"RAMAZAN TOPLUMSAL BİR İBADET AYIDIR"
Eski Ramazanları ve özelde İstanbul Ramazanlarını bu kadar önemli kılan ne idi?
Ramazan bir ibadet ayı olması dolayısıyla farklı bir havada yaşanıyordu. Evet, Ramazan bir ibadet ayı ama bu ayı farklı kılan bir husus var. O da bu ayda ibadetin toplumsal yönünün öne çıkmış olmasıdır. İbadet ayı Ramazan, toplumun büyük kesimlerinin iştirakiyle idrak edilirdi. Ramazanın bu yönü, yani bir toplumsal ibadet ayı olması dolayısıyla da kendine has bir yaşam biçimi oluşmuştur. Kültür tarihimizde de bu özgün yaşam biçimi ile öne çıkmaktadır Ramazan.
Ramazan ayının bu kendine has yaşam biçimi de bizde Süheyl Ünver tarafından çok yerinde bir tabirle ‘Ramazan Medeniyeti' olarak adlandırılmıştır. Hakikaten diğer aylardan ve günlerden farklı bir hayat sürülmesi de bu medeniyet isimlendirilmesini yerinde kılmaktadır.
Peki, ne yapılırdı Ramazan ayında ve öncesinde diğer aylardan farklı olarak. Her şeyden önce bir Ramazan hazırlıkları söz konusu. Evlerde yaklaşık on beş gün önceden temizlikler başlar ve kilerler Ramazana göre doldurulurdu. İstanbul sokaklarında Ramazan telaşı kendini gösterirdi. Berat kandilinden itibaren selâtin camilere mahyalar asılmaya başlanırdı Ramazanın habercisi olarak. Camiler de bu ayda mukabele ve teravih gibi ibadetler dolayısıyla yoğun olacağından buralarda da aynı şekilde hazırlıklar yapılırdı. Evkaf tarafından camilerin Ramazan öncesi ihtiyaçları karşılanırdı. Bu hazırlıklar en iyi biçimde gerçekleştirilmeye çalışılırdı, tedarik edilecek yiyecekler ve diğer gereçlerin en iyisinden alınırdı. Özellikle ekabir konaklarında büyük bir seferberlik olurdu; çünkü buraların Ramazandaki misafirleri de ekabirden olacaktı.
ZENGİNLERLE FAKİRLER AYNI ÇATI ALTINDA
Ekabir konaklarındaki sofralarda sadece yüksek rütbeli kimseler mi ağırlanıyordu yoksa halk da istifade edebiliyor muydu?
Eski İstanbul Ramazanlarının önemli bir tarafı da zengin konaklarının halka açılıyor olmasıydı. Yaz Ramazanlarında bahçede, kış Ramazanlarında ise selamlık kısmında sofralar kurulurdu, yani mahallenin konağı mahalleliyi unutmazdı. Ve her akşam iftar verilirdi. Mahalle halkı bu konaklardaki iftarlara davet edilir, çevredeki fakir fukara da yine buralarda iftar ederdi. Hatta konak kahyaları kapıda durur ve sokaktan geçenleri içeriye, sofraya buyur ederdi. Tanıdık olsun olmasın, sokaktan geçen herkes davet edilirdi. Sıradan halk ile yüksek rütbeli kimseler aynı çatı altında iftarlarını yaparlardı.
Konakların bir mahalle için ifade ettiği manayı anlamak açısından şu anekdot çok önemlidir. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in eski İstanbul hayatı hakkında önemli bilgiler veren eserinde aktardığına göre Sultan Üçüncü Mustafa protokol gereği Şeyhülislam Salihzade Mehmed Emin Efendi'nin konağına iftara gider. Konak Topkapı semtindedir. Padişah Şeyhülislama "Efendi, sizin konağınıza daha sık gidip gelmek istiyorum. Lakin bize pek uzaktır. Saraya yakın bir yerde ikamet etseniz." der. (O günün şartları içerisinde Saray ile Topkapı arası uzun bir mesafe sayılmaktadır.) Bunun üzerine Salihzâde Emin Efendi'nin verdiği cevap çok ilginçtir. Der ki "Efendim haklısınız. Saraya yakın bir konağa da taşınabilirim. Fakat gördüğünüz mahallenin bütün yemekleri bu konaktan gider. Dolayısıyla ben buradan taşınırsam mahalle insanları için de sıkıntı olur."
"DİŞİNİZİ YORDUK, KİRASINI VERELİM"
Yine konak iftarlarının önemli uygulaması da yemekten sonra misafirleri uğurlarken onlara "diş kirası" verilmesidir. Konakta iftarlarını yapanlara nefis bir kitap, saat, enfiye kutusu gibi o dönem için makbul sayılan hediyeler yahut keseler içinde paralar takdim edilirdi.
Sadece iftarlarla değil kılınan teravih namazları ve okunan mukabelelerle de konaklarda bir Ramazan seferberliği olurdu. Bu aya özel olarak devrin tanınmış ve güzel sesli imamları-müezzinleri konaklarda istihdam edilirdi. Bu müezzinler birbirine karışmadan çifte ezanlar da okurdu konak içerisinde. Ayrıca teravih namazlarına sadece erkekler değil bir perde arkasından kadınlar da iştirak ederdi.
Kısacası Osmanlı konaklarında Ramazan ayında bir arı gibi işleme söz konusudur.
İstanbul daha zengin ve geniş bir Ramazan kültürüne sahip olmayı neye borçluydu?
Bunun, yani özellikle İstanbul'da Ramazan ayının daha zengin bir kültürle ve detaylı bir biçimde yaşanmasının en önemli sebebi imparatorluk başkenti olmasıdır. İmparatorluk başkentlerinin en önemli niteliği sosyal ve gündelik hayata çeşitlilik ve inceliğin hakim olmasıdır.
Bütün imparatorluk başkentlerinde daha ince, daha rafine ve estetik bir hayatın tesisi söz konusudur. Bunun sebebi de Sarayın başkentte olmasıdır. Çünkü halk ve gerek orta gerekse yüksek rütbeli memurlar Sarayı örnek alırlardı. Konak hayatı da Saray hayatının bir minyatürüydü. Konaklara gelen insanlar orada gördükleri hayat tarzını örnek alarak kendi yaşamlarında uygulamaya çalışıyorlardı. Tabi konaklar da Sarayı örnek alıyordu. Bu bir silsileydi. Eğitimin yukarıdan aşağı, Saraydan halk tabakasına doğru inmesi söz konusudur. Bu eğitim bilgi-kültür manasında bir eğitim değildir. Söz konusu olan bir toplumsal terbiyedir.
SARAYDAN HALKA-HALKTAN SARAYA
İstanbul'da da günlük yaşamda Sarayı örnek alan davranış kodlarına rastlıyoruz. Dilden, (İstanbul Türkçesi) sanat ve musikiye, adab-ı muaşeretten yeme içme kültürüne kadar her alanda bu örnek alış minimum seviyede -minimum seviyede, çünkü o hayatın tamamıyla taklit edilmesi de maddi açıdan zaten mümkün değildir; önemli olan o terbiye ve estetiğin örnek alınmasıdır- kendini gösteriyor. Mesela İstanbul türküleriyle taşra türkülerini karşılaştırdığınızda, İstanbul türkülerinin estetik olarak klasik musikiye daha yakın durduğunu görüyoruz. Aynı şekilde klasik ve Saray musikisinin de halk musikisine yakınlığı görülüyor. Bu bir etkileşimdir. Yüksek Zümre Kültürü ile Halk Kültürü bizde birbirini dışlamaz. Alış-veriş içindedir.
Öte yandan İstanbul'un bu ince yaşam ve Ramazan kültürü İmparatorluk coğrafyasının diğer şehirleri tarafından da örnek alınırdı. Erzurum olsun, Diyarbakır olsun, Konya olsun büyük şehirlerde de İstanbul'dan etkilenmiş bir Ramazan kültürünün olduğunu görüyoruz. Sarayla halk arasındaki silsilenin bir benzeri şehirler için de geçerliydi diyebiliriz.
İMPARATORLUK HALKLARI RAMAZAN'LA KAYNAŞIYOR
İstanbul'daki Ramazan kültürünün estetiği ve çeşitliliğinin bir sebebi de Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki farklı halkları barındırıyor olmasıdır. Balkanlar'dan Afrika'ya uzanan coğrafya içerisindeki halkların da İstanbul'a kendi yörelerinden getirdikleri bir kültür var. Ama o kültürler kendilerini aynen muhafaza etmiyorlar, İmparatorluk kültürü içerisinde eriyorlar, ona ayak uyduruyorlar. Kaybolup gitmiyorlar ama bir şeyler katarak eriyorlar İmparatorluk kültürü içerisinde. Antep'ten, Sofya'dan, Bosna'dan gelenler bir şeyler katıyorlar kültüre ve böylelikle bir çeşitlenme, bir kaynaşma sağlanıyor. İstanbul'a İmparatorluk taşrasından gelenler de zaten bu kültüre katılmak için âdeta can atıyorlar. İstanbul'a Osmanlı döneminde Dersaadet (1) denilmesi teşrifat gereği değildir. Çünkü o dönem için gerçekten saadetin kapısıdır İstanbul. Ayrıca İstanbul'un İmparatorluk öncesi halkları da aynen yaşamlarını devam ettirmektedirler. Herhangi bir şekilde göç etmemişler ve burada kalmışlardı. Onlarla da müsamaha edilebilecek düzeyde bir kültürel etkileşimin söz konusu olduğunu göz ardı etmememiz gerekir. Ramazanda da bu gayr-ı müslim tebaa ile uyum içerisinde bir hayat yaşanırdı. Müslüman halka oruçlu oldukları için saygı gösterirler ve oruçlu kimselerin önünde bir şey yiyip içmemeye dikkat ederlerdi. Lokantalarını bile açmazlardı.
Ramazan ayının İstanbul'da veya Osmanlı coğrafyasında diğer İslam ülkelerinden farklı bir biçimde yaşandığını o devrin tanıkları ve seyyahlar da bize bildiriyor.
"ESKİ RAMAZAN KÜLTÜRÜ HÂLÂ DEVAM ETTİRİLİYOR"
Günümüz açısından Ramazan kültürü için ne söylenebilir? Sıkça duymaya alışık olduğumuz "Nerede o eski Ramazanlar" yakınması ne kadar yerinde?
Şimdi Ramazan ayı yaşayış bakımından toplumumuzca içselleştirilmiştir. Ramazan kültürü toplumumuzun yaşam kültürüne âdeta kodlanmıştır. Ramazan ayında yapılacak şeyler de bellidir. Camilere gidersiniz, çeşitli yerleri ziyaret edersiniz, önemli mekanlarda Cuma ve teravih namazları kılmaya özen gösterirsiniz. Sonra teravih namazları sonra bir gezinti, bir seyran söz konusu. Bu zaten eskiden beri yapılan bir şey. Bu tür örneklere bakacak olursak aslında eski Ramazanların aynen devam ettirildiğini görürüz. Eski Ramazanlar sadece bazı âdetlerin sadece uygulama şekilleriyle bugünkülerden ayrılıyor. Nedir o yönler; mesela demin bahsettiğimiz konak iftarları. Tamam, artık konaklar yok, bugünkü zenginlerimiz malikanelerinde halka iftar vermiyorlar. Fakat bunun yerine zenginlerimiz o eski konak iftarları geleneğinin bir devamı olarak söz gelimi iftar çadırlarında bir günlük bile olsa katkıda bulunuyorlar. Bu şekilde iftar verme yolunu tercih ediyorlar. Ekabir konaklarındaki iftarların yerini bugün iftar çadırları almış durumda ve yarın bu uygulama kendini bir başka şekilde de günün koşullarına bağlı olarak gösterecektir. Yani zamanın değişimine bağlı olarak bazı âdetler değişiyor ama bu sadece şekil bakımından yaşanan bir değişiklik. Sonuçta geçmişteki uygulamaların da günümüzdeki uygulamaların da çıkış noktası aynı. Zaman değişiyor, âdetler farklılaşıyor ama bu uygulamaların arka planındaki dinî ve toplumsal saikler her zaman aynıdır. Dolayısıyla Ramazan kültürü de aslında muhafaza ediliyor.
Yine eski zamanlarda mahallenin fakir halkının iaşesi konak tarafından karşılanırdı. Ramazanda böyle bir hayır hasenat uygulaması görülürdü. Bugünse bakıyorsunuz dernekler ve vakıflar aracılığıyla -Ramazan kumanyaları örneğinde olduğu gibi- aynı gelenek devam ettiriliyor. Tabi burada eskiye göre şu yönden bir farklılaşma var; artık hayır sahipleri neredeyse kime hayır yaptıklarını bilmiyorlar. Ancak büyük şehirlerin kalabalığı ve debdebesi içerisinde bunun da mazur görülmesi gerekir. Yukarıda verdiğimiz örnekteki gibi bir Şeyhülislam konağının tüm bir mahalleye kapısını açması gibi bugünkü zengin malikânelerinin kapılarını açmaları söz konusu olamaz. Ama başka biçimlerle olsa da yine aynı çabalar devam ettiriliyor.
Yani şunu söylemek istiyorum; "Eski Ramazanlar gitti, eski Ramazanlar bitti, nerde o eski Ramazanlar" diye hayıflanmaya, Ramazan mersiyesi yazmaya gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü aslında Ramazan kültürü aynen devam ettiriliyor. Eski Ramazan kültüründe hangi saiklerle hareket ediliyorsa bugün de aynılarıyla hareket ediliyor. Nedir onlar; hayır-hasenatta bulunmak, zor durumda olanlara yardım etmek, yaşamdan manevi bir haz almak, bazı şeyleri paylaşmak, gün boyunca çekilen açlığın insanlarda ruhani bir tesir yaratmasıyla açlık çekenlerin hallerini anlamaları gibi keyfiyetler bugün için de geçerli. Eskinin o sıkı fıkılığı tabi yok ama eskinin şartları da bugün yok, nüfus bir defa eskisinden çok çok fazla. Dolayısıyla zikrettiğimiz hayıflanmalara katılmıyorum.
Burada bir yeniden üretim söz konusu diyebilir miyiz?
Zaman değişebilir, hayat tarzımız değişebilir, uygulamalar da değişebilir ancak başta da söylediğimiz gibi Ramazan bizim toplumsal yaşantımızda içselleştirilmiştir. Kültürel benliğimize kodlanmıştır. Onun için bu değişimlere paralel olarak toplumumuz da her kesimiyle Ramazan kültürünü bir şekilde yeniden üretecektir. Günümüzün yeni ve değişik şartlarına bağlı olarak Ramazan da özünü kaybetmeden yaşanıyor. Çıkış noktası sonuçta eskiyle aynı.
"MAHYALAR TOPLUMSAL UYARICILARDI"
Eski İstanbul hayatında Ramazan ayına dair başka nelerden bahsedebiliriz?
Bildiğiniz gibi Osmanlı İstanbul'una özgü bir gelenek olarak Ramazan ayında selâtin camilerine mahyalar kurulurdu. İlk başlarda mahyalar yazılardan ziyade resimlerle kurulan birer görsel şölendi. O devrin estetik zevkine uyacak şekilde köprü, kuş, cami, minare ve savaş topu gibi nesneler mahyalarda resmedilirdi. Ayrıca hareketli mahyalar söz konusuydu. Mahya ustası resimleri yerleştirdikten sonra minare veya avludan ipleri oynatarak mahyanın hareket etmesini, çeşitli şekillere girmesini sağlıyordu. Tabi bu büyük bir ustalık gerektiriyordu. Daha sonraki yıllarda da âyet ve hadislerin eski harflerle yazıldığı mahyalar söz konusu.
Savaş ve mütareke yıllarında ise toplumun zafere olan inancını pekiştirecek ibareler yazılıyordu. Savaş koşulları göz önünde bulundurularak "Yetimleri Unutma" "Muhacirleri Unutma" gibi yazılar yazılıyordu. Devrin sıkıntı içinde olan kesimlerine yardımda bulunma çağrısı yapılıyordu. Mahyalar sadece birer görsel şölen değillerdi, toplumsal uyarıcı nitelikleri de vardı.
Mahyacılık geleneği bugün de aynı işlevleriyle devam ettiriliyor. En basitinden söyleyecek olursak bir mahyada "Oruç tut, sıhhat bul" yazıldığını görürüz. Burada orucun sadece aç kalmaktan ibaret olmadığı, aynı zamanda maddi ve manevi bir sıhhati de beraberinde getirdiği topluma hatırlatılıyor.
Mahyalarla ilgili şöyle ilginç bir anekdot da mevcuttur. Yirminci yüzyılın başlarında Fatih Camiinde kurulan mahyada bir savaş topu resmedilir. Ancak bu mahya İngiliz büyükelçiliğine doğrudur. Dönemin İngiliz büyükelçisi de bunda bir kasd-ı mahsusun olduğunu ileri sürerek (o devrin savaş şartları göz önünde bulunduruluyordu) yetkililerden bu mahyanın kaldırılmasını istemiştir. Ve mahya daha sonra kaldırılmıştır. Halbuki yıllardan beri top resmi aynı şekilde mahyalarda kurulurdu.
Bir de değinmemiz gereken Ramazan eğlenceleri var. Bu eğlencelerin Ramazanın ruhuna aykırılığından söz edilebilir mi?
İftar sonrasında Direklerarası (2) kahvelerinde, Sultanahmet kahvelerinde eğlenceler dolayısıyla bir kalabalık olurdu. Yine Direklerarası başta olmak üzere çeşitli yerlerde Ramazan piyasaları olurdu akşamları. Bunların eleştiriye değer tarafları da söz konusu tabi. Ramazanın ruhuna aykırı olarak her toplumda olabilecek bazı sakıncalı davranışların sergilendiği oluyordu. Namık Kemal ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi dönemin aydınlarının yanı sıra ulema da çokça eleştirmiştir bu piyasaları. Ama şunu da göz önünde bulundurmak gerekir; toplumun belki de o döneme kadar İstanbul'un çeşitli yerlerini gezme görme, başka insanlarla karşılaşma imkanı bulamamış kesimleri âdeta bir nefes alıcı yer olarak görülüyorlardı bu piyasaları. Biz bunu bugünkü Ramazan eğlencelerinde de görüyoruz. Mesela Sultanahmet'te gerçekleştirilen Ramazan etkinlikleri. Ayrıca bu tip eğlencelerin ve piyasaların tarihi mekanlar çevresinde gerçekleştirilmelerini tenkide değer buluyorum.
Ali Şükrü Çoruk Kimdir?
1969 yılında Giresun'un Tirebolu ilçesinde doğdu. 1986 yılında İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girdi. 1990 yılında başladığı yüksek lisans programını Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu adlı teziyle tamamladı. 1994 yılında halen görev yaptığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. Fazıl Ahmet Aykaç-Hayatı ve Eserleri adlı teziyle doktora çalışmasını tamamladı. Yeni Türk Edebiyatı Kaynak Metinleri Dizisinde Ahmet Midhat Efendi'nin romanlarından bir kısmını Latin alfabesine çevirdi. İstanbul'un kültürel tarihi ile ilgili çalışmalara imza atan Ali Şükrü Çoruk'un eserlerinden bazıları şunlardır: Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu; Mizah Penceresinden Milli Mücadele; Mizah Şairi Fazıl Ahmet Aykaç; Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in İstanbul Yazıları); Eski İstanbul Hatıraları, (Sadri Sema); Boğaziçi Konuşuyor ve Kanlıca Tarihçesi, (A. Cabir Vada).
1) Osmanlı döneminde İstanbul için kullanılan pek çok isimlendirmeden biri olan Dersaadet`in sözlük anlamı saadetin kapısıdır. (h.n.)
2) Bugünkü Vezneciler ile Şehzadebaşı arasında kalan bölge (h.n.)