Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Araf: Bırakma Araf'ta Bizi Tarafında S/akla (I. Bölüm)



Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.

Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.

Sen acı bize ey halden anlayanımız. Sen kaldır bizi düştüğümüz yerden ey yokluğumuza razı olmayanımız. Senin kıymetlin eyle bizleri ey çamura düşmüşlüğümüzü bilenimiz. Sen bağışla bizi ey unutabilir olduğumuzu, isyan edebilir olduğumuzu baştan bilenimiz. Araf'tayız işte.

Elif, lâm, mim, sâd.

Ah…  Seni gündemimize almadık. Unuttuk. Baş üstüne koyamadık hatırını. Başka hatırlar daha hatırlı oldu. Manşetimiz edemedik Seninle olmanın heyecanını. Kendini bize anlatmak için indirdiğin 'kitabı' düşürdük yüreklerimizden.

“Elif, Lâm, Mim, Sâd” diye hitap edişinden bilmeliydik bize bizden yakın olduğunu. Hitap diye indirdiğin Söz ile muhatap seçtiğin bizler "elif-lâm-mim-sâd"ın boğum yerlerinde buluşuyoruz. Ağzımıza verdiğin her harf, ağzımızı bize kitap diye verdiğinin belgesi. Yani, gönderdiğin Söz ile Sözünü gönderdiğin biz aynı kaynaktanız. İkiziz.

 Elif'in 'e'si gırtlaktan geliyor; sesi ve nefesi birleştiriyor. En bol verdiğin ama en değerli armağanın ses ve nefesin simgesi elif. Ses, varlığımızı anlama taşıyor;  nefes sessiz bir can nehri olup hücrelerimizin kıyısına vuruyor, dışarı çıkarken sesin mayası oluyor.  Lâm'ın 'l'si, dil ve damağı buluşturuyor. Çünkü dilin üst damağa vuruşu, yaratılışın en zirve performansı, sadece insana özgü, sadece insanda anlam üretiyor. Dil ve damaktan taşıyor insan yüreği başka insanların yüreğine. Mim'in 'm'si dudakları kilitliyor. Derin suskunluğun son/ ucu dudaklar. Sevmelerin başucu dudaklar. Tebessüm ışıltısının ufku dudaklar.  Elif-Lâm-Mim içeriden dışarıya, gırtlaktan dudağa, batından zahire doğru akışını veriyor sesin.   Ve Sâd'ın 's'i, dili alt damakta tutuyor; sesi bir fısıltı inceliğinde akmaya hazırlıyor. Gırtlaktan başlayan dudağa varan sesin bir susku seferberliği için ağızda frenlenişi…

Demek insana konuşan Sen, insanın nasıl konuştuğunu biliyorsun. Demek insanı konuşmak için seçtiğini bildiren Sen, insanın nasıl konuştuğunu bildiğini bildiriyorsun. Demek, konuşan Sensin, konuşturan da Sen. Konuşturduklarının konuşmana mukabele etmesini bekliyorsun. Muhatabının hitabına değer vermesini, geri dönüşüyle görmek istiyorsun.

Ne var ki dilediğini gerçekleştirmekten uzağa düşmüş haldeyiz. Ne var ki umduğunu bulamıyorsun muhatap diye seçtiklerinin çoğundan.

Oysa ne dersek diyelim, Senin "konuşturma" iraden içinde kalıyor hecelerimiz. Ne söylersek söyleyelim, Senin bize hitabının toprağında çiçekleniyor cümlelerimiz, Senin bizi muhatap seçişinin göğünden nefes alıyor nefeslerimiz. Söze gelişimiz, Senin bize ihtimamının, bizi önemsemenin, bizi biriciğin bilmenin, bizi şaheserin eylemenin çarpıcı, sarsıcı tacı...

Gerçek bu iken, insan nasıl olur da Rabbinden başkasına konuşmayı önceler! Konuşur olmak ve konuşulur olmak Senin ikramın iken, nasıl olur da başkalarıyla başkaca konuşmaları önemser insan! Sesi, nefesi, heceyi, kelimeyi, anlamı ve anlamayı, dili, damağı, dudağı, gırtlağı hiç yoktan veren Sen iken, nasıl olur da Seni unutmakta, Seni yok saymakta, Senini hitabını gürültüye boğmakta oyalanır insan! Ah ki ah!

Sana indirilen bu kitap sadrını zorlamak için değil, gönlüne yük olmak için değil, göğsünü daraltmak için değil…

Anladık; bizi bize bırakmak istemiyorsun. Kalıbımızın kalbimizi hapsetmesine razı değilsin. Dünya kabuklarının özümüzü çürütmesini istemiyorsun. Fanilik toprağından sonsuzluğa uç vermemizi umuyorsun. Şu kadar gürültü içinde özümüze emanet koyduğun cevheri unutmayalım diye konuşuyorsun bize. Neşvünema bulsun diye bekliyorsun gövdemize ruh diye üflediğin nefha. Sadrımıza inşirah sunmak için, "ben" kabuğumuzu kırmak için tenezzül ediyorsun. Dünya kafesinde çırpına çırpına kanatları kırılmış kalplerimizi uçsuz bucaksız maviliğe buyur etmek için Söz'ünle eğiliyorsun akıllarımıza.

Sana indirilmekte bu kitap; onun yüzünden yorulasın diye değil, onunla zorlanasın diye değil, onu darlık sebebi sayasın diye değil...

Söz'ünün akışınca takdir ettiğin fıtrat yatağımıza vahyini nehir diye salıyorsun. Biliyoruz ki bize indirilen kitap tam da sadrımıza göre. Görüyoruz ki sözün olan Kitab ile yaratışın olan kâinat aynı yönde akıyor. Anlıyoruz ki sözün olan Kur'ân'ı yine "Ol!" sözün olan fıtratımızın arzına gökyüzü diye takdir etmişsin. Işığımız Kur'ân'ın göğünden… Yağmurumuz vahyin semasından… Sabahımız, akşamımız, güzümüz, baharımız, yazımız, kışımız Kitab'ının avuçlarında biçimleniyor. Gecemiz ve gündüzümüz göklü Söz'ünün etrafında nöbetleşiyor.

…[bunu bilerek] uyar ve hatırlat [Kitab'ın kendilerini zorlamak için indirilmediğinden] emin olanlara: "Rabbinizden size indirilene tâbi olun, O'nun altındakileri kendinize otorite edinip tâbi olmayın."

Elbette ki yapan bilir. Bilen konuşur. Fıtratımızı takdir eden Sensin. Doğamızı belirleyen Sensin. Duygularımızı döşeyen Sensin. Ruhumuzun her kıvrımı Senin eserin. Gönlümüzün gizli odacıklarının anahtarı Sende. Canımız bilen Sen, elbette can kulağımıza göre fısıldarsın. Duygularımızı dal budak büyüten Sensin ki en anlaşılır, en anlamaya değer, en anlayışlı Söz'ü söylersin.

Halimizi herkesten çok gören Sensin; arz-ı halimizi Senden güzel yazan olur mu hiç! Herkes lüzumsuz görürken bizi vazgeçilmezi eden Sen, herkes yokluğumuza razı olmuşken bizi yoktan var etmeye değer gören Sen, elbette ki bizi, bizim lehimize terbiye edersin. Biz bile itiraz edemezken yokluğumuza, biz de söz söyleyemez haldeyken isimsizliğimize, sessizliğimize, şansızlığımıza, bizi gözdesi gören Sen, bizi biriciği eden Sen, elbet bizi çoğaltmak için, bize değer kazandırmak için seslenirsin. Unutulmuşluğun darlığından alıp bizi, varlık gülşenine kabul eden Sen, bizi ölümün kuyusundan kurtarıp hayat sofrasının başına oturtan Sen, elbette ki göğsümüzü genişletmek için, varlığımızı şu darlıktan çıkarmak için ardımız sıra dil dökersin.

Ne var ki dilediğini gerçekleştirmekten uzağa düşmüş haldeyiz. Ne var ki umduğunu bulamıyorsun muhatap diye seçtiklerinin çoğundan. Oysa ne dersek diyelim, Senin "konuşturma" iraden içinde kalıyor hecelerimiz. Ne söylersek söyleyelim, Senin bize hitabının toprağında çiçekleniyor cümlelerimiz, Senin bizi muhatap seçişinin göğünden nefes alıyor nefeslerimiz.

…ne kadar aklınızda tutuyorsunuz bu gerçeği.

Doğruya doğru; akılımızda tutamadık en hayati sırrı. Gündemimizden düştü tek önemli gerçek. Seni hatırlayalım diye önümüze koyduğun pencereleri perde bildik. Sana gelelim diye açtığın sonsuz kapıları duvar sandık. Perde önünde oyalandık. Yığılıp kaldık eşikte. Duvar diplerine düşüverdik. Bize merhameti olmayanları terbiyecimiz sandık. Bizi öncelemeyenleri dostumuz belledik. Bizi tanımayanların buyruklarını önceledik. Yokluğumuzu dert edinmeyenlerin ilkelerine iman ettik. Varlığımıza emek vermeyenlerin hatırını saydık; Senin hatırını kolayca unutuverdik.

Biz nicelerini böyle böyle helak ettik. Gece vakti yahut gündüz dinlenirken ansızın geldi hükmümüz.

Kendilerinden önce olanlar konusunda kendilerini istisna sayanların ilki değiliz. Biz de bizden sonra geleceklerin öncesiyiz. İbret alanız şimdilik; ibret olacağız başkalarının gözünde. "Nicelerini helak ettik" sözünün de nice kurbanından biri de biziz. Başkalarının başına gelenlerin hep başkalarının başına geleceğini sananların sonuncusu değiliz. Bizim başımıza geldiğinde başkalarının başına gelen, biz de başkalarının başkası olacağız. Başkalarının gece uykuları sırasında yahut gündüz sohbetleri arasında silinip gideceğiz. Sessizce çekileceğiz yerin yüzünden. Başkalarının acısı olamayacak kadar sıradan olacak hayattan kopuşumuz. Kimsenin canı yanmayacak canımızdan olduk diye biz. Herkes gibiyiz biz de. Başkalarıyız işte. İstisna kalmayacağız, kesin. Herkesin vazgeçiliri sayılacağız, bu kesin. Dünyalılar bizi gözden çıkaracak, bu kesin. Tükenişimiz sessizce devam ediyor. Her saniye yırtılıyor varlık gömleğimizin yakaları. Her günün akşamı ömrümüzün akşamını besliyor. Her yeni sabah, haşrın sabahını bir gün daha yakın ediyor.

Sen ey ömrümüzü vaktin eleğinde sınayan Rabbimiz, biliyoruz bizi yanına seçmektir muradın. Sen ey varlığımızı kıldan ince kılıçtan keskin sınamalardan geçiren Rabbimiz, görüyoruz ki bizi dünya tortularından arındırmaktır dileğin. Bizi kaliteli üzümler bilip de sıkmaya değer gören Rabbimiz ey; duruşumuzu özsu diye sonsuza akıtmaktır isteğin.

Usaremizi posamızdan ayırmaktır muradın. İki arada bir derede kalışımız bu yüzden. Gidip gelmelerimiz, savrulup durmalarımız hep Senin muradın. Kendimizi kendi ellerimizle tehlikeye düşürdük de geldik Araf'ın eteğine. Şükür ki, biz kendimizden ümit kestiğimizde bile, Sen bizden ümit kesmedin. Ne var ki, bize verdiğin emeği zayi etmekten korkamadık bir türlü.  Bizden umduğunu ortaya koyacak o kararlılığı gösteremedik. İrademiz keskinleştiremedik. Duruşumuzu sahihleştiremedik. Hep gelgitlerde kaldık. Düşe kalka yürüdük. Araf'tayız. Sabitkadem olamadık.

Dediğincedir kaderimiz:

Ve hükmümüz geldiğinde başlarına, kendi kendilerine, "Vah bize, biz gerçekten kendimize zulmettik!" demekten başka söyleyecek sözleri kalmaz."

Sen acı bize ey halden anlayanımız. Sen kaldır bizi düştüğümüz yerden ey yokluğumuza razı olmayanımız. Senin kıymetlin eyle bizleri ey çamura düşmüşlüğümüzü bilenimiz. Sen bağışla bizi ey unutabilir olduğumuzu, isyan edebilir olduğumuzu baştan bilenimiz. Araf'tayız işte.

Kalmadı söyleyecek başka sözümüz: "Biz gerçekten kendimize zulmettik… Bizi görmek istediğin yerde değiliz. Olmamızı istediğin halde olamadık henüz."

Sözünle eğildiğin bu kuyuya, rahmet elinle de eğil de, al bizi bu Araf'tan. S/akla bizi yanına. Gönderdiklerinin ve gönderilerinin aşkına ey Rahman…