''Her Yönetmen Zamanı Bir Başka Mühürler''

Image- Müslümanlar sahip oldukları inanç birikimini, kültürel değerleri neden sinemaya yeterince aktaramıyorlar? Oysa Batı sineması Hıristiyanlıkla, kiliseyle ve hatta Hz. İsa ile oldukça barışık...

Sinemayı sadece o alanda değil, hiçbir alanda kullanamadığımızı söyleyebiliriz. Biz kültür alanında büyük bir kırılma yaşamış bir ülkeyiz. Batı dünyasında sinemayı destekleyen önemli unsurlar var. Resim, batıda Rönesans'tan başlayarak sinemanın bütün görselliğini destekler. Bir Batılı, çocukluk çağlarından itibaren klasik resimden modern resme kadar resim geleneklerinin tamamını bir şekilde görür. Dolayısıyla Batılılar sinema yapmaya kalktıklarında hep o estetik şuuraltı kodlamasıyla yeni resimler üretirler ve sinemayı böyle şekillendirirler. Keza edebiyat dünyası da sinemayı metin itibariyle destekler. Tiyatro oyunculuk itibariyle... Dolayısıyla bütün sanatlar sinemayı destekler. Oysa biz herhangi bir coğrafyaya taşınmış gibi olduk, birden sıfırlandık. Yani hat hayatımızdan çekildi, ebru, tezhib, güzel Kur'an okuma, Divan şiiri hayatımızdan çekildi. Yalın, bomboş bir duvarla karşılaşan zihinler  olarak yeni baştan bir şeyler oluşturmaya çabalayan insanlara dönüştük. Mesela İran sineması bütün kopukluklarına rağmen bütün ihtişamıyla Batıyla boy ölçüşebilecek bir vaziyette şu anda. Çünkü İranlılar kültür köklerinden hiçbir dönemde kurtulmadılar, onlar hala Persler. Pers meselesi, reddetmedikleri bir şey.

- Yani bütün o kültürel birikimi sinemaya da taşıdılar...

Evet. Yani Zerdüştlükten tutun da İslam'ın bütün varyasyonlarına, bütün farklı yorumlarına varıncaya kadar o kültürle bir yumak oluyor. Çünkü siz bir üst sanat meydana getiriyorsunuz. Altı sanattan bir sanat yapıyorsunuz ve onu bir pediküle mühürlüyorsunuz ve değişmiyor artık. O yüzden Tarkovski'nin söylediği "mühürlenmiş zaman" sinema için iyi bir tariftir. Çünkü her yönetmen zamanı bir başka mühürler. Yani bir olayı siz görür anlatırsınız, ben görürüm anlatırım ama hepsi bir başkadır. Herkes çünkü kendi duygularından yola çıkarak gider ve sinema bunun için çok önemli bir şeydir, kabulle ilgili bir şeydir. Ekim Devrimi ile ilgili önemli filmler yapan bir Sovyet yönetmen bir deneme yapar; Rusların o dönemki en önemli oyuncularından birini düz bir bakışla kaydeder. Sonra onu ikişer saniye, üçer saniye uzunluklarla arasına çeşitli resimler koyar. Ağlayan bir çocuk koyar, gülen bir çocuk koyar, çıplak bir kadın koyar... Sonra bu çeşitli resimleri içiçe montajlayıp seyirciye gösterdiğinde insanlar şöyle bir duyguya kapılırlar; "Ya, ne kadar muhteşem bir oyunculuk, ağlayan bir çocuğu görüyor hüzünleniyor, gülen bir çocuğu görüyor gözleri ışıldıyor." Oysa malzeme tektir. Kurgu... Seyircide o ağlayan çocuk bir hüzün oluşturduğundan, gülen çocuk bir mutluluk oluşturduğundan o kendi içindeki duyguyu öbür tarafa yansıtıyor. Yani sinema kurgulandığında böyle bir etki bırakır. Çok etkili bir şeydir ve bu bir dildir. Siz, buradan yola çıkarak geçmişteki kültürümüzü tamamen silip yeni bir kültür oluşturduğunuzda artık sıfır bir vaziyettesiniz. Çünkü birçok şeyi unutmuşsunuzdur, birçok şeyi görmemişsinizdir, okuyamayacaksınızdır. İkinci dünya savaşında, Almanlar yerle bir oldular. Çok değil, on yıl sonra bıraktıkları yerden devam ettiler. Neden? Çünkü, bir şeyi, şu bardağı siz nasıl yaptığınızı bilirseniz, bunu kırdığınızda çok önemli bir kaybınız yoktur. Ama bardağı yapmanın bilgisini kaybettiğinizde artık insanlık tarihi bardağı nasıl bulmuşsa en başa dönmeniz gerekir.

- O halde burada bir arkeolog gibi çalışmak gerekiyor. Yani şairin, yazarın, yönetmenin bunu yapması gerekiyor... Ne kadar derinlere inmek gerekir sizce?

Ben Asyalıyım, Asya'nın tamamı bana ait ve ben Asya'dan çok şey üretebilirim. O yönden baktığınızda mesela Çin sineması bugün artık dünya sinemasını zorlayan yönetmenleri Hollywood'a aktarırken şu an bulunduğu yerden yapmıyor bunu. Bin yıllık, iki bin yıllık, üç bin yıllık Çin tarihinden beslenerek yapıyor.

Mesela son zamanlarda üç, dört tane filmiyle bayağı bir şöhret olan Meksikalı yönetmen Iñárritu'nun sinemadaki hikayeleme biçimine baktığınızda Mevlana'nın hikayeleme biçimiyle aynı neredeyse. Yani Paolo Coelho, keza Simyacı'da Mevlana'dan bir hikayeciyi alıp, onu büyütüp başka bir formda, daha oryantal bir formdan getiriyor ve bütün dünyaya gösteriyor.

- Mevlana bizim kendi öz malzememiz iken onun hikayeleme biçimini neden evrensel bir dile dönüştüren biz olmadık?

Çünkü bizim insanımız bir şekilde sinemanın hikayeleme biçimini Batıdan etkilenerek yapıyor. Oranın hikayeleme biçimiyle anlatılmadığı zaman sanki doğru olmadığını düşünüyor. Oysaki ben öyle düşünmüyorum. Her halk, her ulus, her ümmet başka bir şey yaşar. Doğuyla Batı başkadır. Yani Hintli ile biz belki çok yan yana düşebiliriz, Çinli ile yan yana düşebiliriz, ama bir Fransızla yan yana düşmemiz çok zordur. Çünkü hayata baktıkları yerle bizim hayata baktığımız yer aynı değil. Pencerelerimiz çok farklı, algılama biçimimiz çok farklı. O yüzden ben filmlerimde genelde onu kırmaya çalışıyorum. Ama tabi nerdeyse bütün bu seksen yıl içinde Batı kültürü ile Batı hikayeleme biçimiyle kodlanan insanlar, değişik bir şey gördüklerinde onu şöyle bir burun kıvırarak, olmamış filan duygusuyla eleştirmeye başlıyor. Bunu malesef yazar taifesi de aynen yapıyor. Çünkü bizim bunu kabul ettirebilmemiz için Batılı referanslardan refere etmemiz gerekiyor. Aristo tarzı dramaya inanmam. İşte bunun en iyi örneğini Çehov söylemiş; "Duvarda tüfek varsa patlar." Ben de diyorum ki, "duvarda tüfek olur ve patlamaz." Hayat da böyle bir şeydir, hayat bizim kurguladığımız gibi değil, kaderin kurguladığı gibi yürür ve biz orada sadece rolünü doğru yapmaya çalışan oyuncularız. Biz bir büyük senaryonun oyuncularıyız. Kelime-i Tevhidden başlayarak bütün bir matematik kodlamayı aynen ruhumuza nakşedebilmeliyiz. Yani bu sadece bir harf dizimi, yahut kelimeler dizimi, manalar dizimi değil, ben bunun şifreli olduğunu düşünüyorum. Ve o şifre bütünü aynı zamanda Hz. Peygamber tarafından bizatihi yaşanılmış ve nasıl yaşanılacağı öğretilmiş bir hayat biçimi.

- Bilinçaltındaki bu dönüşüm nasıl yaşanacak ve biz Peygamber'in örnek hayatını nasıl sinemaya aktaracağız?  

Bunu mesela şiirde, romanda, hikayede yapmak sinemada yapmaktan daha kolay. Biz biraz mimari gibiyiz. Mimar da çok iyi bir mimar olabilir ama arkasında onu finanse edebilen bir güç yoksa bütün yaptıkları kağıt üzerinde kalır ve eser olmak özelliğini kaybeder. Mimar Sinan'ın arkasından Sultan Süleyman'ı çıkardığınızda Mimar Sinan olabilir mi? Siz durup dururken, şimdi benim elimden film çekme imkanlarını alırsanız, senaryo yazmam. Onu hissedersem, böyle bir ekonomik güç bulabileceğimi hissedersem bir tane hazırda bulunsun bari düşüncesiyle yaparım. Birinin size onu ısmarlaması gerekir. Çünkü yaptığınız iş 1 milyon dolardan başlayan bir iş. Eğer 1 milyon dolarda 500 bin seyirci yapamayacaksa karşılığını bulamıyor.

- O halde bu şartlar oluşmadığı müddetçe insanlar hala sadece Çağrı'yı seyretmeye devam edecekler. Peki alanında klasik olmuş bu film hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir kere Çağrı materyalist bir filmdir. Libya sosyalizminin tesirinde kalmış, İslam'ın sadece iktisadî taraflarını öne çıkaran, manevî taraflarını, ruhî taraflarını öne çıkarmayan bir filmdir. Bir savaş olur, 3000 tane müslümanla 10.000 tane bedevinin çöldeki yapayalnız savaşını gösterir. Öyle, içine giremezsiniz o savaşın. Şimdi bana hiç kimse Hz. Hamza'nın öldürülme meselesini izah edemez. Bir tane zenci, turistik seyahat yapar gibi, savaşın ortasında öyle gezinir, gezinir, birisi de dürtmez onu. Olacak şey mi?

- Bu başarısı neden?

Türkiye'de başarılı. Dünyanın her tarafında lanetlenmiştir o film. Bizde alternatifi yok. Yani hiçbir mucizeye inanmaz o film, ne örümcek mucizesine inanır, ne ezan mucizesine, ne de çölde kaybolma mucizesine inanır. Onları hep fiziksel bir şey olarak görür. Müşriklerin siyahla, gölgedeki, güneş çöle vurduğunda gözler iyice diyaframını kısar, dolayısıyla da gölgeye sığınmış adamları görmez. Bunları oradan algılayamaz.

- Bu alanda iyi bir iş, tabiri caizse iyi bir helva yapmak için hiç birşey yok mu elimizde; yağ, un, şeker...

Yağ yok, şeker yok, un yok. Yiyecek adam yok. Siz şurada bir kazan helva yapın, kimse gelmesin, çürür. Bir de geleneği yok seyircinin. Sinema, film seyretme geleneği yok. Film seyretmek Cuma namazı gibidir. Diğeri vakit namazı, istediğin zaman, istediğin yerde, öbür vakit girene kadar kılarsın ama Cuma namazını vaktinde kılman lazımdır. Vaktinde mekanında kılmak. Sinema böyle bir şeydir. Gideceksiniz, vakit ayıracaksınız. Yarım saat önceden gideceksiniz. İki saatse film bir üç saatinizi ona ayıracaksınız. Arada kaçırdığınızda devamı öbür seansta diye bir şey yok. Bu bir gelenek. Bu gelenekten yoksun olan bir kitleye film yapıyorsunuz. Dolayısıyla da onu özel tahrik eden, onu kışkırtan şeyler yapacaksınız. Sonra çok iyi reklam yapmanız lazım. Seyirci basının hiçbir organına inanmıyor, ama onun bahsetmediğine de inanmıyor.