Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Allah Rasûlü'nün Rahmet Yüklü İlişkileri (Aile ve Yakın Çevre Örnekliği)

16 Aralık 2013 Pazartesi Hz. Muhammed / Sosyal Hayatı



“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Bir insan düşünün: Hayatında asla yalan söylememiş, sıddîk olmuş. Emanete asla ihanet etmemiş, el-emîn olmuş. Hiçbir zaman puta tapmamış, hanîf olmuş. Ağzından hiçbir zaman kötü söz çıkmamış, gıybet ve dedikodu yapmamış, ahlakı Kur’an olmuş. Hiçbir zaman adaletsizlik yapmamış, âdil olmuş. Eşlerinden hiçbirine asla vurmamış ve bunu yasaklamış, en hayırlı eş olmuş. İnsanlara hep hizmet etmiş, insanlığın efendisi olmuş. İbadetlerinde asla ihmalkârlık göstermemiş, şükreden bir kul olmuş. Asla tabiata, hayvana, bitkiye zarar vermemiş, insan-ı kâmil olmuş. Asla dünyaya rağbet etmemiş, vuslatı; refikü’l-âlâ makamı, kevser olmuş. Ve bir insan düşünün, her hâliyle en güzel örnek olmuş… İşte bu sebeple Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de; “Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”(Ahzab, 33/21) buyurmaktadır. O, dünyaya teşrifleri çağlar çağı beklenen bir muştudur. “Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.”  (Saff, 61/6) diyen Hz. İsa’nın muştuladığı, gelmesiyle âlemlere rahmet olan, karanlık geceleri nura boğan, Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’dir O.

O, her hâliyle bizlere en güzel örnek olsun diye meleklerden değil, fakat bizlerden biri olarak, insan olarak gönderilen; hayatı boyunca bir insanın yaşayabileceği her türlü zorluk, sıkıntı ve acıyı yaşayan; dünyanın türlü türlü meşakkatlerini göğüsleyen; bütün bunların karşılığında ve Cenab-ı Hakk’ın, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) hitabına ve övgüsüne mazhar olan rahmet ve merhamet peygamberidir.

Fahr-i kâinat Efendimiz, çoluk-çocuk, kadın erkek, genç-yaşlı, büyük-küçük, köle-efendi, zengin-fakir çevresindeki her seviyeden insanın, bir peygamber gibi yaşayabilme seviyesine yükseltilmelerinin imkânsızlığını bildiği için bizzat onların seviyesine inmek suretiyle insanları dâreyn saadetine erdirebilme yolunu seçmiştir. O,  yetim bir çocuk olarak hayata başlamıştır. Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta annesini ve dedesini kaybeden; Yüce Rabbimizin, “O seni yetim bulup barındırmadı mı? (koruyup gözetmedi mi?" (Duha, 93/6) ilahî hitabına mazhar olan sadece Allah’ın sevgisi, tesellisi ve himayesine bırakılan yetim bir çocuktur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, babasını hiç görmemiş, annesini ise çok küçük yaşta kaybetmiştir. Bu sebeple onun hayatında baba yerine koyduğu Ebu Tâlib ile Hz. Ebu Bekir gibi erkekler ve annesi yerine koyduğu özel hanımlar vardır. Hicretten önce, hep hayırla yâd ettiği annesinin kabrini ziyaret ettiğine dair sahih bir bilgiye ulaşılmaz. Ancak hicretten sonra Mekke’ye 160 km uzaklıktaki Ebvâ’ya 5–6 kez gidip Hz. Âmine’nin kabrini ziyaret ettiğine dair bilgiler Sahih-i Müslim’de yer almaktadır. Mezarın başında gözyaşı döktüğü, taşlarını ve toprağını düzelttiği, kabri başında annesi ile sohbet ettiği bu bilgiler arasındadır. Hz. Muhammed (sav)’in “annem” dediği diğer hanımlar, Hz. Peygamber’in dadısı Ümmü Eymen Bereke, Ebû Leheb’in kölesi Süveybe Hatun, süt annesi Halime Sadiye ve Hz. Ali’nin annesi Fatıma binti Esed olup, Allah Rasulü zaman zaman bu hanımları ziyaret etmiş, hâl hatır sormuş ve onlara ikramlarda bulunmuştur. Çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının evinde yengesi Fatıma binti Esed’i annesi gibi görmüş, onun iyiliklerini asla unutmamıştır. Vefat edince “annem öldü” diyerek kendi sırtından gömleğini çıkarıp ona kefen yaptırmış, soranlara da: “Ebu Talip’ten sonra bu hanım kadar bana iyiliği dokunan kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona kefen olarak gömleğimi sardırdım” cevabını vermiştir. Yine Sevgili Peygamberimiz sütannesi Halime ile her karşılaştığında da hemen sırtındaki ridasını alıp yere sermiş, onu üzerine oturtmuş ve ona ikramlarda bulunmuştur.

O, dünyanın türlü türlü acılarını göğüsleyen, savaşta yaralanan, taşlanan, hakaret edilen, üç gün üst üste yiyecek ekmek bulamayan, açlıktan karnına taş bağlayan, taş taşıyan, hendek kazan, kendisine yapılan eziyete dayanamayan Cebrail (as)’in, “Beddua et, Allah bunları anında helak etsin.” teklifine karşı: “Ben rahmet peygamberiyim, azap peygamberi değil. Allah’ım, bunlar bilmedikleri için böyle davranıyorlar, affet” deme erdemini gösteren bir insan-ı kâmildir. 

Rasul-i Ekrem (sav)’in, “Annem” dediği altıncı hanım ise, kendisine, “Ümmü Ebîha: Babasının annesi” diyerek iltifatta bulunduğu kızı Hz. Fatıma’dır ki bu münasebet bize baba-evlat ilişkisinin zirve noktasını göstermektedir. Hz. Fatıma, annesini kaybettiğinde daha çocuk denecek kadar küçük bir yaşta babasının hizmetlerini görmeye başlamış ve Peygamber Efendimizin bu iltifatına nail olmuştur… Allah Rasûlü (sav)’nün bu hanımlara karşı takındığı tavır ile gösterdiği nezaket ve zarafetteki rahmet ve merhamet dolu ilişkilerin boyutu aslında özel bir araştırmaya mevzu olacak kadar önemlidir. Bu şekilde yetim büyüyen Hz. Muhammed (sav), yetimlerin hâlinden anlamış, onları asla gözü yaşlı görmek istememiş ve “Cennette yetimi himaye edenle ben şu iki parmak gibi yakınız.” diyerek ümmetine bu konuda tavsiyede bulunurken kendisinin de şefkat ve merhamet kanatları hep onların üzerinde olmuştur.

O, aile hayatında en hayırlı eştir. 25 yaşında genç bir delikanlı iken aklı, hikmeti, dirayeti ve yüksek ahlakı gözeterek 40’lı yaşlarda dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve başka hiçbir kadınla evlenmeden Hz. Hatice vefat edene kadar 25 yıl süreyle bu evliliği sürdürmesi, onun aile hayatının en önemli dönemidir. Bu itibarla Hz. Muhammed (sav)’in Hz. Hatice ile dostluk, sadakat ve vefaya dayalı evliliği; Hz. Aişe ile bilgi temelli, hoca-talebe ilişkisine dayalı evliliği; dinî, siyasi ve diplomatik sebeplere dayalı diğer evlilikleri satır satır okunması gereken mevzulardır. Şu hususu da bu arada ifade etmek gerekir ki; hayatının son on yılında, İslami, diplomatik, siyasi ve ilmî gayelerle yaptığı evliliklerle ilgili O’na hak etmediği ithamlarda bulunmak veya bu hususu istismar etmek suretiyle sünnetiyle amel ettiğini söylemek ona yapılacak büyük bir haksızlık olsa gerektir…

Araştırıldığında görülecektir ki; o evlilik hayatında hiçbir zaman ailesine karşı en ufak bir öfke ve şiddet göstermemiş; aksine Hz. Aişe validemizin rivayet ettiğine göre: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı hayırlı olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım." buyurarak özüyle sözüyle, muhabbet ve meveddetiyle örnek bir eş olmuştur. Yine, Enes b. Malik’in rivayet ettiği bir hadiste: “Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi. Namaz ise gözümün nuru kılındı.” sözleriyle insan ilişkilerinin en nezihine, dünya nimetlerinin en hayırlısına ve ahiret azığının en değerlisine ikkatlerimizi çekmiştir. Sa’d b. Ebî Vakkas’tan rivayet edilen başka bir hadiste Sevgili Peygamberimiz yemek yerken hanımının ağzına konulan bir lokmayı sadaka olarak nitelemiştir. Ayrıca bu konuda: Mikdam b. Ma’dî Kerib’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav): “Kendi nefsine yedirdiğin sana bir sadakadır. Çocuğuna yedirdiğin senin için bir sadakadır. Hanımına yedirdiğin, senin için bir sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin de senin için bir sadakadır.” buyurmuştur. Özel hayatıyla ilgili olarak, “Kişinin eşinin yüzüne tebessümle bakması sadakadır” buyuran Peygamber Efendimiz, eşleriyle şakalaşmış, bazen; “Kellimînî ya Aişe; benimle sohbet et ya Aişe!” diyerek Aişe annemizle özel sohbetlerde bulunmuş, yarış ve gece yürüyüşleri yapmıştır. Vahiy dâhil birçok bilgiyi hanımlarıyla paylaşarak ve gerektiğinde onlara danışarak, her zaman hayırla ve sabırla muamelede bulunan Allah Rasûlü, hane-i saadetinde hep rahmet esintileri oluşturmuştur. Ne yazık ki ondan bir süre sonra insanlar, “Kadınlarla istişare edin, ama dediklerinin tersini yapın!” “Kadında, atta ve evde uğursuzluk vardır.”  şeklinde rivayetler uydurarak onun adına ona büyük haksızlık etmişlerdir. İçinde yaşadığımız dünyamızda 21. asrın modern insanı, hala aile içi şiddet, kadınlara yönelik şiddet gibi sorunlarla uğraşırken o, asırlar öncesinden Iyâs b. Abdillah b. Ebî Zübâb’dan rivayet edilen bir sözlerinde bizlere şöyle seslenmektedir: “Allah’ın kadın kullarını dövmeyiniz!” İnsanın mutluluğu noktasında evliliğin ve saliha bir eşin ne derece önemli olduğunu vurgulamak için de: “Allah bir kimseye saliha bir hanım nasip etmiş ise ona dininin emirlerinin yarısını yerine getirmekte yardım etmiş demektir. Artık o ikinci yarısını eda etme hususunda Allah’a niyazda bulunsun.” buyurmak suretiyle âdeta tüm çağlara ve günümüz insanına mesajlar göndermiştir. Allah Rasûlü (sav)’ne göre; bir kadın kocası veya velisinin emri altında bir köle veya esir değildir. Bilakis O kâmil bir insan olarak, müstakil şahsiyet sahibi olup kararlarında hürdür. Seçme ve seçilme, malını harcama, eşini seçme ve hatta ondan ayrılma hakkı vardır. Kadının söz sahibi olması, görüş beyan etmesi onun en temel haklarındandır.

O, Hane-i Saadet’te şefkat dolu bir babadır. Allah Rasûlü, gözünün nuru yavrularını sevgi ve muhabbetle, şefkat ve merhametle yetiştirmiş, dinî ve ahlaki eğitimlerine büyük önem vermiştir. Bizzat evlendirdiği kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz. Ali’yi her gün evlerine uğrayarak sabah namazına kaldırması, çocuklarına karşı hassasiyetini ve onlara verdiği önemi gösteren güzel bir örnektir. Hz. Aişe, Peygamber Efendimizin kızı Hz. Fatıma’ya olan sevgisini şöyle anlatır: “Kendisine hoş geldin diyerek ayakta karşılar, onu alnından öper, sonra yanına oturturdu.” Bütün bunlara rağmen o, her zaman hakkı ve adâleti her şeyden üstün tutmuş, iki gözünün nuru Hz. Fâtıma’ya bile: “Ey Muhammed’in kızı Fatıma sen de kendini Cehennem ateşinden koru senin için fayda ve zarar verebilecek bir imkânım yoktur” diyerek hakkaniyet sahibi bir baba olduğunu göstermiştir. O, aynı zamanda kalbi evlat acısıyla dağlanan cefakâr bir babadır. Zira Hz. Fâtıma hariç evlatlarının hepsini kendi elleriyle toprağa vermiştir.

O, yüreği merhamet dolu bir dededir. Sevgili Peygamberimiz, öylesine şefkat ve merhametlidir ki; namazda iken torunları sırtına çıkmış, o ise düşmesinler, sırtında biraz daha kalsınlar diye namazın secdelerini uzatmıştır. Yine bir gün torunlarını öpüp okşarken bir bedevi onun huzuruna gelmiş ve şaşkınlığını gizleyemeden: “Benim 10 çocuğum var, bunlardan hiçbirini öpmüş değilim” dediğinde Allah Rasûlü (sav), “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. O şefkat peygamberi, çocuklara yolda selam vererek hatırlarını sormuş, gözyaşlarını silmiş, elinden tutan bir kız çocuğunu hiç sorgulamadan istediği yere kadar gidip onun derdine çare olmuştur. Hatta kuşu ölen bir çocuğa yaptığı başsağlığı ziyareti, ne kadar nezaket, nezahet, rahmet ve şefkat dolu bir yüreğe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir.

Sevgili Peygamberimiz; “Biz, Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız” (Bakara, 2/285) ilahî hitabını insanlığa miraç hediyesi olarak müjdelemiştir. “Peygamberler, anneleri ayrı, babaları bir kardeşlerdir; dinleri de aynıdır.” buyuran Hz. Muhammed (sav), peygamberler ailesini güzel bir binaya benzeterek kendisinin de o binada eksik kalan bir tuğla olduğunu söylemiş; böylece kardeşliğin, tevazuun ve alçakgönüllülüğün en güzel örneğini hikmetli bir şekilde anlatmıştır.

O, vefakâr bir akrabadır. O, Allah’ın gözetilmesini emrettiği akrabalık bağlarına, sıla-ı rahime çok özen gösteren, akrabalarını fırsat buldukça ziyaret edip onlara hediyeler götüren kadirşinas bir akrabadır. Zira o Nisa suresinin 36. ayetini kendine ilke edinmiştir: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” Hz. Hatice’nin vefatından sonra eşine olan vefasını, onun arkadaşlarına ve akrabalarına hürmet ederek, ikramda bulunarak göstermiştir. Bu hususta Enes b. Mâlik: “Çoluk çocuğuna ve aile fertlerine karşı Hz. Peygamber’den daha şefkatli olan bir kimse görmedim. Ben Rasulüllah’a 10 yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki bana bir kere olsun ‘of’ demedi. Herhangi bir şey için “Bunu niye böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya demedi” diyerek onun aile fertlerine karşı olan ilişkilerini özetlemiştir. Peygamberimize bir adam gelip; “Ben akrabalarımı ziyaret ediyorum, ama onlar beni ziyaret etmiyorlar” dediğinde Hz. Peygamber: “Olsun, sen onları ziyarete devam ettiğin sürece Allah seninle beraberdir” buyurmuştur.

O, aynı zamanda müşfik bir komşudur. O yüce resul, komşuyu da akraba gibi görerek bu hususta şöyle buyurmuştur: “Cebrail (as) bana komşuluk hususunda o kadar çok tavsiyelerde bulundu ki, nerede ise komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım.” Yine bu bağlamda Ebu Zer’e: “Yâ Ebâ Zer! Çorba pişirdiğin vakit suyunu çok koy ve komşularını gözet!” diye tavsiyede bulunmuştur. Allah Rasulü bir başka ifadelerinde de: “Komşusu aç olup da karnını doyuran kimse, mümin değildir.” buyurmuştur. Böylece o, şefkat ve rikkatin en güzel örneklerini sunmuş, modern zamanların yalnızlaşan ve bencilleşen insanlık, komşuluk ve akrabalık anlayışlarına asırlar öncesinden mesajlar vererek çorak gönüllerimizi serinleten bir pınar olmuştur.

O, gerçekten çok müşfik ve hilm sahibi bir insandır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, Rasulüne şöyle seslenmektedir: “…Şayet sen kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi…”(Âl-i İmran, 3/159) Bu ayet-i kerime, onun insan ilişkilerinin temel felsefesini göstermektedir.

O, Nübüvvetin Hâtimesi, Peygamberler ailesinin son üyesidir. Sevgili Peygamberimiz; “Biz, Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayrım yapmayız” (Bakara, 2/285) ilahî hitabını insanlığa miraç hediyesi olarak müjdelemiştir. “Peygamberler, anneleri ayrı, babaları bir kardeşlerdir; dinleri de aynıdır.” buyuran Hz. Muhammed (sav), peygamberler ailesini güzel bir binaya benzeterek kendisinin de o binada eksik kalan bir tuğla olduğunu söylemiş; böylece kardeşliğin, tevazuun ve alçakgönüllülüğün en güzel örneğini hikmetli bir şekilde anlatmıştır. “Ey Rasûl’üm; muhakkak ki senin için tükenmez bir mükafat vardır”  (Kalem, 68/3) müjdesine rağmen; cennet ayaklarının altına serildiği, miraçta Yüce Allah ile baş başa görüşmeye nail olduğu hâlde geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet ve taatini layıkıyla ifa etmiş, soranlara “Ben de şükreden bir kul olmayayım mı?” diye karşılık vermiştir.

Her fırsatta ümmetine olan düşkünlüğünü ifade eden ve: “Ben, beni görmeden iman eden kardeşlerimi özlüyorum” buyuran Sevgili Peygamberimiz bizi bizden daha çok düşündüğünü “Ümmetimi isterim Ya Rabbi, Ümmetim bağışlanmadan cennetine giremem” sözleriyle dile getirmiştir. Bütün gayreti insanlığı, içine düşmüş olduğu maddi-manevi her türlü sıkıntıdan kurtarmaya çalışmak olan îsar sahibi, abide peygamberimizin bu özellikleri Kerim Kitabımızda şöyle ifade bulmaktadır:  “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

O, risaleti süresince her konuda bize örnek olarak, aklın, ilmin, ahlakın, sabır ve vefanın, güçlüyken müşfik olmanın, haklıyken özveride bulunmanın adı olmuştur.

O, dünyanın türlü türlü acılarını göğüsleyen, savaşta yaralanan, taşlanan, hakaret edilen, üç gün üst üste yiyecek ekmek bulamayan, açlıktan karnına taş bağlayan, taş taşıyan, hendek kazan, kendisine yapılan eziyete dayanamayan Cebrail (as)’in, “Beddua et, Allah bunları anında helak etsin.” teklifine karşı: “Ben rahmet peygamberiyim, azap peygamberi değil. Allah’ım, bunlar bilmedikleri için böyle davranıyorlar, affet” deme erdemini gösteren bir insan-ı kâmildir. Hz. Aişe annemiz, bizlere onu ne güzel anlatmıştır: Şöyle der: “Rasûlullah ne kötülük yapar, ne de çirkin bir söz söylerdi. Çarşı-pazarda kabalık yapmaz, hiçbir kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. O, sadece affeder ve bağışlardı.” Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Çünkü o, hep sevdirmiş, nefret ettirmemiş, kolaylaştırmış, zorlaştırmamıştır. Bugün onun gibi bir aile bireyi olmaya ve onun gibi yaşamaya, fakat onun gibi yaşayabilmek için onu anlamaya, onu anlayabilmek için onu bilmeye, tanımaya ve nihayet tanıtmaya çok ama çok ihtiyacımız var. Bunun için Yüce Rasûl (sav)’ün hane-i saadetinden, asr-ı saadetinden süzülen hakikat parıltılarına gönlümüzü ve aklımızı açmamız yetecektir.