutuyor sahip olmak, yüksek duvarlarla çevirerek sonsuzca elinde tutmak istedikleri vadilerin sakinlerini...

Ses, sese karşıdır elbette. Medya dili gerçeği sadece bir ucuyla göstermeyi iş edinmiş, bütünü görmek ise okuyucunun çabasına kalmıştır. Başka türlü bir bakışı yansıtmanın mümkün olabileceği boş bir tuvaldir sinema sahnesi. Yürek neyi görüyor, yoksa görmüyor mu, gördüğünü üsturuplu bir şekilde niye gösteremesin... Peygamberane sesi duyma arzusu yapay seslerin duyum kirlenmesine yol açtığı mekânlarımız  tarafından örtbas ediliyor evvela. Çağrıcılar ola ki anlama çabasını ya horgörüyor, ya da böyle bir çabaya güç yetiremeyecek kadar zayıf düşmüş.

Ne peygamberane ses eksiktir ne de kaynağı. Din tamamlanmış, hayatsal ve zihinsel okuma ve yaşama çabalarına emanet edilmiştir. Son Peygamber görevini yerine getirdi, fakat tarihin yapılanması devam ediyor. İnsan bir başına tabiatı ve varlığı anlama çabasını sürdürmekle mükellef tutuldu, son vahiyin ardından. Vahyin aydınlığında bir şeyleri yeniden anlayacak, yorumlayacak ve değiştirecek. Peygamberane ses, işte böyle bir anlama çabasında mündemiç.