Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Ferhat Kentel: Din Modernizm İçin Bir Bariyerdir

21 Aralık 2009 Pazartesi Sonpeygamber.info / Röportajlar


Ferhat Kentel makro teorilerden çok gündelik hayatın pratiklerini toplumsal okumalarının odağına oturtan bir sosyolog. Muhatap aldığı konuya yahut kitleye yabancılaşmadan yaklaşabilen bir kimse. Modernizmin büyük anlatıları yerine, gündelik hayatın hikayeleriyle ilgilenmeyi yeğliyor. Kendisiyle din ve modernitenin gerilimli ilişkisinin yanı sıra Ramazan ayının anlam ve pratikler dünyasının toplumsal yönünü konuştuk. Kentel'in türbe ziyaretlerine dair sorumuza verdiği cevap da ezber bozan türdendi.

 

Modernizm açısından baktığımızda din ne kadar sorgulanamaz kalırsa modernlik o kadar ilerleyememiş demektir. Bunun kapitalizmle bağlantısını düşünürsek kapitalizmin yayılamaması, piyasayı ele geçirememesi, metasını satamaması anlamlarına geldiğini görürüz. Dolayısıyla din her bakımdan modernizm için bir bariyerdir.

 

Modernite ve din ilişkisiyle başlayalım isterseniz. Bu konuya iki cepheden yaklaşılabilir. Birincisi konunun esası itibariyle dine yakın bir analiz olabilir. Diğerinde ise daha çok sosyolojinin alanına girerek içeriği ne olursa olsun herhangi bir dinin, toplumun bir aradalığı açısından ne gibi bir anlam ifade ettiği üzerinde konuşabiliriz.

Modernliği, içinde yaşadığımız modern dünyayı okullarıyla, yurttaşlığıyla ve siyasetiyle birlikte düşündüğümüzde onun çok da işine gelmeyen bir dünyadır dini dünya. İşine gelmeyen, bu yüzden de zaten onun tarafından denetlenmesi gerektiğine inanılan bir dünyadır. Çünkü dindar düşünmek demek, dinî düşünmek demek (bu konu üzerinde yüzlerce tartışma yapılabilir ama) en azından sorgulanmayan bir dünyadır. Allah'ın varlığını sorgulamaya başladığınız zaman dinin sınırları dışına çıkmaya başlıyorsunuz demektir. Modernizm açısından baktığımızda din ne kadar sorgulanamaz kalırsa modernlik o kadar ilerleyememiş demektir.  Bunun kapitalizmle bağlantısını düşünürsek kapitalizmin yayılamaması, piyasayı ele geçirememesi, metasını satamaması anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla din her bakımdan modernizm için bir bariyerdir.

ImageModernite Ötekisini Ehlileştirerek Ele Geçiriyor

Modernlik ise bu bariyeri çok kollu bir şebekeyle aşmaya çalışıyor. Hayatın her alanında dinin yerine geçebilecek bir anlam dünyasından bahsediyoruz modernlik dediğimiz zaman. Yani din eğer vicdansa, kalpse, -sadece bu kadar değil ama- akıl ile kalbin iç içe geçmiş bir bütünlüğü ise modernlik de rasyonaliteyi ön plana çıkarmaya çalışan, daha çok akla dayanmaya çalışan bir dünyadır. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda modernlik Türkiye'de ve dünyanın her yerinde dinî inançları ve düşünceleri marjinalize edip yok etmek, ya da belli bir dar alana hapsetmek istiyor. Kamusal alandan dışlayıp özel alana sıkıştırmak istiyor. Evinizin içinde Hıristiyan da olabilirsiniz veya başka bir dinî kültürü de yaşamaya devam edebilirsiniz ama modernliğin üretmiş olduğu kamusal alanda bambaşka bir hayat tarzını yaşamanız gerekiyor; modernite bize bunu öğretmeye çalışıyor. Modernite bunu bize öğretirken de dini ötekileştiriyor, dışlıyor. Ama bu dışlamanın üzerinde durulması gerekiyor. Çünkü dinin diğer yanda kendisinin bir ötekisi olarak kalması da modernitenin işine gelir. "Bu benim ötekimdir" diyebileceği bir karşıtlığın olması gerekir. Çünkü modernite kendisini o öteki üzerinden inşa edecektir ve mantığını geçerli kılabileceği bir alan oluşturacaktır. Dolayısıyla sürekli bir çatışmadan bahsediyoruz din ve modernite dediğimiz zaman. Çünkü ötekileştirilen insan, grup ve kültür de diğer yandan boş durmuyor. Oyuna dahil olmak istediğini gösteriyor. Bırakalım şimdi bu büyük modernlik kavramlarını felan; en basitinden okula gitmek. Okul bana meşru bir şey olarak gösteriliyor ama okula girmem de başörtülü olduğum için engelleniyor. Ben yine de olduğum halde girmeye çalışıyorum. İşte oluşturulan bu çatışmalı, gerilimli -ve bazen de müzakereli- ortam modernitenin belki de son tahlilde yapmak istediği şeydir esas olarak. Dışarıda kalanlar bir şekilde içeriye giriyor ama bunu bir de öteki türlü okumak lazım; modernite aslında o dışarıda kalanları da  ele geçiriyor. Çünkü onları ehlileştirerek, dönüştürerek içeri alıyor. Bunun en basit örneği olarak şuna bakabiliriz; Türkiye'de hala birçok güçlü tarikat ve dinî cemaat var ama onların da sonuna kadar modernleşmiş olduklarını görüyoruz. Teknoloji ekonomi vs. ile ilişkilerine baktığımız zaman çeşitli cephelerden modernite ile iç içe geçmiş durumdalar. Ve son tahlilde dünya küresel ve kapitalist sistemi içerisinde birçok dindar insanın rol aldığını görüyorsunuz.

Genel anlamda din ve modernite arasındaki bu gerilimli ilişki kendini gündelik hayatın içerisinde; söz gelimi Ramazan ayı özelinde nasıl gösteriyor?

Dinî pratiklerin yoğunluk kazandığı, daha gürnur bir şekilde ortaya çıktığı, hatta toplumsal hayatın görünümlerini değiştirecek kadar önemli olan bir ay olarak Ramazan söz konusu olduğunda da aynı şeyleri görürüz. Hani klasik bir Ramazan nostaljisi vardır ya "Nerde o eski Ramazanlar",  "Nerde o eski bayramlar" diye... Bu nostalji ile kaybedilmiş bir değere atıfta bulunuluyor, kapitalizm  bu kaybedilmiş değeri bile metalaştırıyor. Kapitalizm bunları bile kullanabilir bir örgütlenme.

 

Hani dedik ya modernite ilerleyebilmek için eskiyi ötekileştirmek zorunda. Hani hep dedik ya "O eski Ramazanlar nerde, o eski bayramlar nerde" diye... İşte onları böyle diyerek ötekileştirdiğimiz için bizim alanımıza giremediler. Onları aslında biz ötekileştirdik. O süreç içerisinde Ramazan bayramını şeker bayramı yaptık örneğin. Bayram ziyaretlerinde likörler de içildi…

 

Eleştirmek amacıyla söylemiyorum; benim de hoşuma giden bir sürü şey var. Mesela Sultanahmet'teki Ramazan eğlenceleri... Feshanedeki Ramazan eğlenceleri... Ben oralara gitmekten keyif alıyorum. Orada hoşuma giden bir toplumsallık var: Toplum dindarlığı ve dinsel bir takım tezahürleri vasıtasıyla başka bir dünyanın içinde dolaşmaya başlıyor. Ama ben de sonuçta modern bir insan olarak bundan zevk alıyorum. Feshane ve Sultanahmet'teki Ramazan şenliklerinde dönen hareket, dönen sermaye hareketi sonuna kadar modern. Ama sonuçta o eskiden olup da kaybedildiği söylenen bir şey yeniden gündemde bugün. Hani dedik ya modernite ilerleyebilmek için eskiyi ötekileştirmek zorunda. Hani hep dedik ya "O eski Ramazanlar nerde, o eski bayramlar nerde" diye... İşte bu şekilde ötekileştirdiğimiz için onlar bizim alanımıza giremediler. Onları aslında biz ötekileştirdik. O süreç içerisinde Ramazan bayramını "şeker bayramı" yaptık örneğin. Bayram ziyaretlerinde likörler de içildi.  Ama şimdiki zamanlara geldiğimiz vakit o ötekileştirilmiş Ramazan daha çok modernleşmiş bir Ramazan olarak yeniden karşımıza çıkıyor.

Söz gelimi kola üreticileri bile reklamlarını Ramazana endeksliyor. Top atışı ve gazoz kapağının açılışı gibi iki sembol aynı anda ekrana getirilerek kafamızda örtüştürülebiliyor. Ramazan topunun atılmasıyla kola kapağının açılması aynı şey olarak karşımıza getiriliyor.

O zaman Ramazan bu tarafıyla kapitalizmin içine dahil edilmiştir. Ama bu ayrıca şu demektir; o ötekileştirilmiş dediğimiz, cemaat denen kesim bizzat modernitenin içine girmiştir. Burada kimin kazançlı çıkıp çıkmayacağı kolaylıkla öngörülebilir, kategorize edilebilir, kolaylıkla hakkında yargıda bulunulabilir bir durum değil. Hayatın kendisi böyle zaten; mücadelelerle geçiyor. Ama birileri daha güçlü ve o güçlü olanların damgası bugünkü Ramazanımızın içine de giriyor galiba.

Esas Mesele Toplum Olmak

Peki din bir şekilde müdahil olduğu bu modern hayatta nasıl bir işlev yükleniyor?

Buraya kadar modernite din ve Ramazan ilişkisine genel olarak değindik, genel bir gerilimli ilişki söz konusu burada.  Artık  sosyolojinin alanına girerek spesifik bir şeyler söylemek mümkün. Galiba burada esas mesele toplum olmak.  Günümüzü, gündemimizi işgal eden asıl mesele bu: Ne kadar toplumuz? Mesela ulusal kimliğimizin sorun haline geliyor olduğu, "Biz kimiz?" sorusunun her geçen gün daha farklı yollarla sorulduğu bir zaman diliminde din gene  karşımıza çıkıyor. Ramazan da tam bu sorunsallaştırılan alanda karşımıza çıkıyor. Çünkü toplumun kendisini ifade etmeye çalışırken başvurduğu yollardan biri dindir. "Biz kimiz?" sorusuna din aracılığıyla cevap verilmesi söz konusu burada. Şimdi tabi  blok halinde ve makro bir kavram olarak dinden bahsetmek çok fazla bir şey ifade etmez. Dini gündelik hayatımızın içerisinde bir yerlerde aramalıyız. Bakkaldan içeri girerken "Selamun aleyküm" demek örneğin... O dünyanın kelimeleriyle, Allah'ın selamıyla içeriye giriyor olmak en azından benim o konuştuğum bakkalın kültürüyle bir tür irtibat halinde olduğumu varsayıyorum demektir.

 

Hayatımıza bir ay giriyor. O ayın bütün işaretleri hayatımızı şekillendiriyor. Yani sahurundan iftarına teravihine ve arefesine kadar bizim gündelik hayatımızın içerisinde kullandığımız kelimelere, sergilediğimiz davranışlara doğrudan damgasını vuran bir ay oluyor Ramazan. Yani sonuçta şöyle bir şey oluyor; ben demek ki gündelik hayatta din vasıtasıyla toplumu yeniden üretiyorum. Ya da toplum kendisini yeniden üretirken o işin bir parçası oluyorum.

 

Yani bir tür ortak zemin oluşturuluyor....

Evet, bir otak zemin arıyorum bunu yaparken. İşte birbirimizi iftara çağırıyoruz. İftar saatlerinde başka bir davranış koduna giriyoruz. Pide kuyruğu, bakkaldan yapılacak alış-veriş, iftar sonrasında teravihe gitmek, teravihten sahura kadar geçen sürenin düşünülmesi... Sonuç olarak hayatımıza bir ay giriyor ve o ayın bütün işaretleri hayatımızı şekillendiriyor. Yani namazından ilk cumasına ve son cumasına, sahurundan iftarına teravihine ve arefesine kadar bizim gündelik hayatımızın içerisinde kullandığımız kelimelere, sergilediğimiz davranışlara doğrudan damgasını vuran bir ay Ramazan. Yani şöyle bir şey oluyor; ben demek ki gündelik hayattaki  bu işaretler aracılığıyla toplumu yeniden üretiyorum. Ya da toplum kendisini Ramazan aracılığıyla yeniden üretirken ben de o işin bir parçası oluyorum. Dinin kuruculuk vasfı Ramazan ayında artıyor neticede.

ImageRamazan ve Din Vasıtasıyla Toplum Yeniden Üretiliyor

Modernite ve din ilişkisi başlığında söylediğimiz o alt yapıyı burada tekrar kullanacak olursak şöyle bir şey çıkıyor karşımıza: Benim gündelik hayatta bu toplumu üretmem, gündelik hayattaki ilişkiler içerisinde toplumu yeniden üreten bir birey, bir aktör olmam bütün modernite tartışmalarından soyutlanmış olduğum anlamına da gelmez. Ben artık modernleşmiş bir birey olarak, Ramazan vasıtasıyla, din vasıtasıyla bu toplumu yeniden üretiyorum. Bir zaman ötekileştirilmiş, gettolaştırılmış olan benim dinim, inançlarım, artık bugünkü modern hayat içerisinde getto olmadan, kendi içine kapanmadan, cemaatleşmeden [sosyolojik anlamda cemaat-Ş.E.] modern dünyanın içine giriyorum. Modernleşmiş bireyler olarak dini yaşıyoruz, gündelik hayatımız içerisinde dinin argümanlarını kullanıyoruz. Ve bu dinle beraber toplumu yeniden üretiyoruz.

Fakat şöyle bir şey de var: Din o bütün kavimlerden, etnik gruplardan, ulusal aidiyetlerden bağımsız bir şey olmasına, evrensel bir mesaj taşıyor olmasına rağmen moderniteden bağımsız ilişkiler sergilenmiyor gündelik hayatta.  Örnekle söyleyecek olursak mekansal bakımdan Almanya'daki Türk işçilerinden Bosna'ya, İran'dan Türkiye ve Endonezya'ya uzanan, Afrika'nın nerelerine kadar giden, zamansal bakımdan da 1400 yıl geriye giden, yani hem zamansal hem de mekansal olarak bu kadar geniş bir alanda dört bir kola dağılmış bir hikaye var karşımızda. Ben böylesine bir hikayeden bahsetmeme rağmen yine de modernitenin ulus-devletinin bir bireyi olarak bu dini yeniden üretiyorum gündelik hayatımda. Her ne kadar camilerde bir yerlerde tüm din kardeşlerimizle bir tür dayanışma içerisinde olsak da ben bunu modern Türkiye'de yapıyorum.

Akla ve Bilime İnanılmaz

Ramazan dışındaki hayatımıza baktığımızda dinin o moderniteyle ilişki kurduğu alanların dışında başka birtakım özellikler daha çıkıyor. Çünkü modernleşiyorsak eğer, modernlik bize kendi inançlarını da bir yandan öğretiyor.  Mesela akla inanmak... Akıl sadece bir şeyleri görmek için bir araç olmaktan çıkıyor, inanılan bir şey haline geliyor. Bizzat akla inanıyoruz, bilime inanıyoruz.  Aslında bu iki kelime bir araya geldiğinde çok tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Dine inanırsınız, Allah'a inanırsınız, zaten inanç üzerine kuruludur din. Ama akla inanılmaz ki. Akıl sadece bir araçtır. Akla inanmak otomobile inanmak gibi bir şeydir. Akıl sadece pratiğe dairdir. Bir sorunla karşılaştığınızda onu çözmek için kullanırsınız aklı, o inanılacak bir şey değil ki. Bilime inanmak da aynı şekilde... Sonuçta burada  eski dünyanın -moderniteye göre eski dünyanın- kavramlarını kullanıyoruz; modernite kendisini inancın yerine, Kur'ân'ın ve Allah'ın yerine koymak isterken onlara nasıl inanıyorsak kendisine de öyle inanmamızı istiyor. Modernite mekanda ve zamanda genişleyen bir aidiyet duygusu yerine çok daha sınırlı bir aidiyet duygusuna inanmamızı öğretti bize. Üniversitelerin bir tür tapınak haline gelmesi örneğin... Ülke sathındaki herkesin aynı şekilde giyinmesi, aynı dili konuşması, modernitenin şartları doğrultusunda aynı şekilde sosyalize olması beni Endonezya, Fas ya da Bosna'daki Müslüman kardeşlerimle bir ortak duygu birliğinden uzaklaştırdı. Çok daha sınırlanmış bir duygu birliğine itti. Ama ben sonuçta duygusuz biri de olmadım. Modernite de bana bir duygu öğretti dinin öğrettiği duygudan farklı olsa da. Dolayısıyla modernite aslında sadece akıl da değildir bu tarafından baktığımızda. Modernitenin kendisi de bir inançtır. Kendisi de bir duygu durumu öğretiyor. İşte biz Müslüman kimliğimizle, sosyolojik olarak toplum diye bir şey yapmaya çalışırken bir taraftan da geleneklerimizden kalan, neredeyse toplumsal genlerimize işlemiş olan inanç meselesinin başka tezahürleri modernlik vasıtasıyla ortaya çıkıyor. Ve biz bu yüzden başka şeylere de kutsallık atfetmeye başlıyoruz. Kanımızın üstün olduğuna inanıyoruz, Türk olarak üstün olduğumuza inanıyoruz vs. Hani asıl kutsallar indirilen Kur'ân'dı, Hz. Muhammed (sav)'in kişiliğiydi?.. Hani Kâbeydi bizim için kutsal olan?..

Biz oraya (Kâbe'ye) her yıl bir defa gidiyorduk. Bir şeyin etrafında tavaf ediyorduk, orayı dünyanın, arzın, duygumuzun, kalbimizin merkezi olarak yaşıyorduk. Modernlik ne yapıyor peki? O da bize başka bir takım kâbelerin etrafında tavaf etmeyi, az önce zikrettiğimiz başka bir takım sembollere inanmayı, onları kutsallaştırmamızı öğretiyor. Biz Türk ve Müslümansak eğer böyle Türk ve Müslümanız demek istiyor. Bizim Müslümanlığımız, yani ortalama toplum Müslümanlığı moderniteyle birlikte var oluyor galiba.  Bu toplumu toplum yapan hikaye demek ki sadece dinden gelen bir aidiyetle yaşanmıyor. Evet, o aidiyet var ama bunun aynı zamanda o modernlik koşullarında biçim değiştirip başka şeylerle eklemlendiğini görüyoruz. Modernitenin öğretmiş olduğu duygularla eklemlenmiş bir varoluş ortaya çıkıyor.

Modern birey demek çıkarlarını savunan adam demektir. Kendi özerkliğini, kendi tekliğini inanılmaz bir güç olarak gören birinden bahsediyoruz modern birey derken. Ramazanda oluşan dünya vasıtasıyla da ben o çıkarcı modern dünyayla arama mesafe koyuyorum. Ya da en azından bunu yoğun olarak düşündüğümden böyle bir potansiyel ortaya çıkıyor.

 

Peki, genelde din özelde Ramazan ayı modern dünyayla kurduğumuz ilişkiler açısından alternatif bir fırsat olabilir mi?

Buraya kadar modernitenin getirdiği zıtlıklar ve kutuplaşmalardan bahsettik. Ama bu işin bir de çıkar meselesi var. Modernitenin içerdiği başka bir düzlemden de bahsetmeliyiz. Bu düzlemdeki hikaye de şu; çıkarlarımızla biz modern oluyoruz aslında. Modern birey demek çıkarlarını savunan adam demektir kabaca.  Kendi özerkliğini, kendi tekliğini inanılmaz bir güç olarak gören birinden bahsediyoruz modern birey derken. Aslında bu bir kurgu. Böyle bir şey yok. Mümkün değil. Bir insan tek başına var olamaz, bir şeyler yapamaz. O insan ancak başkalarıyla beraber bir anlam ifade edebilir. (Zaten modern bireyin kuruluşunda bir sürü problem vardır ve onlar başka meselelerdir.) Sonuçta burada bir çıkar var. Toplum olurken biz bir yandan çıkarları da öğreniyoruz. Sendikanı kur, oy ver vs. diye bize telkinde bulunulurken bunlarla çıkarlarımızı savunmamız öğütleniyor aslında. Sadece bu güzel kelimeler altında da olmuyor tabi her şey, çalarsın da çırparsın da, mafyalık da yaparsın, ihale de koparırsın bu çıkarcı mantığa göre.  Rüşvet verirsin gibi hikayeler de bunların beraberinde gelen bir durum ayrıca. Demin bahsettiğimiz o ideal durum ise hiçbir zaman mutlak olarak var olan bir şey değil. Akla dayalı böyle bir çıkarlar dünyasında en iyi üretimi yapmak, en çok parayı kazanmak için de en çok çalışan olmak gerekiyor. Modernite tüm bunların olduğu bir dünyadan bahsederken, din çıkarların olmadığı başka bir dünyadan bahsediyor. O dünyada çıkar olarak düşünülebilecek şey de en fazla yarın öbür gün öldüğünde cennete gitmek hesabı olabilir belki salt bir dindar bakış açısıyla baktığımız zaman.  Ama tabi din de sadece bu kadar basit bir hesap değil. Çünkü gündelik hayatta ben başka şeyler yaşıyorum dinî açıdan. Ramazan ayında da şöyle bir şey oluyor: Toplumsal bir yeni anlamlar dünyası, işaretler dünyası ortaya çıkıyor. Ramazanda oluşan dünya vasıtasıyla ben o çıkarcı modern dünyayla mesafe koyuyorum arama. En azından bunun yoğun olarak düşünülmesinden dolayı böyle bir potansiyel ortaya çıkıyor.  Bu genelde sadece Ramazan için de geçerli değildir. Ortodoksların Azvazvazil törenlerinden Yahudilerin Şabatına ya da yine Müslümanların Cumasına... Hepsi için geçerli bir durum sayılabilir. Ben orada bir birliktelik içine giriyorum. Cemaat haline geliyorum.

Benliği topluluk içinde eritmek yani...

Evet, aynen öyle. Yani benim o rasyonalist, bencil, çıkarcı modern hayatımın dışına çıkmam için fırsatlar aslında bunlar.  Her dinde buna benzer uygulamalar var. Böyle bir takım ayinler yapmak, ritüellere girmek alternatif bir dünyanın imkanlarını aramak anlamına geliyor.  Camilerde "Ey müminler, Ey kardeşler" diye hitap edilmesi aslında o benim var olduğum, ait olduğum modern dünyamın içindeki prangalardan kurtulup başka bir şeylerin, işaretlerin yoğunlaştığı bir alana davet edilmem demektir. Dolayısıyla okullarda ve başka yerlerde varlığımı bir yerlere armağan ederek, ödevler yüklenerek, bir kurban kültürü yaşamaya sevk ediliyorsam, o ödevleri ezberleyip ben oluyorsam,  bunun dışında da başka bir hayat var demektir dinî alanda. Yani her Türk kendini kurban etmek zorunda değil modern dünyaya ait alanlara. Allah'a kurban etmek çok daha makbul bir şeydir. Kişinin kendini Allah'a adaması her türlü otoriteyi de reddetmesi anlamına geliyor ve bu dayanışmanın kendisi, modernitenin sosyalizasyonundan, modernitenin kıskacından özgürleşmek demektir aslında. Alternatif bir özgürleşme alanı oluşturmak yani. Tabi bu idealde olan bir durum. Kişinin kendini dünyadan tamamen soyutlaması, kendini tamamen Allah'a adaması gibi bir şey bireysel açıdan pek mümkün değildir ama bunun bir işaret olarak bir kenarda kalması, en azından şu gün yürüdüğüm yolda attığım adımların dengelenmesini sağlayan bir şeydir. Yani "Ne kadar para kazanacağım", "Paramı dolara mı yoksa başka bir şeye mi yatıracağım" gibi kaygılarla attığım adımlarımı öte yandan bu işaretlerle de dengelememe imkan var. Din de bu yüzden modernizmin işine gelmiyor; onun kapitalist sistemini sekteye uğratma potansiyeli var çünkü.

 

Gayr-ı Müslimlerle Müslümanların bir araya geldiği iftar sofralarında şöyle bir mesaj verilmiş oluyor: “Ben barış içerisinde bir arada olmak istiyorum, birileriyle bir arada ortak bir duygu yaşamak istiyorum, kimse bunu kopartmasın. Ben barış istiyorum.” Bu da Ramazan vasıtasıyla ortaya çıkan incelikli bir ruh halinin göstergesidir.

 

Biraz daha gündelik hayatın pratiklerine gelecek olursak; mesela iftar sofraları toplumsallığımız açısından bizim için ne ifade eder?

Şimdi genellikle eş-dost iftar yemeklerinde bir araya gelirler ama ilginç olan bir şey var; kamusal alanda bildiğimiz iftarlardan çok daha farklı pratikler gerçekleşmeye başladı. Mesela Müslüman cemaatler, Müslüman kurumlar ve insanlar Gayr-ı Müslim kesimden insanları iftara davet ediyorlar. Ya da tersi oluyor mesela... Gayr-ı Müslimler Müslümanlara iftar yemeği veriyor.  İşte burada karşımıza son dönemlerde yaşadığımız onca çatışmalara, işlenen cinayetlere rağmen Ramazan vasıtasıyla bir araya gelebilme imkanının var olduğu çıkıyor.  Toplumumuzda son zamanlarda görülen bazı olaylardaki (cinayetler ve suikastlar) "toplum olmama" "olmak istememe" eğiliminin aksine Ramazan ve dinin bu gündelik pratikleri vasıtasıyla bir arada olabileceğimiz vurgulanıyor.  Bu iftarların anlamını şöyle özetleyebiliriz; "Ben barış içerisinde bir arada olmak istiyorum, birileriyle bir arada ortak bir duygu yaşamak istiyorum, kimse bunu kopartmasın. Ben barış istiyorum." 

Ramazan Ruhumuzu İnceltmek İçin Bir Fırsat

O sofralarda bir duygu paylaşımı yaşanıyor:  Şunu düşünelim mesela; Gayr-ı Müslim kimse o sırada oruç tutmuyor, ama karşısındaki Müslümanı anlayıp bir şeyler yemiyor, bir duygu ortaklığı ortaya çıkıyor. Müslüman da o kişinin oruç tutmadığını biliyor ve hani o zaman zaman karşımıza çıkan "Oruç tutmayanları şöyle şöyle yapalım" şizofrenisinden çok daha başka bir şey çıkıyor meydana. Bu çok takdire şayandır. İncelikli bir ruh halinin göstergesidir. Belki de en doğru tabirle ruhumuz inceliyor bu sofralarda... Ramazan ruhumuzu inceltmek için bir fırsat oluyor.

Ya Ramazan Etkinlikleri?

Her ne kadar kapitalizm Ramazanı bile kullanmak istiyor felan desek de yine de Feshane ve Sultanahmet örnekleri bambaşka. Sultanahmet özellikle inanılmaz duygulu bir yer. Yani insan orada sadece Ramazanda yaşayabileceği bir şeyler yaşıyor. Gidiyorsun tanımadığın bir sürü insanla aynı anda, karşı karşıya dip dibe kaşığın elinde vaktin gelmesini bekliyorsun. Bu, bir maçın başlamasını beklemek gibi bir şey de, muhteşem bir gösterinin başlamasını beklemek gibi bir şey de değil.  Ben orada ortak bir duyguyu yaşıyorum. Yaşanması beklenen o ortak şey bir duygu. Yani bir görsel zevk falan da değil. Aynı zamanlarda beraberce aç kaldık ve şimdi o açlığımızı dindirecek maddi ve ardından ruhani bir şeyler bekliyoruz. Ortaklaşıyoruz.  Bütün farklılıklarımızla birlikte ortaklaşıyoruz.

Din modernite tarafından kamusal alandan özel alana itilmek isteniyor dedik. Fakat Ramazanda da dinin toplumsal pratikleri ön plana çıkıyor ve bu şekilde din kendine kamusal alanda yeniden yer açıyor. Burada bir gerilim oluşması söz konusu olabilir mi?

Ramazan ayında bir de bakıyorsunuz hani o en modern, en seküler yayın organlarında bile baştan aşağı Ramazan sayfaları hazırlanıyor. Bütün o seküler kesimler inanılmaz dini bütün insanlar haline geliyorlar. Halbuki şimdiye kadar onlara göre din özel alana itilmesi gereken, kamusal alandan dışlanması gereken bir şeydi. Bu olay aslında denetleme, manipüle etme kaygılarından ileri geliyor. Bir de tabi bunun çok basit bir sebebi var; kâr sağlama, daha açık söylersek çıkar sağlama. Onların mantığı da şudur; Ramazanda insanlar kendilerini daha dindar hissettiklerine göre onların taleplerini karşılayacak ürünler sunmak lazımdır.  Gazeteler de bunu yapıyor kola üreticileri de...

Bir yandan da bazıları için inanılmaz bir korku unsurudur bu. O kadar sosyalleşen, o kadar kamusallaşan bir hareket var çığ gibi büyüyen. Aynı zamanda girmiş olduğu o yeri nasıl elinde bulunduracağını öğrenen bir hareket bu. Müslümanlık tam da bu kapitalist mantıkla çalışan, modernist mantıkla çalışan bütün o kampların, organların Ramazan sonrası paniğine de neden oluyor. Sonuçta bu duygular Ramazan sonrasında pat diye sönmüyor ve kamusal alana girmiş bir din olgusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz uzun vadede. Burada ciddi bir paradoks var. Hem kullanmak istiyorsunuz çıkarlarınız doğrultusunda, ama kullanmak istediğiniz şey sizin için bir tehlike de oluşturuyor zamanla.

 

Ramazan ayında bir de bakıyorsunuz hani o en modern, en seküler yayın organlarında bile baştan aşağı Ramazan sayfaları hazırlanıyor. Bütün o seküler kesimler inanılmaz dini bütün insanlar haline geliyorlar. Halbuki şimdiye kadar onlara göre din kamusal alandan dışlanması gereken bir şeydi. Bu olay aslında denetleme, manipüle etme kaygılarından ileri geliyor.

 

Mesela Ramazan çadırları önemli bir pratik örnek. Tamam Ramazanda birileri gazete köşelerine kimi dindar isimleri taşıyor, onlara âyetleri hadisleri yorumlattırıyor ve modernistler olarak dinî hayatın içerisine giriyorlar. Bu bir çıkar ilişkisi doğrultusunda gerçekleşiyor ama iftar çadırlarında durum başkadır. İftar çadırları herhalde o gerginliğin tam da kristalize olduğu bir yer, bir pratik olarak var oluyor.  Çünkü, modernistler yani pozitivist inanca sahip olanlar Müslümanlık oyunu oynuyorlar. Çünkü dertleri o Müslümanlık halinin cemaat olarak tezahür etmemesi. Ama iftar çadırlarında başkaca, o kontrol ve manipüle mekanizmasının dışında bir şeyler oluyor. Cemaat duygusu çok daha güçlü bir şekilde kuruluyor orada. 

Camiye gitmek örneği o modernist zihin için bir tehlike değil, çünkü insanlar her zaman camiye gider. Ama iftar çadırları çok daha Ramazana ve toplumsallığa özgü bir şey.  Ve iftar çadırları bu kesimin kontrol edemediği bir şey. İnsanlar orada camilerdekinden de farklı bir duygu yaşıyorlar. Camide sadece manevi, ruhani, çok daha yükseklerde bir takım duygularla baş başa kalırsınız. Ama iftar çadırlarında en aşağıdan, karnınızı doyurmaktan başlıyorsunuz. En insani duygularınızdan birini tatmin ediyorsunuz önce. Daha sonra bu en dipten en yükseğe, Allah'a ulaştıracak manevi duygular yaşanıyor. Camilerde sadece üst düzey bir duygu varken, iftar çadırlarında en aşağıdan en yukarıya kadar çok farklı duygular peş peşe yaşanıyor. Diğer zamanlarda başka bir takım gerekçelerle göstermelik olarak da camiye gidilebilir, namazda başka şeyler de düşünülebilir... Orasını bilemiyorsunuz vs. Ama iftar çadırındaki pratik baştan sona bir hareket içerisinde, dünyalıktan ruhani olana kadar yükseliyor. İşte oradaki dinsellik modernistler tarafından manipüle edilemez, çünkü insanı baştan aşağı kuşatıyor.  Ve bazı çevrelerin iftar çadırlarına bu kadar saldırmasının sebebi de budur. Oradaki duygunun dışarıdan kontrol edilemezliğidir. "Dinciler iftar çadırlarıyla yoksul halkımızı kandırıyorlar, aldatıyorlar." gibi söylemlerde bulunulması buradan kaynaklanıyor. Ama hayır. İnsanlar oraya öncelikle karınlarını doyurmak için -belki de başka fırsatları olmadıklarından- gidiyorlar. Ancak orada sınıf farkı ortadan kalkıyor. Çok daha başka bir dünyanın pratikleri gerçekleşebiliyor. Ayrıca iftar çadırlarında yemek vermek, oralara sponsor olmak kapitalist dünyanın içine girdiğimde, sermaye hareketine katıldığımda işlediğim bazı "günah"lar için de bir vesile oluyor belki. Fabrikalarındaki insanlara en ufak bir sosyal hak vermeyen, onları acımasızca çalıştıran insanlar da iftar çadırlarına sponsor olarak belki de kendilerine bir çıkış yolu buluyorlar. Tabi bu da kapitalist ve çıkarcı bir din anlayışı... 

Bir de Ramazan ayında yoğunluğu artan bir olay var: Türbe ziyaretleri. Bir sosyolog olarak bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben açıkcası bu konuya biraz daha gülerek bakıyorum. Ama bu gülmeyi sakın bir alaycılık olarak algılamayın. Yani daha hoşgörülüyüm gibi bir şey.

Bu olaylar karşısındaki değerlendirmelere gelecek olursak; iki türlü tepki var başlıca. Bir tanesi "Hurafe bu" diyerek, "Bu kadar da olmaz" diyerek her türlü aşağılamayı, dalga geçmeyi yapıyor.  Bir bu var.

İkincisi ise Müslüman entelektüller ve alimler tarafından verilen bir tepki. İslami açıdan bakarak "Bunlar Kur'ân'da yoktur, hurafedir, yapmayın böyle şeyler" diyerek ders veren bir tepki.

Birincisini bir defa hiç ciddiye almıyorum çünkü onlar baştan kaybediyorlar. O şekilde bakma hakkına bile neredeyse sahip değiller.  Çünkü sen hem Müslümanlıkla ilişkini alabildiğine çıkarcı ve kapitalist mantıkla kuruyorsun, sonra kalkıp İslam'ın içine girerek bunun doğruluğunu tartışıyorsun. Bu hakka sahip değilsin. Müsümanlığı bir defa ciddiye almıyorlar. Bu yüzden ben de onların tepkilerini ciddiye almıyorum.

 

Ve asıl önemli olan şu: Modernizm o insanlara bir şey dayattığı için onlar türbelere gittiler. Alternatif bir şeyler ürettiler. Kendilerine orada bir yaşam alanı kurdular/kuruyorlar. Oradaki hikaye şu: “Eğer türbe modernizme ait değilse ben de onun değmediği bir yerde kendimi var ediyorum.”

 

Öbür tarafa gelelim biz. Tamam İslami külliyatın içine girdiğinizde böyle bir şey yok. Bir türbeye cüzdan sürtmek, bir ölüden hayır beklemek gibi bir şeyler yok. Ama iyi de senin o insanlara böyle diyor olman, onlara doğruyu öğretiyor olmanda bir hata yok mu acaba? Bir üslup hatan yok mu burada? Yani böyle yukardan bir şeyler öğretir pozisyonunda olduğunda, hele de üslubun da tepedense modernistlerden hiçbir farkın kalmıyor.  Çünkü modernistler de bana hep bir şey öğretmeye kalktılar, at başörtünü dediler. Osmanlıca kelimelerini unut dediler. Şunu kullanma, şu hayat tarzından vazgeç dediler. Biz Kur'ân'ı böyle yorumladık, gel bunu oku dediler. Modernizm bunu yaptı.  Bu ikinci tepkiyi verenler, tepeden üsluplarını muhafaza ettikleri sürece modernistlerle aynı hataya düşmüş olacaklardır.

Ve asıl önemli olan şu: Modernizm o insanlara bir şey dayattığı için onlar türbelere gittiler. Alternatif bir şeyler ürettiler. Kendilerine orada bir yaşama alanı kurdular/kuruyorlar. Oradaki hikaye de şudur: "Eğer türbe modernizme ait değilse ben de onun değmediği bir yerde kendimi var ediyorum."

Yani itikadi boyutunun dışında bu olayı sosyolojik bir hareket olarak, insanların modernizmin dayattığına alternatif bir yaşam alanı oluşturmaları şeklinde okuyorsunuz.

Tabi ama oraya giden insan ben sosyolojik veya kültürel bir şey yapmak için gidiyorum demiyor; inanarak gidiyor.  Ben bu kültürel ritüellerin kendilerini yargılamaktan çok, onları mahkum etmekten çok, onlarla konuşarak, onlarla biraz daha diyalojik bir irtibat kurarak konuya yaklaşma eğilimindeyim.  Yoksa zaten sen istediğin kadar bir doğruyu va'z etmeye çalış senin doğrun yine sadece senindir.

Peki, onları buralara sevk eden denetlemeci ortam bir gün ortadan kalkıp normalleşme süreci başlarsa, bir rahatlama yaşanırsa bu tip olaylar da artık ortadan kalkar mı?

Evet, tabi ki... Bu çok genel bir rahatlama sorunu aslında.  O modernist sistem benim değerlerimi, dillerimi şimdiye kadar tabiri caizse adam yerine koymadı. Buna karşılık ben de bunlar bu kadar değersiz değil diyor ve tepki veriyorum. Amerika'daki siyah-beyaz kavgası da aynen bu şekildeydi. Siyahların özgürlük hareketi "siyah güzeldir" sloganıyla başlamıştı. Halbuki yok böyle bir şey, ne siyah ne de beyazda güzellik. Burada bir tepki var. Dolayısıyla Telli Babaya, Oruç Babaya gidenler de böyle bir tepki veriyor. Oraya gittikten sonra "Ben bunu bir sürü faydasını gördüm" demeyi de öğreniyor o insan.  "Türbeye gittim, kısır gelinim doğurdu", "Oğlum istediği okulu kazandı", "Faydasını gördüm" diyor insanlar.

 

Bu olaylar (türbe ziyaretleri) kaybedilen bir anlam dünyasının izlerini aramaya dair inanç bir bakıma. Eskiden bir anlam dünyam vardı. O anlam dünyamda mahalledeki imamım, kadım, büyüklerim, yaşlılarım gibi bir bütünlük vardı. İşte artık bana bazı şeyleri verecek medreseler, alimler olmadığı için ben de onlardan kalmış bir takım bilgi türlerini başka bir şekilde yaşatmaya devam ediyorum demektir bu ziyaretler bir bakıma.

 

Ayrıca şöyle bir şey de var; hastalık, sağlık, iyileşme vs. gibi şeyler sadece modern tıbbın hikayesi değil ki. Başka bir takım iyileşme yöntemleri de var.  Fizyolojik bir açıklaması olmayan, artık ona inanç mı denir, duygu mu denir, manyetik alan mı denir bilmem ama bir sürü iyileşme yolu var. Çünkü bilgi dediğimiz şey sadece modern bilgi değil. Rüya dediğiniz şeyi anlayabiliyor musunuz? Freud bize bir takım şeyleri açıklamaya çalıştı diye her şey bitti mi ki?.. Hayır bitmedi. Orada başka bir takım hikayeler var. Neden açıklanamayan dünya kadar olay var?  Muhtemelen modern bilginin yetmediği yerlerde başka bir takım öğrenme, hissetme gibi başka bir takım yollar var. Eğer benim kültürümde böyle bir şey varsa gidip türbeden bir şeyler beklemenin de yolları açılıyor demektir.

Bu olaylar kaybedilen bir anlam dünyasının izlerini aramaya dair inanç bir bakıma. Eskiden bir anlam dünyam vardı. O anlam dünyamda mahalledeki imamım, kadım, büyüklerim, yaşlılarım gibi bir bütünlük vardı.  İşte artık bana bazı şeyleri verecek medreseler, alimler olmadığı için ben de onlardan kalmış bir takım bilgi türlerini başka bir şekilde yaşatmaya devam ediyorum demektir bu bir bakıma. O bilgi çarpılıyor çarpılmıyor bu başka bir tartışma konusudur ama ben orada bir şekilde o bilgiyi yaşatıyorum. Belki o bilgi çok orijinal halde olmuyor ama sonuçta bir ilişki kuruyorum.

Özetleyecek olursam şöyle bir şey demek istiyorum; Modernlikle bu kadar radikal bir karşılaşma yaşamadan önce bizim bilgilenme türlerimiz çok farklıydı. O bilgilenme kültürü artık meşru değil çünkü onun kurumları kaldırıldı; tekkeler, medreseler kapatıldı. Fakat toplumu bir günden ikinci güne değiştiremiyorsunuz. Travmalar yaşatıyorsunuz ama bende ve benim geleneğimde hikaye devam ediyor. E dolayısıyla ben de medreseye ya da tekkeye gidemediğim için türbeye gidiyorum çünkü türbeler kapatılmadı. Eğer onlar da kapatılsaydı ben başka bir yere gidecek, başka bir yol bulacaktım. Sovyetler birliği örneğine bakalım; dağıldıktan sonra dünya kadar kilise ve cami çalışmaya başladı. Ne oldu nasıl oldu bu iş? Yıllarca yasaktı bunlar ve nasıl birdenbire tekrar ortaya çıktılar yok olmadan? Dinsizleşmeyi öğreten o totaliter devlet yönetimi altında insanlar kendilerine bir yol bulmuşlar. Her ev içerisinde cami diye düşünülen bir yer oluşturulmuş. Sadece o köşe cami olarak düşünülüyor. Orada ibadetler yerine getirilmeye devam ediyor.  Yani insanlar değişime ve dayatmaya karşı kendi önlemlerini alıyorlar, yapabildikleri kadarını yapıyor, yaşayabildikleri kadarını yaşıyorlar.  En azından hayatta kalmaya çalışıyorlar ve bu da çok insani bir şey olsa gerek.


Bu uzun söyleşiden sonra daha önce hazırladığımız sokak röportajlarını izleyen Ferhat Kentel, sorulara verilen cevaplardan hareketle gündelik hayattaki  Hz. Peygamber algısı hakkında şu yorumlarda bulundu:

 

Sokak Röportajlarını İzlemek İçin Tıklayın

 

Gördüğüm kadarıyla daha modern dünyanın içinde dolaşılıp sorulmuş sorular bunlar. Ve o dünyanın içerisinde aslında din meselesinin bizzat kendisinin gayet güler yüzle gayet normal bir şekilde konuşulabilecek bir mevzu olduğu ortaya çıkıyor. İşte gündelik hayat bu. Gündelik hayatta karşımıza bir imge geliyor; Hz. Muhammed (sav) soruluyor. Ve evet onun hakkında konuşuyorum. Bu kadar basit. Gündelik hayatın içerisinde herhangi bir problem yok. Ama demin dediğim gibi din modernizm tarafından bir ötekileştirme, kutuplaşma nesnesi olarak kurgulandığında iş çığırından çıkıyor galiba. Yoksa çok sıradan insanlık hikayeleri bunlar.

Fakat oradaki yorumlarımız farklılaşıyor. O küçük gündelik yorumlarımızdan da büyük siyasal görüşler inşa ediliyor galiba. İşte "Neye binerdi?" "Nasıl giyinirdi?" gibi sorulara verilen cevaplarda görüldüğü gibi biz dini kafamızın içindeki sosyallik dairelerine göre yorumluyoruz.  Hangi sosyalizasyondan geçtiysek ona göre yorumluyoruz.  Örneğin dini modernleştirdiysek kafamızda o görüşe uygun olarak O'na ceketler kravatlar giydiriyoruz kafamızda. Kapitalist mantık içerisinde yüzüyorsak O'na Cadillaclar  yakıştırıyoruz örneğin. Ama "Bizim gibi otobüse binerdi, metroya binerdi" dediğimiz zaman çok daha benim hikayem ortaya çıkıyor. O sıradan hikaye çıkabiliyor ortaya. Bu konudaki görüşlerim kabaca bu kadar ama çok hoştu izlediklerim.

Ferhat Kentel Kimdir?