Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Sivrisineğin Kanı

11 Kasım 2013 Pazartesi Sonpeygamber.info / Bir Hadis Bir Yorum



İbn Ebî Nu’m naklediyor:  Ben İbn Ömer’in yanında iken bir adam ona sivrisineğin kanı hakkında soru sordu.  İbn Ömer adama, “nerelisin?” dedi.  Adam, “Iraklıyım” karşılığını verdi.  İbn Ömer, “şuna bakın! Peygamber’ in, “onlar dünyadan iki reyhanımdır “ dediğini işittiğim torunlarından birini öldürenler (Iraklılar) bana sivrisineğin kanını soruyorlar!” dedi.” (Buhârî, Edeb, 18)

Sevgili Peygamberimiz’in vefatının üzerinden daha yarım asır bile geçmeden ilk dört halifenin üçünün öldürülmesi,  amansız iktidar mücadelesinde pek çok sahabinin ölmesi, yönetimin saltanata dönüşmesi, İslam tarihinin bu ilk evresinde görülen, trajik ve ibretlik olaylardır.

Rivayetin başka bir versiyonundan anlaşıldığına göre, soru soranın amacı, ihramlı kimsenin, sinek, sivrisinek gibi şeyleri öldürmesinin sakıncalı olup olmadığını öğrenmektir. Yaşı itibarıyla, Hz. Hüseyin (ra)’in katledilmesi gibi İslam tarihinin ilk asrında cereyan eden birçok vahim olaya şahit olan Hz. Ömer (ra)’in oğlu Abdullah (ö. 73), Peygamber torununu öldürmekten çekinmeyen veya zamanında yeterli tepkiyi gösterip engellemeyen insanların, böylesine önemsiz bir konuda, adeta kılı kırk yaran dinî bir hassasiyet göstermelerinin tuhaflığına dikkat çekmektedir. Bu iğnelemenin altında, destek sözü verdikleri halde, Hz. Hüseyin (ra) ve arkadaşlarını, Yezid b. Muaviye’nin ordusu karşısında yalnız ve korumasız bırakan Iraklılara bir serzeniş yatmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz’in vefatının üzerinden daha yarım asır bile geçmeden ilk dört halifenin üçünün öldürülmesi,  amansız iktidar mücadelesinde pek çok sahabinin ölmesi, yönetimin saltanata dönüşmesi, İslam tarihinin bu ilk evresinde görülen, trajik ve ibretlik olaylardır. Cahiliyye döneminden beri devam ede gelen ve Hz. Peygamber zamanında küllendikten sonra, Hz. Osman (ra) zamanında tekrar alevlenen Emevî-Haşimî mücadelesi, iktidarı paylaşma noktasında bir güç gösterisine dönüşmüş, yüzlerce kişinin öldüğü iki iç savaştan sonra Hz. Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Hicri birinci asırda cereyan eden siyasal ve sosyal çatışmaların doğurduğu bu vahim gelişmelerin derin etkileri sadece günümüze ulaşmakla kalmamış, meşruiyet tartışmaları arasında kendilerine bir dayanak bulmak isteyenlerce, tersine bir projeksiyonla Hz. Peygamber dönemine de yansıtılmıştır. Hadis kitaplarındaki birçok rivayet dikkate alınırsa Allah Rasûlü (sav), vefatından sonra ortaya çıkan ve fitne diye adlandırılan bu olaylara müdahil görünmektedir. Bazen tarafların birinin yanında diğer tarafı yargılamakta, bazen tarafsız bir rol üstlenmekte, çoğu zaman da vuku bulacak vahim olayları haber vermektedir. Örneğin üç halifenin öldürülmesi, Hz. Hüseyin’in şehadeti (h.61), Medine’deki muhalifleri kuşatan Emevi ordusunun yüzlerce insanı öldürdüğü Harre Vak’ası (h.63), Abdullah b. Zübeyr (ra)’in Emevilere isyanı ve başına gelenler (h.64-73), onun, olacağını önceden bildirdiği olaylar cümlesindendir. İlgili rivayetler dikkatle incelendiği zaman gelecekte vuku bulacak siyasal ve toplumsal olaylar bağlamında Allah Rasûlü (sav)’ne atfedilen haberlerin neredeyse tamamına yakını hicrî birinci asırla ilgilidir. Sabahtan akşama kadar verdiği bir hutbeyle, geçmişte olmuş ve Kıyamete kadar olacak bütün olayları haber verdiği bildirilen Hz. Peygamber’in, (Müslim, Fiten, 25) insanlık tarihinin çok önemli olaylarının cereyan ettiği sonraki asırlar için niçin sessiz kaldığı anlaşılamamaktadır. Aslında bunun izahı çok da zor değildir. Hadis kitaplarının henüz tasnif edilip son şeklini almadığı ilk bir buçuk asır zarfında, bilerek veya bilmeyerek Hz. Peygambere isnat edilen gaybi haberlerden bir kısmı hadis kitaplarına girmiş, bu mecmuaların oluşmasından sonra, gündemle paralel gelişen bu tür haberlerin, o kaynaklara girme ihtimali kalmamıştır. Onun için, hadis kaynaklarında, ilk asrın kelami ve itikâdi tartışmalarının izlerine kolayca rastlanabilirken, sonraki asırların dinî tartışma konuları doğal olarak yer almamıştır.

İslam’ın ilk asrında cereyan eden sosyo-politik olayların geriye yansıtılmasının hadisle sınırlı kalmadığı, bazen Kur’ân’ın bile devreye sokulduğu görülmektedir. Örneğin Ahzab suresinin, Hz. Peygamber’in eşlerine bir uyarı mahiyetinde olan ve “Ey Peygamber Hanımları” diye başlayan 31. ayetinden sonraki ayette yer alan “ehl-i beyt” tabiri içine Hz. Ali (ra), Hz. Fatıma (r.anha), Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) de dahil edilmiş, ancak bu isimlerin, muhatapları sadece Peygamber hanımları olan ayetlerin kapsamına nasıl girdiği düşünülmemiştir. Ahzab suresinin 28. ayetinden itibaren Hz. Peygamber’in eşleriyle ilgili olan yedi ayetin beşincisinde, “yâ nisâe’n-nebiyyi” (ey Peygamber hanımları!) şeklinde muhatap açıkça belirtilir ve sonraki iki ayet boyunca da bu muhataplara müennes (dişil) zamirlerle hitap sürdürülürken, Hz. Ali (ra), Hz. Hasan (ra), Hz. Hüseyin (ra) gibi erkeklerin, bu kadınlar arasına dahil edilmesi garabeti dikkate alınmadan kendi pozisyonunu desteklemek isteyenlerce ayetler çarpıtılmıştır. Acaba, Cenabı Hak mı meramını (hâşâ) iyi anlatamamış, yoksa biz mi işimize geldiği gibi anlamışız? İkincisinin doğru olduğunda hiç şüphe yoktur. Zira ayette sözlük anlamının dışında hiçbir özel anlamı bulunmayan “ehl-i beyt” ifadesi, (bu tabirin zevceden kinaye olarak kullanıldığını gösteren diğer ayetler için bkz. Hûd, 71-73; Neml, 7)  Hz. Peygamber’e isnat edilen rivayetlerle arzu edilen içeriğe kavuşturulunca, ayetler buna göre yorumlanmış, usûl âlimlerinin terminolojisiyle, sübûtu ve delâleti kesin ve açık olan ayetler, sübût ve delâleti zannî (şüpheli) olan rivayetlere mahkûm edilmiştir. Ne yazık ki bu istismar, üretilen bazı rivayetlerle ayetin içeriğinin tersyüz edilmesine kadar uzanmış, üstelik buna, mezkûr ayetlerin muhataplarından biri olan Ümmü Seleme validemiz de alet edilmiştir. Rivayete göre, bu ayetler indiğinde, Ümmü Seleme’nin evinde olan Hz. Peygamber, Hz. Fatıma (r.anha), Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)’i çağırtmış, üzerlerini bir örtü/giysi ile örtmüş, arkasında bulunan Hz. Ali (ra)’nin üzerine de  bir örtü/giysi örterek “Ey Allah’ım! Bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunlardan kiri gider ve bunları tertemiz yap” buyurmuş, Ümmü Seleme’nin,  “Ben de onlarla beraber miyim ey Allah’ın Elçisi” sorusuna da “Sen (zaten) kendi yerindesin ve bana daha hayırlısın” diyerek güya gönlünü almıştır. (Tirmizi, Menakıb, 32)  Görüldüğü gibi, siyasi bir içerikle özel bir terim haline getirilen  “ehl-i beyt” kavramını istedikleri anlamda kullanmak isteyenlerin önündeki en büyük engel olan ayetin içi usta bir mizansenle boşaltılmış, gerçek muhatapların gönülleri alınarak, yerine orada bulunması istenenler konulmuştur. Fakat bu durumda da, ayette, cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmamaları emrine muhatap olmaları tuhaflığının yanı sıra, evlerinde oturmaları istenilen Hz. Ali (ra) ve oğullarının bu emre uymayıp niçin siyasi mücadeleler içinde yer aldıklarının izahı yapılmamıştır.

Hz. Peygamber’in hayatında tamamlandığı bildirilen “Din”i, (Maide, 3) sonraki siyasal gelişmeler ışığında yeniden dizayn etme işidir. Hâlbuki dini kendimize değil, kendimizi dine uydurmak esas olmalıdır ve böyle olduğunda da sorun büyük ölçüde çözülmüş olacaktır.

Görüldüğü üzere mızrak çuvala sığmamakta, Hz. Peygamber sonrası ortaya çıkan, siyasal, sosyal ve kültürel gelişmelerin onunla bir şekilde ilişkilendirilmesi apaçık sırıtmaktadır. Hâlbuki vefatından sonra yaşanan ve kendisiyle hiç ilgisi bulunmayan bu olaylara,  Allah Rasûlü (sav)’nü karıştırmak yerine, dönemin sosyo-politik ve kültürel gelişimini nakleden tarih ve tabakât kitaplarından hareketle olabildiğince nesnel yaklaşılsa ve elde edilen veriler, gerçekleri öğrenmek ve ders çıkartmak amacıyla değerlendirilse; bunların sebepleri, kahramanlarının gerçek niyetleri,  mazlum ve mağdurlarla zalim ve haksızlar daha net ortaya çıkacak ve bu resmin dinin temel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi daha sağlıklı olacaktır. Burada yapılmak istenen, Hz. Peygamber’in hayatında tamamlandığı bildirilen “Din”i, (Maide, 3) sonraki siyasal gelişmeler ışığında yeniden dizayn etme işidir. Hâlbuki dini kendimize değil, kendimizi dine uydurmak esas olmalıdır ve böyle olduğunda da sorun büyük ölçüde çözülmüş olacaktır. O zaman, “Ümmetimden Kayser’in şehrine (İstanbul) sefer yapacak ilk ordu bağışlanmıştır” (Buhâri, el-Cihad ve’s-Siyer, 93) rivayeti gereğince, Müslümanların İstanbul üzerine gönderdiği ilk ordunun komutanı olan Yezid b. Muaviye tezkiye edilmek zorunda kalınmayacaktır. Birinci asrın acımasız iktidar mücadelesinin doğurduğu toplumsal kargaşada, tarafların keyfine göre bir o tarafa, bir bu tarafa çekilen Allah Elçisi’nin istismarına ortak olunmayacaktır. Ona isnat edilen birbiriyle çelişik onlarca rivayetin dumanını doğru tüttürebilmek için gereksiz yere zaman harcanmayacaktır. Velhasıl, İslam Tarihinin başlangıcından beri en çok istismar edilen ve hâlâ da edilmeye devam eden aziz Peygamberimiz gerçek hüviyeti ve misyonuyla tanınacak ve onun Kıyamete kadar sürecek eşsiz örnekliği daha güzel anlaşılacak ve yaşanacaktır.