Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

'İyi bil[elim] ki, Allah'ın Elçisi ara[m]ızda.'

4 Şubat 2010 Perşembe Sonpeygamber.info / Yazarlar


Bu yazının başlığındaki haber yeni. Sanmayın ki eski. Sanmayın ki, eskidi. Hemen şimdi ve buranın gerçeği. Bu sırrı anladığımızda da, artık hep aramızda olacak Allah'ın Elçisi [asm]. "Bundan böyle aramızda Allah Resulü olacak!" Heyecan uyandırmalı bizde bu haber ama nasıl? Tatlı bir bahar heyecanı gibi gül kokularına boğmalı her yanımızı. Evimize odamıza, şehrimize yöremize bir Medine havası  sunmalı... Hicretin vuslat ucunda, elleri göğsünde, heyecanlı çocuklar gibi, neşeli şarkılar söyleyen delikanlılar gibi bizi bir Muhammedî beklenti içine sokmalı. Üzerimize ay doğmalı... Ama nasıl?

Hucûrat Suresi'nin Yedinci Ayetinin bu cümlesi diri ve diriltici Kur'ân'ın içinde hâlâ daha nefes alıp veriyor, hayatlarımıza nabız pompalayan bir kalp olarak kasılıp gevşiyor. "V'alemû enne fîkum Resulallah" Mealen: "Bilin ki, aranızda Allah Resulü var."

Hucûrat Sûresi'nde hemen verilmiyor bu haber. Yedinci ayet gelene kadar "iman edenler" hazırlanıyor. Allah Resûlü'nü aralarında görecekleri bir bakış kazanmaları için adım adım eğitiliyorlar. Biz de bu vesileyle kalbimizi değdirelim Hucûrat'ın ayetlerine ki, Allah'ın Elçisini ağırlayacak o duruşu edinelim, dünyalarımızın başköşesinde Elçi'yi bir yer ayıralım.

Hucûrat, 1:  Siz ey iman edenler, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne kendinizi koymayın, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah, kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

"Ey iman edenler" diye başlayan ayetler, "iman etme"nin şartlarını ortaya koyar. Buna göre, iman etmek, Allah ve Elçisi'nin önüne kendimizi geçirmemektir. Yani, kendimizi, kendi bildiğimizi, kendi hevesimizi, kendi çıkarımızı,  Allah'ın ve Elçisi'nin bildiğinin, bildirdiğinin, emrettiğinin, yap dediğinin, yaptığının, önüne koymayacağız. "iman etmek" Allah'ı ve Elçisi'ni kendi önüne koymaktır. Ya da Allah'ı önceleyen Elçisi'ni hayatımızın önceliği haline getirmektir. İşte o zaman, "takva" gerçekleşmiş olur. Yani "Allah'la yaşama" duyarlılığı kazanırız. Allah'la yaşamanın yolu ise, Elçisi'nin izini izlemektir; adımlarımızı O'nun adımlarına ayar etmektir. Ayet "İşitir ve Bilir" esmâlarıyla mühürlendiğine göre, "iman etmek", "Allah'a göre yaşamak" ise, "Allah'ın işitmesine göre konuşmak" ve "Allah'ın bilmesine göre yaşamak" olmalıdır. Allah işitmesine göre konuşmak şu anımızın duyarlılığıdır. Allah'ın bilmesine göre davranmak, "şimdi burada" olan herkesin sorumluluğudur.

Demek ki, Allah'ın Elçisi, önüne geçmeyeceğimiz kadar önümüzdedir, diridir, dirilticidir. Allah'ın Elçisi, Allah'ı önüne ve önümüze koyduğu için en acil önceliğimizdir.

Hucûrat, 2: Siz ey iman edenler, sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla konuşmayın, yoksa bütün amelleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur.


Nebi, sesimizi kendisine göre sürekli ayar etmemizi gerektirecek denli dudağımıza yakın, kulağımıza yakındır. Sözümüze kulak kesilecek kadar sıcacık bir Nebi. Kulak verdiğimizi dert edinecek denli şimdi ve buradadır Nebi.

Hiç de sürpriz değildir Semi', yani "İşiten" Allah'la tanıştırılmamızın ardından, bir "ses kontrolü"ne çağırılmamız. Eğer bu uyarıyı, ağır işitmesi nedeniyle Nebi'nin önünde ister istemez yüksek sesle konuştuğu için kendini bu ayetin gelişiyle eve hapseden bir sahabe gibi "indiği ortamın bir gerçeği" ve "teknik bir ölçü" olarak algılıyorsak, Nebi'nin [asm] durumu fark edip o sahabeye yaptığı uyarıyı hepimiz hak ederiz. Özetle, "konu bu değildir" demeye getirmiştir Nebi [asm]. Sesini Peygamberin sesinden fazla yükseltmemek, Peygamberin konuşmadığı yerde konuşmamak, sus dediği yerde susmak anlamına gelir. Peygamberin gıybet endişesiyle sustuğu yerde gıybet etmeyi sürdüren sesini Peygamberin sesinden daha fazla yükseltir. Söz yalan olacaksa susmamızı emreden ve hep susmuş bir Nebi'nin bu sünneti varken, yalan ve boş söz konuşmaya devam eden, sesini Nebi'nin sesini bastıracak denli yükseltmektedir. Aynı şekilde Nebi'nin konuştuğu yerde susan bile, sesini çıkarmasa bile sesini Nebi'nin sesinin üstüne çıkarmış olabilir.

"Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla konuşmayın" uyarısı ise, bana öyle geliyor ki, ses kontrolünün "karşı açısı"nı belirler, yani dinlemeyi: Nebi'nin işitmesini istemediğiniz sözlerle seslenmeyin birbirinize. Nebi'nin işitmek istemediği, işitmenizi istemediği sözleri dinletmeyin birbirinize. Yoksa, Nebi'yi "takma"dığınız için, üstelik takmadığınızın bile farkında olmadan amellerinizi heba edersiniz, boşa çıkarırsınız. Çünkü Nebi'nin ardı sıra, adımlarını izleyerek yürümektir amellerimizi sahih ve sahici eyleyen.

Nebi, sesimizi kendisine göre sürekli ayar etmemizi gerektirecek denli dudağımıza yakın, kulağımıza yakındır. Sözümüze kulak kesilecek kadar sıcacık bir Nebi. Kulak verdiğimizi dert edinecek denli şimdi ve buradadır Nebi.

Hucûrat, 3: Bakın, Allah'ın Elçisi'nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile [doldurularak] Allah tarafından sınananlardır; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.

İşte bize, susarak da "Allah'ı zikretme"nin kapısı aralanıyor. Seslerini Allah'ın Elçisi'nin hatırı için kısanlar, kalplerinin kapısını Allah'a açarlar. Allah'ın Elçisi'nin hatırını kırmamak için ağızlarını boş söz ve yalanla doldurmayanların kalbine Allah kendi varlığını dokundurur, kendi yakınlığını doldurur. Sözünü Nebi'nin hatırı için kesenlerin susmaları, kalplerini konuşturur, kalplerine söz verir. Hz. Ali [ra] hatırlattığı gibi, "Onların kalbi dillerinin önündedir; dili kalplerinin önünde değildir."  Kalbi dilinin önünde olan kalbine sormadan konuşmaz. Dili kalbinin önünde olan ise hep konuşur, hep konuşur ama kalbine danışmaz. Dilini geri çekip kalbini öne koyanlar Nebi'nin hatırını kendi heveslerinden önde tuttukları için mağfiret ve ecirle, bağışlanma ve büyük bir mükâfatla karşılanırlar.

Nebi, hatırına susulacak kadar huzurumuzdadır. Sesimizi yanında kısacak kadar yakınımızdadır. Nefesimizin hemen yanı başında; hecelerimizin hemen arasında durur Nebi'nin hatırı.

Hucûrat, 4: Gerçek şu ki [ey Peygamber,] seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar.

Peygamber, bizim olduğumuz yere gelmek zorunda değildir. Bizim geldiğimiz yerde olmak zorunda değildir. Kendi konumuzu değiştirmeyi akla getirmeden, Peygamberin bize göre konumunu değiştirmesini beklemek aklı kullanmamaktır. Kendi duruşumuzu doğrultmadan, Peygamberin bizim duruşumuza göre eğilmesini beklemek akılsızlıktır. Pozisyon değişikliğini O bizden istiyor, biz O'ndan isteyemeyiz." O'nun evi"ne doğru yürüyecek olan biziz; O'nu evinden çıkartıp bize doğru yürümesini beklemek edepsizliktir. "O'nun evi" ise O'nun sünnetidir, yaşama biçimidir. O'nun evine gitmek için Mekke ve Medine'ye gitmeyi beklemek mi gerekiyor? İstanbul'da da, Kayseri'de de, Münih'te de, New York'ta da "O'nun evi" var. O'nun yaşama seçeneği her yerde karşımızda, her an sınavımız değil mi? Böyle olunca, Mekke'de "Efendimizin doğduğu ev"in kapısında olsan bile, "Müslümanlık bizdeymiş!" edası takınıyorsan,  kendi evinde, kendi alışkanlıklarının odalarında kılını kıpırdatmadan oturuyorsun. Efendimizin Mescidi'ni ziyaret edenlerden olsan bile, kardeşin için yanı başında bir tutam yer ayırmayacak denli  bencilsen, kendi hevesinin salonlarında yan gelip yatıyorsun. Ezan okunduğunda istifini bozmuyorsan, O'nu kendi evine çağırıyorsun demektir. Nezaket gerektiğinde, nezaketin yanında olmayı göze alamayıp, kabalığı ve öfkeyi, dışlamayı ve küçümsemeyi tercih ediyorsan, O'nun evine gitmeye niyetin yok demektir. Yetimin öksüzün yanında olmaktansa konforunu bozmamayı seçiyorsan, O'nu evine çağırma akılsızlığı yapıyorsun. "Arab'ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur" diye seslenen Nebi'nin sözünü, "Türk'ün Türk olmayana üstünlüğü yoktur" şeklinde anlamanı istediğimde karnına ağrılar giriyorsa, "iyi ama..."larla kıvırtmaya başlıyorsan, Elçi'nin yanına gitmen gerekirken, Elçi'yi "Hey, Muhammed..." diye yanına çağıran bedevilerin ahmaklığını sen sürdürüyorsun demektir. Nebi'nin evinde hanımları "tesettür"ü benimsemiş, tesettürle yaşamayı hayat ölçüleri haline getirmişken ve sen de bunu biliyorken, "ama şimdiki örfler başka!"larla, "aslında orada kastedilen başörtüsü değil ki..."lerle, kendine ayrı bir yaşama biçimi biçmeye kalkıyorsan, hiç olmazsa, "ben bu kurala uyamıyorum ey Nebi!" diyerek , özür dileyerek edebinle oturmak varken, "kuralı Sen değil, ben koyarım!"dercesine ukalalık edersen, Nebi'yi kendi odalarına çağıranların akılsızlığı senin başında da var demektir.

Burada olan herkes için "orada mıyım, yoksa burada mıyım?" sorusunu sorduracak kadar "burada"dır Allah'ın Elçisi.

Tüm hatalarımıza rağmen, "yanımıza gelir mi acaba?" deme hakkımızı yitirmeyeceğimiz kadar re'fetiyle ve merhametiyle şimdi ve burada beklentimiz ve ümidimizdir Nebi. Ümit hep tazedir, hep yenidir, hep canlıdır. Başımıza konmuş kuş gibi kaçmasın diyecek kadar ürkektir ümit...

Hucûrat, 5: Çünkü, sen [kendi isteğinle] onların yanına gelinceye kadar sabred(ip bekle)selerdi, kendi lehlerine olurdu. Ama Allah yine de çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır.

Uzak olsak bile Nebi'den, yakınlaşamasak bile O'nun sünnetine, O'nun "üzerimize titreyen" şefkatini ve merhametini, anlayışını ve kucaklayıcılığını hak edecek bir mahcubiyet içinde kalmalıyız. Kurala uyamamak bir hatadır, eksikliktir, kusurdur ama uyamadığımız kuralın yerine kendi kuralımızı koymaya çalışmak, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.  Değil mi ki, "Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir."  Yani ki, Elçi'ye uymakta tembellik ettiği için büyük bir kayıp içinde olan, tembelliğini aklamak için Elçi'ye uymayı önemsiz görmeye başlarsa, büyük kaybını büyük cinayete dönüştürür. Önemsiz görerek işlediği cinayetinin üzerini örtmek için bir de Elçi'ye uymayı gereksiz görürse ve hatta "öyle de olmaz ki..."lerle kendi hevesini Allah ve Elçisi'nin iradesinin önüne koyarsa, büyük cinayetinden büyük bir dalalet üretmiş olur. Öyleyse, tembellik etsen de sünneti önemsemeyi sürdür ki, Allah'ın Elçisi yanına gelsin de elinden tutsun. Önemsemiyor olsan bile, bari yok sayıp, yok olsun dercesine inkâr etme de Allah'ın Elçisi yanına gelsin, kalbinden tutsun, diriltsin seni. Ama yok sayarsan, "ben bilirim O bilmez de[meye getiri]rsen, kapıyı hepten kapatmış olursun.

Tüm hatalarımıza rağmen, "yanımıza gelir mi acaba?" deme hakkımızı yitirmeyeceğimiz kadar re'fetiyle ve merhametiyle şimdi ve burada beklentimiz ve ümidimizdir Nebi. Ümit hep tazedir, hep yenidir, hep canlıdır. Başımıza konmuş kuş gibi kaçmasın diyecek kadar ürkektir ümit...

Hucûrat, 6: Siz ey iman edenler, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.

Kulak kabarttığımız, yolunu gözlediğimiz her "haber", Nebi'nin getirdiği "haber"e vurulmalıdır, O'nun haberinin terazisinde tartılmalıdır, O'nun ölçüsünce yoğrulmalıdır. Tüm iletişim kanallarında, tüm etkileşim yollarında bir "filtre"dir bu âyet. Gelen haberin "yalan" olması da gerekmez. Haber "doğru" da olsa, yoldan çıkarmak için, yoldan çıkmış bir tarzla, "fasıkça" ulaştırılabilir. Gıybet gibi... Söylediğimiz ayet bile olsa, gerilimli bir tartışmanın ortasında kendi haklılığımız için insafsız bir kalkana dönüştürebiliriz onu. Dile getirdiğimiz apaçık gerçek bile olsa,  rakibimizi ezmek adına tarafgirlik mızrağımızın ucuna astığımız Kur'ân sayfaları gibi kendimize yamıyor olabiliriz gerçeği.

İnsanları istemeden incitmek ve sonra yüzleşmeye cesaret edemeden, özür bile dileyemeden içimizde sıcacık bir köz gibi yanıp duran bir pişmanlık üretip üretmemek kadar "şimdiki ve buradaki" meselemizdir Nebi'nin bu "haberi". Örneğin, "verdiğinizde azalır" şeklindeki Malthus hesaplarını, "verirseniz size daha çok verilir" şeklindeki ısrarlı Kur'ân haberlerinden daha çok ciddiye alıyorsak, biz Nebi'den çok Dow Jones endeksini izliyoruz demektir. Hesaplar "doğru" olsa bile kulluğumuzu eğrilebilir, nimete bakışımız yamulabilir, Allah'la ilişkimizi bozabilir.  Belki de, Allah'ı hesaba katmayan bir hesabı hesaba katanlardan oluruz. Bilmeden fakiri fukarayı, yetimi öksüzü, yolda kalmışı, muhtacı, akrabamızı incitmiş oluruz ve sonunda fayda vermeyen ebedî pişmanlıkla pişman oluruz.

Cümlelerimizin noktasının başında duracak kadar hayatımızın içinde Allah'ın Elçisi demek ki... "Versek fakirleşiriz mi yoksa!" tereddüdünün hemen yanı başında bekleyecek kadar sıcacıktır Allah'ın Elçisi'nin tebessümü. Hak olduğu halde ağzımızdan nefretle ve taraftarlıkla çıktığı için haksızlaşabilecek sözleri hemen tartacak hassas ve hazır bir terazidir Allah'ın Elçisi'nin içimizdeki varlığı. "Ama haklıyım!" perdesinin altındakileri bile görüp gösterecek kadar canlı bir bakıştır içimizde Allah'ın Elçisinin haberi. Kendi haklılığımızda bile kendimizi hesaba çekecek kadar ince ve keskin bir duyarlılık yükler bize Allah'ın Elçisi. Sözüm ona helâk olmamak için elimizde tuttuklarımızın aslında kendimizi kendi ellerimizle helâke ittiğini kavrayamayacak denli ağır uykumuzdan bizi dürtecek kadar diri ve dirilticidir Allah Resulü'nün içimizdeki yeri. Biz kendimizi unutsak bile O bize kendimizi unutturmayacak kadar yakınımızdadır Nebi. O kadar aramızda, o kadar içimizde, o kadar içimizin içindedir Allah'ın Elçisi.

Öyleyse, bilin ki, Allah'ın Elçisi aranızdadır... [Hucûrat, 7]

Öyle değil mi?