Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

İnsan Ayaktadır

11 Ekim 2010 Pazartesi Dosyalar / Ramazan ve Bayram


İnsan ayaktadır. Ayakları üzerinde dimdik göğe yükselir. İnsan göğe yakın duran varlıktır. Toprak nasıl bedenin, hayvani olanın simgesi ise, gökler de meleksi ve aşkın olanın simgesidir. İnsan topraktan gelir ve göğe yükselir. Dinî bakış açısına göre ilahî, manevi ve aşkın olan o kadar yüksektedir ki bakış onu kuşatamaz, oysa ‘düşmüş' dünya ayaklarımızın altında uzanır.  Duruşumuz, toplumsal iletişim biçimi olarak da anlamlıdır. Kendimizi başka insanların yanına nasıl taşıdığımız, onların yanında nasıl durduğumuz, hem bizim duygusal durumumuzu ele verir hem de o kişiyle aramızdaki güç ilişkisini ifade eder. Hürmet ettiğimiz, korktuğumuz, yaranmak istediğimiz insanların karşısında ellerimizi bağlar, omuzlarımızı içe çekeriz. Ruhsal açıdan çökkün hisseden birisinin omuzları düşer. Özgüvenimiz yerinde olduğunda daha bir dikleşiriz.

İnsan zamanda yaptığı her şeye kendi üslup ve anlamını katabilir. Bu yönüyle de hayvandan farklılaşır. Hayvanlar da beslenir, ama insanlar yemek yer. İnsanların pençeleri yoktur, ağızlarını besine gömmek suretiyle de yemezler. İnsanlar besinlerini ağızlarına yükseltir, o ağız ki aynı zamanda konuşmanın yani aklın organıdır. Ağız yüzün merkezinde yer alır ve insan gülüşü, bakışı ve ifadeleriyle yüzünden tanınır. İnsanlar besini ağızlarına dikkatle götürür. Bunun için besin ve yüz arasında bir mesafe yaratacak araçlar kullanır. Böylece kişi yemek yerken kendisinin ve gülümsemesinin görülebilir olarak kalmasını sağlar. İnsan, hediye verir. Sevdiğimiz insanlara yemek ikram etmekle yakınlaşırız, dostluk şöleninde, yârenlik sofrasında sadece ekmeğimizi değil duygularımızı da bölüşürüz.

Oruç, bizi ayaklarımızın üzerinde dimdik kılan İlahî Kudret’e, “Farkındayız” demektir, “Bedenimizin ve ruhumuzun;  açlık ve tokluk, yokluk ve varlık, ölüm ve dirim arasında yaptığı yolculuğun farkındayız. Ve işte bu bilinçle, sadece Senin karşında eğiliyoruz!”

Yemek, çoğu kültürde törenlerle bezeli bir sosyal ve sıklıkla da dinî bir eylem olagelmiştir. Yenilip içilen şeylerdeki farklılıklar, farklı hayat tarzlarının ritim, beklenti ve özelliklerini yansıtır.  O yüzden sadece beslenmek için yemeyiz, gıdalarımız bizim için ahlaki ve manevi bir anlam da taşır. Akıl sahibi varlık olarak insan; konuşmalardan, tatlardan, nezaket ve konukseverlikten de beslenir. O halde yemek yemeyi bunlardan ayırmak onun toplumsal anlamını gözden kaybetmek anlamına gelir. Kendisinin farkında olan, dost yüzüne gereksinen, uygarlık oluşturan bir varlık olarak insan; ruhun bir kafesi olarak bedeninin, dünyevi ve hayvani yanının ötesine taşmak ister. Dostlarımızı yemeğe veya iftara çağırırız, konukseverlikle yemek yemeyi bütünleştirmemiz dostluğa duyduğumuz ihtiyaçtandır. Yemeğin sonunda şükretmek suretiyle salt hayvan olan doğamızı aşmak yolunda soylu bir arzu duyarız. Güzel bir yemek, kâinatı kuşatan güzelliği yeniden fark etmemizi sağlar. Nimeti verene şükrederiz. Şükran duymakla aslında O'nun sofrasında oturduğumuzu ve nimetin asıl sahibinin farkında olduğumuzu ifade etmiş oluruz.

Günümüzde ailelerin dahi bir sofra etrafında buluşmadığına, atıştırmanın ve tabir caizse tıkınmanın, yemek yemenin önüne geçtiğine tanık oluyoruz. Televizyon karşısında atıştırılan yemekler, yemeyi beslenmeye dönüştürüyor. Hapır hupur yenen yemek, hem onu hazırlayan insan emeğini değersizleştiriyor hem de bizim adımıza feda edilen bitki ve hayvanların hayatını. Modern zamanlarda adeta suni ve gerçek dışı olana tutsak olmuş durumdayız. Hızlı besin kültürü bedenin ihtiyaçlarını gideriyor ancak ruhun ihtiyaçlarını, yemekle gelen anlam duygusunu görmezden geliyor. İştahı doyuruyor ancak tekdüzeliği ve mekânsız, kimliksiz ve şölensiz oluşuyla, anlam ihtiyacımızı ıskalıyor. Oysa yerli yemeklerimiz kimliğimizin bir parçasıdır. Yurt dışında kalışımız uzadığında pek çoğumuz kuru fasulyeyi, dolmayı özleriz, usulünce demlenmiş bir çay burnumuzda tüter. Özenle hazırlanmış, emek verilmiş ve bir sofra etrafında paylaşılmış yemeklerin hakiki bir aile hayatı için vazgeçilmezliğini, yemeğe misafir buyur etmenin dostluğu nasıl zenginleştireceğini, bu hızlı besin çağında daha çok hatırlamalıyız.

Yediğimiz yemek karşısında hissettiğimiz şükran duygusu, bizi kuşatan o sınırsız ihsan ve cömertliğe verdiğimiz mütevazı bir karşılıktır. Materyalist hayat görüşü masamıza ekmek koyabilir koymasına ama yemenin ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olmaz. Bize bağışlanmış olan nimetlerin ifade ettiği o derin anlamı kavramak,  böyle ihtiyaç içinde bir bedende yaşamanın utanılacak bir şey olmadığını ve bizim insan olarak dik ve ayakta duruşumuzun, yönümüzü güzele, iyiye, doğruya ve kutsala döndürdüğünü kavramak demektir.

Oruç, bizi ayaklarımızın üzerinde dimdik kılan İlahî Kudret’e, “Farkındayız” demektir, “Bedenimizin ve ruhumuzun;  açlık ve tokluk, yokluk ve varlık, ölüm ve dirim arasında yaptığı yolculuğun farkındayız. Ve işte bu bilinçle, sadece Senin karşında eğiliyoruz!”