Efendilerin Efendisi Canım Sultanım

25 Ekim 2010

 

Dün gece, rüyası bahşedilmedi ama bir hayal yanaştı zihnimin kuytusuna. Seninle bir yolda yürüyoruz. Yürüdükçe açılan bir yol bu. Ağacı, aracı, toprağı yok. Yok ikimizden başka yolcusu. Sen, en çok konuşmak istediğim insan, yanımdasın ama yüzüne bakamıyorum. Teninden sızan gül kokusu başımı döndürüyor. Heybemde sorular var. İrili ufaklı çakıl taşları gibi sorular. Onları birer birer çıkarıp hafiflemek, sonra seninle uçmak istiyorum.

Elimi heybeye sokup avucumu dolduruyorum: "Bir yetim olarak doğuşunun hikmeti neydi? Ve öksüz kalışının? Çocuklarının ölümünü tadışının ve torunlarının katlinden haberdar oluşunun? Açlıktan, yokluktan, ihanetten, iftiradan bolca nasiplenmen nedendi? Vahye muhatap olmanın basıncını nasıl yaşadın?  Bir ara vahiy kesildiğinde duyduğun endişe Seni çöllerde kaybolma isteğinin eşiğine getirdi mi, terk edildiğini düşündün mü gerçekten?" soruları çıkıyor. Ama dillendiremiyorum. Yok, böyle başlayamaz sohbetimiz diyorum içimden.

Elimi yeniden heybeye daldırıyorum. İki âyet beliriyor. Biri Duhan Sûresi'nden. "Biz Gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunan her şeyi sırf bir oyun olsun diye yaratmadık" diyor Allah. Bir de Hadid Sûresi'nden sesleniyor: "Bilin ki ey insanlar bu dünya hayatı sadece bir oyundan, geçici bir eğlence ve güzel bir gösteriden ...ibarettir." Şimdi bu ikisini nasıl anlamam gerekiyor? "Oyunu ciddiyetle ama oyun olduğunu unutmadan oyna" mı demek istiyor? Bir yönetmenin oyuncusundan beklediği disiplin ve beceri ile, bir psikoloğun oynadığı karakterden kurtulamayan sanatçıyı rehabilite etme çabası olarak algılasam yanlışa mı düşerim?  Bu, "Madalyonun zahir yüzü ile batın yüzünü karıştırma!" emri mi aynı zamanda? Daha soruyu dillendirmeden cevaplar üretmem edepsizlikten başka bir şey değil.  Düştü bence bu soru da. Yenisi gelsin.

Yine iki âyet: Enfal'den, "(İnkar edenlerin) boyunlarını vurun ve bütün parmaklarını doğrayın. Çünkü onlar Allah'a ve Rasûlüne karşı geldiler.."  ifadesi ile Maide'den "Allah'a ve elçisine karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri, veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi, yahut yeryüzünden tamamiyle sürülmeleri, yalnızca bir karşılıktan ibarettir. İşte bu onların bu dünyada uğradıkları zillettir" ifadesi.

Şimdi soru şu: Bu sözler sadece Senin yönettiğin orduların katıldığı savaşlar için mi geçerlidir, yoksa her zaman inkarcılara uygulanması gereken bir emir midir?  Her dem geçerli ise, bu emri kim verecek, kim uygulayacaktır? Bu emrin inkarcı ama masum insanların canını alan terör eylemlerine gerekçe yapılması nasıl önlenecektir?  Bir dakika...  Maide'den alıntıladığım ayetin sonunu okumamışım. Şöyle bitiyor: "Ancak, ey müminler siz onlardan daha güçlü hale gelmeden önce tevbe edenler hariç. Çünkü bilmelisiniz ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır." Kafam iyice karıştı. Soruyu nasıl formüle edeceğim şimdi? Geçeyim bunu da.

İşte bir avuç soru daha: İncire ve zeytine neden yemin ediyor Allah? Gece ve gündüze neden? Ve kuşluk vaktine? Bilsem ben de öyle yemin edeceğim Sana aşkıma. Ya "Allah göklerin ve yerin nurudur" âyeti? Nurdan murad ışık olmasa gerek. Bak yine aklımı karıştırdım işe. Sorsam böyle, diyecek ki "Bunların müteşabih ayetler olduğunu bilmez misin? Sözün kaynağından dile ve bekle de manası yüreğine insin."  Yok mu benim aklımla kirlenmemiş, kalbimden çıkan saf sorular?

Tam elimi heybeme daldırıyorum, ipi kopuyor. Çakıllarım yere saçılıyor. Oh be! Tüyden hafifim artık. Kalbimi yokluyorum. İçeride bir fırtına var: 

Allah Sana "Habibim, Sen olmasaydın bu evreni yaratmazdım" diyor. Bu nasıl oluyor Sultanım? Yaratan yarattığına aşık mı oluyor? Peki neden Seni yaratmasaydım demiyor da, Sen olmasaydın diyor?  Yoksa bu yaratan-yaratılan ilişkisi değil de yaratan-yaratan ilişkisi mi? Yaratıcı, en yüce tecellisi olarak kendini mi selamlıyor Senin şahsında?

Bir de senin "Ene beşerün" sözün var ey Allah'ın Sevgilisi. "Ben insanım" dedin hep. İnananlar Seni putlaştırmasın istedin. İnsan olduğunu, Senin de yanılabileceğini göstermek için "Bu yıl hurma ağaçlarını aşılayalım mı?" diye sorduklarında "aşılayın" dedin. O yıl meyve vermedi hurmalar. Sonraki yıl yine sordular. "Aşılamayın" dedin. Yine meyve alınamadı ağaçlardan. Dünya işlerinde insana kendi aklını kullanması, kendi tecrübesini oluşturması için kuvvetli bir işaret mi vermek istedin?

Masum ve masun olduğun halde Sana bağlananlardan bazılarının belagat gücü ile seni yanıltarak istediği fetvayı alabilmeleri ihtimaline karşı Allah'a sığındın. Demek ki Sen gerçekten insandın, gerçek insandın.

İlmin güzel şehri Sultanım. Devlet Başkanıydın. Öldüğünde bir Yahudiye borcun vardı. Şehrinin kapısı Hz Ali, zırhını ve kalkanını satarak ödedi bu borcu. Bu bana çok dokunuyor Efendim.

Bir sabah namazı vakti, mescide geç geldin. Daha önce hiç olmamıştı. Merak ettiler: "Ne oldu ya Rasulullah?" Dedin ki: "Yola çıktığımda önümde piri fani bir Yahudi yürüyordu. Onun minik adımlarına ayak uydurdum. Onu geçmek saygısızlık olacaktı." Bu da bana çok dokunuyor Efendim. Kedin uyanmasın diye üzerine kıvrılıp yattığı eteğini kesen bir elçisin Sen. Karıncalar ezilmesin diye ordunun yolunu değiştirensin. Sözünde duransın, dilinden, elinden ve belinden emin olunansın.

İşte bu yüzden Sultanım, Senin zamanında yaşayıp Seni görmeyişimin tek tesellisi, Senden sonra dünyaya gelmemdir. Ya Senden önce doğup ölseydim? Senden nasıl haberdar olur, Sana nasıl bağlanırdım?

Yol bitiyor. Şimdi yüz yüzeyiz. Öyle bir bakıyorsun ki tebessümünden gözlerim eriyor. Anladım diyorum, dilsiz ve dudaksız konuşmam lazım. Aşık değil aşk olmam lazım. Ellerimi tutuyorsun. "Sen yine de o sormak isteyip soramadığın sorular için konuşan bir Kuran bul" diyorsun. Yağmur damlaları gibi iniyor kelimelerin: "İlmi aşkla dokuyan velileri var Allah'ın. Kelimesiz kalmak senin harcın değil. O anlatsın sen dinle."

Gözlerim kapalı soruyorum: "Peki nasıl ulaşırım ona?"

"Ararsan bulursun, bakarsan görürsün, dinlersen duyarsın. Tabii kaderinde varsa" diyorsun ve kayboluyorsun...