Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Sınırlarda Gelişen Sinema

9 Mayıs 2013 Perşembe Akademik / Siyer Atölyesi

"İslam terör, savaş ve öfke dini diye diye tanımlanıyor ve bu İslam'a karşı sürdürülen bir haksızlık. Bunun asıl sorumlusu da biziz, İslam Dünyası'dır. Batı'ya dinimizi tanıtamadık. Düşman da bu durumda elbet düşmanlığını yapacaktır. İslam'a karşı Batı merkezli savaşlar ve öne sürülen Hz.Muhammed imajları karşısında bu filmi yapmayı bir görev olarak gördüm."
Sanki önce Cennetin Çocukları, ardından da Tanrı'nın Rengi filmlerini bu büyük yapımına hazırlık olsun diye gerçekleştirdi, Mecid Mecidi. Dört yıldır, Hz. Peygamber'in çocukluğu ve ilk gençliğini konu alan, bir yıl sonra gösterime girecek filmi üzerine çalışıyor. Bir üçlünün ilki olan filmde peygamberimizin siması görünmeyecek. Buna karşılık belli bir etkinin uyandırılması konusunda çok farklı yollara başvurmuş Mecidi, mesela ışık alanında ustalığıyla tanınan İtalyan görüntü yönetmeni Vittorio Storaro ile çalışmak istemiş.
 
Herhangi bir filme göre olağanüstü özen isteyen bir konuyu sinemaya aktarma amacını şöyle açıklıyor usta yönetmen: "İslam terör, savaş ve öfke dini diye diye tanımlanıyor ve bu İslam'a karşı sürdürülen bir haksızlık. Bunun asıl sorumlusu da biziz, İslam Dünyası'dır. Batı'ya dinimizi tanıtamadık. Düşman da bu durumda elbet düşmanlığını yapacaktır. İslam'a karşı Batı merkezli savaşlar ve öne sürülen Hz.Muhammed imajları karşısında bu filmi yapmayı bir görev olarak gördüm."
 
Mecidi bu sözleri önceki hafta sonu (20-21 Nisan tarihlerinde) onur konuğu olarak katıldığı, Meridyen Derneği'nin SonPeygamber.info projesi kapsamında düzenlenen "Siyer ve Görsellik" temalı atölye çalışmasının açılışında dile getirdi.
 
"Tanrı'nın Rengi" filmiyle "derinden bakış"ı kurcalamış olan Mecidi, Müslüman toplumlarda sinemanın gelişmesindeki iki yönlü soruna her zaman atıfta bulunuyor: Tasvirin, temsilin nisbi başarısı, bakan gözün algılarını besleyen etkenlerden ve şartlardan bağımsız düşünülemez. Merleau-Ponty'nin "Algılanan Dünya"da dile getirdiği gibi, "ancak Tanrı'nın görebileceği saf bir nesneye erişmekle övünemez kimse."
 
İki gün süren atölye çalışması çok ilginç sunum ve tartışmalara sahne oldu. Tasvir, temsil, bakış ve imgesellik etrafında sorunlar kurcalandı. Enver Gülşen ve Cemal Şakar'ın dile getirdiği yorum, imgenin ve kurgunun aslın ta kendisi olmadığından hareketle ulaşılacak çözümü temsilin maharetine yüklüyor. İmge şeyin yerine geçerek onu temsil edendir, vekaleten anlatıdır, temsil ettiğinin ta kendisi değildir.
İmgeye ve temsile yüklenen anlam bakan gözün birikimlerinden bağımsız değerlendirilebilir mi? İhtişam baktığın şeyde değil, bakışındadır, diyor ya Şeriati...
 
İsa (as) konusunda ikonografi birikiminden gelen bir alışkanlık var kitlelerde. O, işte öyle tasvir edildiği şekilde bir kişi olabilir de olmayabilir de... Postmodern dönemlerde de biri çıkar, "Siyah İsa"dan söz eder.
Hz. Muhammed (as)'ın da çeşitli Müslüman toplumlarda şemailleri bulunsa bile, yaygın yaklaşım tasvirden ve apaçık temsilden yana değildir.
 
"Müslümanların sanatı" denildiğinde akla gelenin bir adım ötesi, hayal ve hakikat üzerine, hayat ve imge üzerine bir kez daha en başından düşünmekle olası. 
 
Kendi sunumumda tasvir ve temsil geleneğimizde yerleşmiş sınırlar nasıl imkâna dönüşebilir, bu soruyu tartışmaya çalıştım. Tasvir ve temsil konusu Müslüman toplumlarda netameli bir alan olmaya devam ediyor, isterse her hanede, her odada bakışlar sayısız ekran karşısında yorgun düşsün. "İslam Sanatı" benimsenmiş sınırlarla birlikte bir dönem bir hayli başarılı bir sıçramayı gerçekleştirdi, bugün İran sineması da benzeri şekilde bir başarıya örnek oluyor. Haddizatında İslam'da tasvir yasağından değil, sanatçıların ihtiyat nedeniyle kendine sınırlar koymasından söz edilebilir. Müslüman sanatçılar yüzyıllar boyunca farklı deneyimlere açılabilecekken ihtiyatı yeğleyip savundukları sınırları bir imkâna dönüştürmenin yollarını aradılar.
Çözüm ikonakırıcılıkta ya da sanat karşıtlığında değil, bakışın "Yaratan" ile "Yaratıcı" arasına koyması gereken farka dikkat kesilmesinde aranmalı, diye yazıyor Ümit Aktaş da, "Edebiyat, İdeoloji ve Politika"da.
 
Batı'da 20. Yüzyıl'ın başlarından itibaren gelişen temsili ve figüratif olmayan sanatın, soyut sanatın Müslüman sanatçıların eserlerinden etkilendiği yaygın bir görüştür. Günümüzde Batı sanatı, güncel veya performans sanatı alanlarında yeni bir arayış içinde.
 
Atöyle çalışmasında cevap aradığım sorulardan biri de bu oldu: Selamı gündeme taşımak, caddede karşıdan karşıya geçen bir yaşlıya yardımcı olmak, bir mültecinin yersiz yurtsuzluğuna dikkatleri çekmek... şeklinde "işler" ortaya koyan güncel sanata ve elbette daha ötesine Müslüman sanatçılar nasıl katkıda bulunabilir?
Cevabın tamamını herhalde Huzur Sokağı türü dizilerde bulamayacağız.
 
"Müslümanların sanatı" denildiğinde akla gelenin bir adım ötesi, hayal ve hakikat üzerine, hayat ve imge üzerine bir kez daha en başından düşünmekle olası. Engeli oluşturan Batı sanat geleneğinin koyduğu kurallar ve öne sürdüğü tabular değil, bizim kendi bakışımızla ilgili takıntılarımız, sınırlarımızın sunduğu imkânlar konusunda deneyim kıtlığından ileri gelen olumsuz yargılarımız.
 
İllüzyonlarla vakit geçirme, hakikatin yerine sahtenin konulmasına seyirci kalma, aldatıcı görselliklerin dünyasında oyalanma; pornografi de başka nedir ki... Sahneyi tanımlayan ve yayan ise, yönetmenden önce seyircinin bakışı. Bu incelikler üzerine düşündüğü anlaşılan Ayetullah Humeyni geleneksel yargıların dışına çıkarak devrim sonrası İran'ında sinemanın gelişmesi için gereken ortamın hazırlanmasına desteğini sunmuştu. O bakışların eğitilmesi gereğini irdelerken, nâmahrem ya da beklenmedik bir şekilde müstehcen olarak işaretlenebilecek görüntüye duvara bakar gibi bakabiliyor olmayı öğrenmenin gereğinden söz etti.
 
Sanatçının sınırlara sahip olması ise, kendine özgü bakışıyla sınırın ötesinde ve berisindeki birikimi derinleştirmesi anlamına geliyor. Mecidi sineması, bu imkâna ilişkin tecrübenin sinemasıdır da.