Konu Peygamber olunca sevgi dile gelir, ruh O'na doğru akar. Onun gibi müstesna bir şahsiyet ancak şiirin soyut diline sığdırılabilir. Zamanla ortak bir dil ve kültür oluşturan, naat ve mevlid geleneğinin günümüze gelen en güzel örnekleri hala müminlerin duygu dünyasında yankı bulmaya devam etmektedir. Peygamber sevgimize tercüman olan, ruhumuzu besleyen, bizi Peygamber'le bir araya getiren şiirlerin yer aldığı antoloji bölümünde şiir diliyle bir yolculuk için pek çok şairden örnekler bulacaksınız.
YUNUS EMRECANIM KURBAN OLSUN SENİN YOLUNACanım kurban olsun Senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed. Şefaat eylesin kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Mü'min olanların çokdur ceâsı Âhiretde olur zevk u safâsı, Onsekiz bin âlemin Mustafa'sı Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Yedi kat gökleri seyrân eyleyen Kürsünün üstünde cevlân eyleyen Mî'râcında ümmetini dileyen Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Dört, çâr-yârânın gökçek yâridir Ânı seven günahlardan berîdir Onsekizbin âlemin Sultânıdır Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Sen hak peygambersin şeksiz gümansız Sana uymayanlar gider imansız Âşık Yunus n'eyler dünyayı Sensiz Adı güzel kendi güzel Muhammed.
AŞKIN İLE AŞIKLARAşkın ile âşıklar yansın yâ Rasûlullah İçip aşkın şarâbın kansın yâ Rasûlullah.
Şol Seni seven kişi komuş yoluna başı İki cihan güneşi Sensin yâ Rasûlullah.
Şol Seni sevenlere kıl şefaat onlara Mü'min olan tenlere cansın yâ Rasûlullah.
Âşıkım şol dîdâra bülbülüm şol gülzâra Seni sevmeyen nâra yansın yâ Rasûlullah.
Derviş Yunus'un canı âlem şefaat kânı İki cihan sultanı Sensin yâ Rasûlullah. SÜLEYMAN ÇELEBİ
MEVLİD'den"Hazret-i Muhammed'in doğuşundan sonraki olaylar üzerine"
Yedi kat gök ehli cümle geldiler Ahmed'i görüp ziyaret kıldılar
Yerde vü gökte ferişteh kalmadı Kim Muhammed yüzünü ol görmedi
Hem sekiz uçmak içinde hûr-ı 'în Görmeğe geldi ol şahın manzarın
Her biri elinde bir nurdan tabak Kim yaratmış sun'ı Birle anı Hakk
İçleri dolu cevahir anların Başına saçu için Peygamberin
Gelüben cümle saçu saçtı ana Ay yüzün görüp bu(n)lar kaldı tana
Saçu saçıp çün ziyaret ittiler Hûrî vü Rıdvan melekler gittiler
Yaradılmıştan kime k'oldu nasîb Anlara dahi göründü ol habîb
Hem bu(n)lar dahi ziyaret kıldılar Ol resûl-i Hakk bu durur dediler
Çün cihâna geldi ol şâh-ı cihan Zahir oldu anda çok türlü nişan
Ol gece hep putlar oldu ser-nigûn Canına şeytânın uruldu düğün
Doldu küffarın içi vü taşı gam Urdu her biri başına taşı hem
Hem kiliseler dahi yıkıldı çok Kaldı altında keşişler oldu yok
Taak-ı Kisrâ öyle çatladı katı K'işitenin gitti akl u takati
Sâve bahri yere geçti ser-te-ser Kimse anda bulmadı sudan eser
Ol Mecûsîler odı kim var idi Nîce yıllar idi kim yanar idi
Ana taparlar idi ol kavm-i şûm Hiç olup od söyündü san ki mum
Buncaleyin dahi nice türlü var Anları ger dersevüz key söz uzar
Bildi âlem halkı doğdu Mustafâ Cümle âlem nûr ile buldu safa
Olalı başladı ol sâhib-i kemâl Ay vü gün buldu cemâlinden cemâl
Çünkü ol şâh erdi on dört yaşına Kamu halk and içer oldu başına
Ulu kişi hep kamu ehl-i Arab Cümle andan buldular ilm ü edeb
Görmediler ana benzer ademî Hulk ile tuttu cemî-i âlemi
Mu'cizâtı zahir ola başladı Cümle-i dillerde söylendi adı
Mevlidinden çün biraz kıldık beyân Mu'cizâtından dahi işit ey can
MUHAMMED'E MEDHİYE
Tuttu cihanı ser-te-ser envâr-ı Mustafâ Çünkim belirdi dünyâda âsâr-ı Mustafâ
Uruldu canda nevbet-i şer'-i Muhammedi Doldu cenan cinânına ezhâr-ı Mustafâ
Tevhîd servi ravza-i îmânda bitti hoş Aktı çü ayn-ı hikmet-i esrâr-ı Mustafâ
Hakk gülşeninde öttü ger ü vahy bülbülü Rahmet güliyle doldu bu gülzâr-ı Mustafâ
Oldu meşâm-ı akl u dil ü can muattar Açıldı çünki nâfe-i güftâr-ı Mustafâ
Kalmadı kadr ü kıymeti dürr ü cevahirin Dürler çü saçtı la'l-i dürer-bâr Mustafâ
Bâzâr-ı küfr ü kibr ü dalâlet harâb olup Hem hoş bezendi şer' ile bâzâr-ı Mustafâ
Dînin çerâğı yandı vü yandı kamu oda Küffâr-ı ehl-i şirk ü hep ağyâr-ı Mustafâ
Gerçi ki yok dürür bu Süleyman'da hoş amel Lakin anın ümîdi dahi var-ı Mustafâ
Sen Mustafâ'yı cân ile tekrar eyle kim Nûr artırır gönüllere tekrâr-ı Mustafâ
NÂBÎNA'TSakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Huda'dır bu Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafa'dır bu
Felekde mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkidir Bunun kandîli cevzâ, matla'-ı nûr-i ziyadır bu.
Habîb-i Kibriya'nın hâb-gâhıdır fazîletde Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriya'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı Adem zail Âmâdan açdı mevcudat dü-çeşmin tûtîyâdır bu.
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha Metaf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu. NESÎMÎNA'TYâ Resûl-i fahr-i âlem seyyid-i zât u sıfat Bahr-ı zâtın gevherisin hem sıfatın ayn-ı zât.
Kuvvet-i zât-ı ezel dâim seninle müstakim Hikmet-i dâru l-ebed kâim sanadır muhkemât.
Mazhar-ı sırr-ı dakâyık matla-ı nûr-ı ezel Mahzar-ı kân-ı hakâyık menba-ı her mu'cizat.
Ahmed ü Mahmud u Kâsım şâh-ı sultân-ı rusûl "Künt ü kenz"in ma'deni hem keşf-i hall-i müşkilât
Vasfına "Ve'n-Necm"ü "Ve'ş-Şems"ü "Tebârek" söyledi Şânına "Tâ-Hâ" ve "Yâ-Sîn" geldi Hakk'tan beyinât
Sûret-i envârının her zerresi şems ü kamer Turre-i anber-feşânın Leyletü'l Kadr ü Berât.
İzz ü ikbâlinden ötürü oldu terkîb-i cihan Yer ü gök ins ü melâik asi u fer-i kâinat.
MEHMED AKİF ERSOY
NECİD ÇÖLLERİNDEN MEDİNE'YEŞerif Ali Haydar Paşa Hazretlerine
Nâr-ı beyzâ mı nedir, öğle zamanında güneş? Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş! Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine, Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sîne. San'atın sırrını ressâm-ı ezelden okuyan; Rûh-i ma'sumu bütün hilkati kendinde duyan; Şimdi yerlerde şafak, şimdi bulutlarda bahar, Şimdi tûfân-ı ziya, şimdi köpük, şimdi buhar, Şimdi, mahmûr-i tefekkür, uzanan enginler, Şimdi yalçın kayalar, şimdi oyulmuş inler, Şimdi dalgın dereler, şimdi zılâl ummanı, Şimdi bir vaha çizen; şimdi bütün elvanı, Toplayıp mavi elekten geçirirken, üryan Kumların üstüne bin türlü bedâyi' dokuyan O güzel sîne, o çöl, şimdi ne korkunç oluyor: Bir cehennem ki uzanmış, dili çıkmış, soluyor! Ne zemininde sezersin, ne fezasında hayat; Âh bir reng-i hayât olsa da görsem... Heyhat! Benzi külden de uçuk... Nerde o masmavi semâ? Yine bîçârenin üstünde o müzmin humma! Yorulup titremeden, sanki, dalarken mahmûm, Gizli nevbet gibi nerdense çıkıp şimdi semûm, Deşiyor bağrını cevvin, eşiyor, aktarıyor; O zaman işte muhîtâtı alevler tarıyor; Bir avuç gölgeyi minnetle veren kuytuların, Yalıyor, parçalıyor göğsünü binlerce fırın! Ne soluk var, ne de ses... Bâdiyenin hâli harab! Çağlıyor sâde ufuklardaki âvâre serab; Bir de çan seslerinin dalgalanan tekrarı.
Geceden girdiği dehşetli mugaylân-zârı, Gündüzün geçmek için kafile olmuş develer, Eğrilip büğrülerek, yangına düşmüş ejder Istırâbıyle, ne müz'ic uzanıp kıvranıyor! İniyorken yanıyor, tırmanıyorken yanıyor. Ya o sırtındaki yüzlerce heyûlâ-yı beşer, Âteşîn dalgalar üstünde yüzen bir mahşer, Ki bu enginleri tayyetmek için çalkanarak, Gidiyor bulmaya, heyhat, yeşil bir toprak! Yok mu, ey bağrı yanık çöl! Ebedî pâyânın? Nerdedir vahası, yâ Rab, bu serâbistânın? Necd'in a'mâkına dalmış, iki aydan beridir, Koca bir kafile Mecnun gibi hâib, hâsir, Koşuyor, merhamet et, bâdiyeden bâdiyeye, Görürüm, bir gün olur "Hayme-i Leylâ" diye! Ne devam etmeye takat, ne karâr etmeye yer; Bir ılık gölge, İlâhî... O da olmazsa eğer, Kalmıyor sâhil-i maksûda vusul imkânı.
Yeniden cûşa gelirken bir alev tûfânı, Karşıdan "Kubbe-i Hadrâ" edivermez mi zuhur? O nasıl heykel-i dîdâr, o nasıl cebhe-i nûr! Öyle bir Tûr ki: Her lemha-i istiğrakı, Olmadan çâk-i tecellî, süzüyor Hallâk'ı! Ebedî fecrini gördükçe perişan lâhût; Zıll-i memdûduna düştükçe güneşler mebhût! Sanki feyfâ-yı taharride yanan ervaha, Sayeler dökmek için Sidre'den inmiş vaha. O cehennem gibi vâdîde bu cennet ne güzel! En büyük şi'r tezadın mıdır, ey hüzn-i ezel? Sana bir mısra'-ı bercestedir etmiş ki sünûh: Duyar amma varamaz yükselen âhengine rûh.
"Menâha"dan geçiyorduk, ikindi olmuştu. Çıkınca karşıma Cânân'ımın yeşil yurdu, Gözüm karardı,atıldım harîm-i cazibine; Yarıp cemâ'ati, düştüm direklerin dibine. Sonunda bir yere, lâkin, gömünce varlığımı, Ridâ-yı haşyete hisseyledim sarıldığımı. Yavaş yavaş o demin duyduğum derin heyecan İçimde dondu da bir ra'şe koptu ruhumdan; Ki hilkatimdeki her zerre ayrı ürperdi! Önümde sîneye çekmiş huşû'u titrerdi, Zemin zemin kabaran saflarıyla gûnâgûn Zılâl-i camide halinde, bir cihân-ı sükûn! Evet, o koskoca âlem... Tunuslu, Afganlı, Transvâlli, Buhârâlı, Çinli, Sudanlı, Habeşli, Hîveli, Kaşgarlı, yerli, Hersekli, Serendib'in, Cava'nın, Mağrib'in bütün şekli; Hülâsa, attığı kollar, muhît-i garbîden, Cihan cihan dolaşıp, müntehâ-yı şarka giden, O dûdmân-ı kerîmin sayılmaz evlâdı, Huzur içinde bırakmış bu mahşer-âbâdı!
Ne manzaraydı, İlâhî, o herc ü merc-i samût! Ki vecde geldi temaşadan ansızın melekût: Hurûş edip beşi birden yanık minarelerin, Huda'yı bağrına basmış yığın yığın beşerin Gömülmüş olduğu ummanı dalgalandırdı; Deminki mahşeri inletti, Sûr'u andırdı! Birinci "Eşhedü en-lâ-ilâhe illâ'llâh" Nidâlarıyle dönerken semâya doğru cibâh, Duyuldu Merkad-i Pâk'in de, aynı ikrarı, Derin derin gelen âvâzelerle tekrarı. Bütün o ma'kese dönmüştü cebheler şimdi; Onun sadâları artık muhîte hâkimdi. İkinci mevc-i şehâdetle aynı aks-i medîd, Huda'yı etti zeminden için için tevhîd. Üçüncü oldu şehâdet ki: Tuttu eb'âdı, Muhammed'in ebediyyet-güzîn olan yâdı. Ne gulguleydi o yâdın peyinde dalgalanan! Nasıl uyanmadı bilmem ki uykudan Canan? Muhîti bunca zamandır ki inliyor, az mı? Kıyâm-ı Haşr'e kadar yoksa hiç uyanmaz mı? Nasıl sığar ki, İlâhî, hayâle, idrâke: Şu hâbgâhı derâgûş eden demir şebeke, -Yerinden oynamayan dağ kadar vücûdunda- Bütün bu cuşişi ürpermelerle duysun da; O Mihribân-ı Ezel, rûh-i nâzenîniyle, Uyanmasın koca bir mahşerin enîniyle?
Minareler yeniden "Lâ-ilâhe illâ'llâh" Teranesiyle coşarken, ayaklanıp nâgâh, Göründü yerdeki saflar huzûr-i Mevlâ'da; Yayıldı velvelesiz bir inilti eb'âda. Önümde ümmet-i mazlûmesiyle Peygamber; Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler; Ne ihtiyarıma sâhib, ne i'tiyâdıma râm, Bu girdibâd-ı ibâd ortasında bî-ârâm; Sularla engine düşmüş sefîne-pâre gibi, -Ki şimdi üste çıkar, şimdi bulmak üzre dibi, İner iner silinir, şimdi tâ uzaklarda, Yavaş yavaş kabaran dalgalarla kalkar da, İyân olur yeniden- öyle çalkanıp durarak; Zemîn-i acze kapandım sonunda müstağrak! Ayılmışım ki: O dehşetli girdibâd, o hurûş, Sükûna münkalib olmuş da bekliyor, medhûş. İnince yerlere mahfilden akıbet bir enîn, Boşandı gitti o binlerce sineden «âmîn!» Boyun bükük, kol açık âsumâne, göz kapanık; Ne inliyor o cemâ'at, ne inliyor artık! Fezayı dolduran eller ki Hakk'a yalvarıyor; Yarıp da loşluğu bir müttekâ-yı nûr arıyor! Bu başka başka lisanlar, bu here ü merc âvâz, Birer niyaz idi Mevlâ'ya...Hem de aynı niyaz! Evet, şu önde duran ihtiyar Serendibli, Ya arka saflara düşmüş zavallı Mağribli; Dalıp dalıp gidiyorken semâ-yı merhamete, Gerek bu âleme âid, gerekse âhirete, Ne istesin ki, beraberce ben de istemeyim? Şu ben.ki... Her birinin ayrı ayrı kardeşiyim. Ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var mı? Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı? Olunca minberimîz, arşımız, Huda'mız bir; Benim de beklediğim nûr onun da gayesidir.
O nuru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter! Bunaldı milletin âfâkı, bir şabâh ister. İnayetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm! Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryâd olan şu mahşer için; Harîm-i Kabe'n için; sermedi Kitâb'ın için; Avâlimindeki âyât-ı bî-hisâbın için; Nasîb-i dâimi hüsran kesilmiş ümmet için; Şu hâk-i pâke bürünmüş semâ-yı rahmet için; Biraz ufukları gülsün cihân-ı İslâm'ın! Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın? O, çünkü, âleme hâkim yegâne kudret iken, Bir inkılâb ile mahrum olunca azminden, Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı... Vatanlarında garîb oldu kendi evlâdı! O azmi sen vereceksin ki eylesin sereyan, Soluk benizlere kan, inleyen göğüslere can. Zemîne feyzini yaysın hayât-ı mazinin.
Henüz duâ ediyordum ki, "Yâ Resûlallâh!" Nidası kükreyerek, bir kanadlı tayf-i siyah, Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere, Süzüldü uçtaki "Babü's-Selâm" önünde yere. Mehîb sayhası hâlâ fezada çınlardı, Ki yükselip yeniden, yardı geçti eb'âdı. Düşünce Ravza-i Peygamber'in ayaklarına; Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına. Dikildi cebhe-i dîdâr önünde, müstağrak. Diyordu inleyerek:
- Yâ Nebî, şu hâlime bak! Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın; Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum; Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum. "Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var! Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak; Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak... Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sudan'ı, Üç ay «Tihâme!» deyip çiğnedim beyabanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada: Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin! İrâdem olduğu gündür senin irâdene râm, Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram. Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim; Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim! Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü... Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir... Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir? Beş altı sineyi hicran içinde inleterek, Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek? Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden; Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden! Nedir o meş'ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!...
Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa "ah!"... Ne gördüm, oh! Serilmiş zemine Sudanlı... Başında, ağlayarak bir zavallı Seylanlı, Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini. Bitince hârice nakliyle gasli, tekfini, "Bakî'"a gitti şehidin vücûd-i fânisi; "Harem"de kaldı, fakat, rûh-i câvidânîsi. NECİP FAZIL KISAKÜREKALLAH'IN SEVGİLİSİDüşünüyorum: O'ndan evvel zaman var mıydı? Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı? (1938) OO, Allah'ın emriyle Kâinat Efendisi; varlığın Tacı, varlık nurunun ta kendisi... (1974)
ÖLÇÜMüjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (1974)
PEYGAMBERSen, fikir kadar güzel; ve Tek, birden daha tek! Itrim Süzmüş ezel; bal Sensin, Varlık petek...
Sensin ölüme hisar; Bakisi hep inkisar..Sar Bizi, çepeçevre sar, Rahmet rüzgârı etek! (1958) ALİ ULVİ KURUCURUHUM SANA AŞIKRuhum Sana âşık, Sana hayrandır EFENDİM. Bir ben değil, âlem Sana kurbandır EFENDİM.
Ecrâm ü felek, levh u kalem, mest-i nigâhım Dîdârına âşık Ulu Yezdan'dır EFENDİM.
Mahşerde nebîler bile Senden medet ister, Rahmet diyen âlemlere Rahmandır EFENDİM.
Kıtmîriniz Ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından, Âsilere lutfun, yüce fermandır EFENDİM.
Tâ arşa çıkar her gice âşıkların âhı, Medheyleyen ahlâkını Yüce Kur'an'dır EFENDİM.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim, Sensiz bana cennet bile hicrandır EFENDİM.
Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i Dilârâ, Nurun ki, gönül derdime dermandır EFENDİM.
(ULVİ) de Senin bağrı yanık âşık-i zârın, Feryadı bütün âteş-i sûzandır EFENDİM.
ARİF NİHAT ASYANAATSeccaden kumlardı... Devirlerden diyarlardan Gelip göklerden buluşan Ezanların vardı.
Mescit mü'min, minber mü'min... Taşardı kubbelerden tekbîri Dolardı kubbelere "âmin".
Ve mübarek geceler, dualarımız, Geri gelmeyen dualardı.. Geceler ki, pırıl pırıl Kandillerin yanardı!
Kapına gelenler, yâ Muhammed. -Uzaktan yakından- Mü'min döndüler kapından!
Besmele ekmeğimizin bereketiydi İki dünyada aziz ümmet, Muhammed ümmetiydi.
Konsun -yine- pervazlara Güvercinler; "Hû hû" lara karışsın Âminler... Mübârek akşamdır; Gelin ey Fâtiha'lar, Yâ-sin'ler!
Şimdi Seni ananlar, Anıyor ağlar gibi... Ey yetimler yetimi, Ey garipler garibi; Düşkünlerin kanadıydın, Yoksulların sahibi... Nerde kaldın ey Rasul, Nerde kaldın ey Nebî?
Günler ne günlerdi yâ Muhammed; Çağlar ne çağlardı: Daha dünyaya gelmeden Mü'minlerin vardı... Ve bir gün, ki gaflet Çöller kadardı.
Halime'nin kucağında Abdullah'ın yetimi, Âmine'nin emaneti ağlardı!
Hadîce'nin koncası, Âişe'nin gülüydün. Ümmetinin gözbebeği, Göklerin Rasulüydün... Elçi geldin, elçiler gönderdin... Ruhunu Allah'a, Elini ümmetine verdin. Beşiğin, yurdun, yuvan Mekke'de bunalırsan Medine'ye göçerdin.
Biz bu dünyadan Nereye göçelim, yâ Muhammed? Yeryüzünde riya, inkâr, hıyanet Altın devrini yaşıyor... Diller, sayfalar, satırlar (Ebû Leheb öldü.) diyorlar:
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed Ebû Cehil, kıtalar dolaşıyor!
Neler duydu şu dünyada Mevlid'ine hayran kulaklarımız Ne adlar ezberledi, ey Nebî, Adına alışkın dudaklarımız! Artık yolunu bilmiyor; Artık yolunu unuttu Ayaklarımız! Kâbe'ne siyahlar Yakışmamıştır, yâ Muhammed, Bugünkü kadar!
Haset gururla savaşta; Gurur, Kafdağı'nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından, Gelse bir şefkat meleği... İyiliğin türbesine Türbedâr oldu iyi!
Vicdanlar sakat Çıkmadan yâ Muhammed yarına! İyilikler getir, güzellikler getir Âdem oğullarına...
Şu gördüğün duvarlar ki Kimi Tâif'tir, kimi Hayber'dir; Fethedemedik, yâ Muhammed, Senelerdir...
Ne doğruluk, ne doğru; Ne iyilik, ne iyi... Bahçende en güzel dal, Unuttu yemiş vermeyi... Günahın kursağında Haramların peteği...
Bayram yaptı yabanlar: Semâve'yi boşaltıp Sâve'yi dolduranlar... Atını hendeklerden -bir atlayışla- Aşırdı aşıranlar... Ağlasın Yesrib, Ağlasın Selman'lar!
Gözleri perdeleyen toprak, Yüzlere serptiğin topraktı... Yere dökülmeyecekti ey Nebî, Yabanların gözünde kalacaktı!
Konsun yine pervazlara Güvercinler; "Hû hû" lara karışsın Âminler... Mübârek akşamdır; Gelin ey Fâtiha'lar, Yâ-sin'ler!
Ne oldu, ey bulut, Gölgelediğin başlar? Hatırında mı, ey yol, Bir aziz yolcuyla Aşarak dağlar taşlar, Kafile kafile, kervan kervan Şimale giden yoldaşlar?
Uçsuz bucaksız çöllerde, Yine, izler gelenlerin, Yollar gideceklerindir.
Şu tekbir getiren mağara, Örümceklerin değil; Peygamberlerindir, meleklerindir.
Örümcek ne havada, Ne suda, ne yerdeydi... Hakkı göremeyen Gözlerdeydi!
Şu kuytu cinlerin mi; perilerin yurdu mu? Şu yuva -ki bilinmez, Kuşları hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?- Kuşlarını, bir sabah, Medine'ye uçurdu mu?
Ey Ebvâ'da yatan ölü, Bahçende açtı dünyanın En güzel gülü; Hatıran, uyusun çöllerin Ilık kumlarıyla örtülü.
Dinleyene hâlâ, Çöller ses verir; "Yâleyl!" susar, Uğultular gelir. Mersiye okur Uhud, Kaside söyler Bedir. Sen de bir hac günü, Başta Muhammed, yanında Ebû Bekir; Gidenlerin yüzbin olup dönüşünü Destan yap, ey şehir!
Ebû Bekir'de nur, Osman'da nurlar... Kureyş uluları, karşılarında Meydan okuyan Ömer bulurlar; Ali'nin önünde kapılar açılır, Ali'nin önünde eğilir surlar. Bedir'de, Uhud'da, Hayber'de Hakk'ın yiğitleri, şehîd olurlar...
Bir mutlu günde ki, ölüm tatlıydı; Yerde kalmazdı ruh, kanatlıydı...
Konsun yine pervazlara Güvercinler; "Hû hû" lara karışsın Âminler... Mübârek akşamdır; Gelin ey Fâtiha'lar, Yâ-sin'ler!
Vicdanlar, sakat çıkmadan, Yâ Muhammed, yarına; İyiliklerle gel, güzelliklerle gel Âdem oğullarına!
Yüreklerden taşsın Yine, imanlar! Itrî, bestelesin Tekbîr'ini; Evliya, okusun Kur'an'lar! Ve Kur'an'ı göz nuruyla çoğaltsın Kayışzade Osman'lar!
Na'tini Gâlip yazsın, Mevlid'ini Süleyman'lar! Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle Geri gelsin Sinan'lar! Çarpılsın hakikat niyetine Cenaze namazı kıldıranlar!
Gel, ey Muhammed, bahardır... Dudaklar ardında saklı Âminlerimiz vardır!... Hacdan döner gibi gel; Mîrac'tan iner gibi gel; Bekliyoruz yıllardır!
Bulutlar kanad, rüzgâr kanat, Hızır kanad, Cibril kanat; Nisan kanad, bahar kanat; Âyetlerini ezber bilen Yapraklar kanat...
Açılsın gözlerin kapıları, Açılsın perdeler, kat kat! Çöllere dökülsün yıldızlar; Dizilsin yollarına Yetimler; günahsızlar! Çöl gecelerinden, yanık Türküler yapan kızlar Sancağını saçlarıyla dokusun; Bilâl-İ Habeşî sustuysa Ezanlarını Dâvûd okusun!
Konsun yine pervazlara Güvercinler; "Hû hû" lara karışsın Âminler... Mübârek akşamdır; Gelin ey Fâtiha'lar, Yâ-sin'ler!
|
Antoloji Editör
26 Eylül 2009 Cumartesi
Kültür Sanat / Edebiyat