Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kaf: Damarın Şah'ından da Yakın



Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.

Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.

Diriliş, asıl uyanış, geçmişin sorgulanmasıdır. Belki bu yüzden istenmiyor. Geleceğin, yeni baştan bir hayatın oluşturulmasıdır. Bir imkândır. Ele geçmesi mümkün olmayan bir nimet! Şöyle ki ilk hayatında insan, bizzat kendi elleriyle, kendisine ikinci bir hayatı hazırlar.

Yine ilk yıllarda düşmüş bu arınma sözleri, bu yağmurlar...

Belki benim/ senin de kendini bilmeye başladığı ilk yıllarına düşecek. Ya da bizde daha evvel hiç olmadığı kadar ilkliği, başlangıçları, yenilikleri, ilkellikteki o safiyeti gün yüzüne çıkaracak. Ruhsal ürpertiler, iç üşümeleri, titreme/ kendine gelmelere neden olacak. Kimbilir.

Gökten atanmış elçiler ve Son Peygamber sana bunları söyledi. Kitaplar ve sorumluluk bilinciyle kendiliklerinden gönüllü ulaklık yapanlar vesilesiyle de hâlâ söylemeye devam ediyor. Tepki hemen çoğu zaman şu oluyor: “Onun bizden ne farkı var? Beni etkisi altında çaresiz bırakan, aklımı şaşırtan hiçbir olağanüstü özelliği yokken, şimdi durup dururken nasıl inanayım? Vaaz, nasihat, sorumluluklar... Gelemeyeceğim hiç birine.”  “Gelememe” nedenin ise peygamberlerin ve onların izleyicilerinden sözü; doğru, sözü; din/ ahlak olanların -üslup problemi olanlar hariç- paylaşımcı iyilik sözcülerinin senden üstte maddi veya manevi bir ayrıcalık, bir üstünlükte olmamaları oluyor. Hakikatin peşinde isen bunun sorun olmaması gerekir.

İçinizden birilerinin, hiçbir maddi manevi üstünlüğe dayanmadan, bir makam, bir mevki adı, esrarengiz bir yanı, seni ezen ve silen emrivaki tutumu, salınımlı dini kisvesi, manevi soyluluk iddiası, keramet zenginliği veya en başta -söz sahibi olmayı hak edecek- bir serveti olmaksızın, kalkıp bu söylemle senin karşına çıkmasını tuhaf buluyorsun. Asıl söyleminin muhtevası önemli olması gerekirken... Yadırgıyorsun. Küçümsüyorsun. Dinlemeye değer bulmuyorsun. Düşünemiyorsun ki bir yere yaslanmadan bu söylemi sana taşıyorsa, o söylem tam da kalbindeki samimiyetten, asıl güç kaynağı olan imandan kaynaklanıyordur. Kaybedecek bir şeyi yoktur. Kazanmayı da planladığı da senin gönlünden başka bir şey değildir.

 “Kâf. Düşün bu yüce ve özlü Kur’ân'ı! Onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar ve bu hakikat inkârcıları: "Ne tuhaf bir şey bu!" diyorlar.” (1-2)

“Ben gibi biri, içimizden biri işte” diyerek dinlemeyişin kendini de küçümsediğini, kendine de değer vermediğini gösteriyor.

Geçmişin bir tekrarısın eğer böyleysen. Geçmişte de öyleydi... Son Peygamber’in “diğer ölümlüler gibi yiyip içen ve çarşı pazar dolaşan” biri olması ve “yalın, normal insani özellikler” sergilemesi, çağdaşlarının söze değer verip vermeme ölçülerini etkiliyordu. Hiçbir olağanüstülüğün, esrarın olmadığı duygusu sözüm ona, o saf(!) inanma isteklerini yerle bir ediyordu. Böylesine dini bir konunun, tutup doğrudan akla seslenmesi ve bir dizi sorumluluk yüklemesi de asıl kaçıran yanıydı şüphesiz.

İlginç bir yaklaşımdır bu. Düşün bir, sözün kendisi mi yoksa sözü söyleyen mi etkilidir? Senin gibi ölümlü, benzerliklerinize rağmen senden farklı olan bir ruhu, aynı sosyal ve kültürel yapıdan geldiğiniz için mi kale almıyorsun? Sözü dikkate alma ve inanma gücünü tetikleyen püf noktan nedir? Özellikle maddi değerler açısından aşağılık kompleksine kapılmanın etkisiyle mi dikkate alıyorsun söylem sahibini ve sözünü? Seni bu kadar etkileyen ekonomik, siyasi, sosyal bir statüyse, o özellikteki herkesin sözü sende doğrudan etkiliyse, sözün muhtevasını hiçe sayıyorsun demektir.

Hadi itiraf edelim bunu; bir sözün değeri gerçekte neye bağlıdır bizim nazarımızda?

Söyleyenin seninle aynı statüde, sen gibi, içinizden biri olması seni mutlu edeceği yerde rencide ediyor. İçinizden birinin daha çok düşünen, daha çok sorumluluk bilincine sahip olması ve bu yüzden yerinde duramaması, doğruları dayatmaksızın paylaşması tuhaf geliyor.

Sözün asıl değeri kendi muhtevası, içeriğidir. Söz değerini ilkin ve her zaman muhtevasından/ içeriğinden alır. Sonrasında içeriğin taşıyıcısı olan sunumundan, üslubundan...
Daha sonra sözü söyleyene bakılır. Elbette mevkiine vesaire değil. Sözü ile aynı çizgide bir yaşam sergileme samimiyet ve gayretine. En nihayetinde söz sahibinde bu son özellikler olmasa bile sözün muhtevası, anlamıdır aslolan. Hakikat kendi kaynağından kaynar. Şahsın kendisinden değil. Şahıs hakikati sözünde, söyleminde ve karakterinde taşıyabildiğikadar taşır. Öte yandan sözün, ilgili ihtisas sahibince sarfında, ehil olması oldukça güven verici olsa bile yine de sözün nihai muhtevası ve dayandırıldığı temeller esastır.

Ne yazık ki genellikle söz den ziyade söyleyene bakılır. Genel olarak hakikat merkezli değil, şahıs merkezli bir tutum yaygındır. Sözün muhtevasından, sunumundan çok söz sahibi ve sahibinin özellikle maddi değerler bağlamında üst konumda olması sözün dikkate alınmasında oldukça çok etkilidir. Toplumda servet ve statü sahiplerinin kitleler tarafından sözü dinlenen, çoğu zaman da tartışmasız söz sahibi olmaları gibi. 

Buna sahip olmayanlarınsa başka türlü bir ünvanları da yoksa söz kendi başına ne kadar içerikli, ne kadar doygun ve doğru olsa da geri planda görmezliğe, duymazlığa itilir. Kale alınmaz. Ciddiye alınmaz. Ötelenir. Sokağa yansıyan “paran kadar konuş” yaygın deyimi de bunun bir ifadesidir.

...


Sen de haklısın fakat kendince. İçinde, en temelinde içgüdüler, arzular ve aklınla çatışmaların... Sağındaki ve solundaki sen arasında, iki sen arasında kalıyor, bocalıyorsun. Senden sana kaçabilme istidadın var fakat.

Bu ve buna benzer nedenlerle peygamberlerin elçiliğini dikkate almıyorsun. Fakat diğer bütün varlık, evren de aynı elçiliği yapıyor. Faninin sonuna hazırlanırken ‘şimdi’yi, gününü, anını, en iyi, en sorumlu, en duyarlı yaşamanı istiyor. Gözlerinin önünde canlı canlı, sürekli yenilenmelerle bir düzenlenip bir bozularak. Bir kurulup bir yıkılarak...

"Neden [ve nasıl olur da] biz öldükten ve toz toprak haline geldikten sonra [yeniden diriliriz]? Bu, gerçekleşmesi mümkün ve muhtemel olmayan bir dönüştür!” (3)

Dirilişle kavgası nedir insanın? Dirilişi neden inkâr eder? “Ben dirilmek istemiyorum” mızmızlığının kökeninde ne vardır? Bir insan yeni, henüz yaşanmamış, sıfır bir hayatı neden istemez?

Diriliş, asıl uyanış, geçmişin sorgulanmasıdır. Belki bu yüzden istenmiyor. Geleceğin, yeni baştan bir hayatın oluşturulmasıdır. Bir imkândır. Ele geçmesi mümkün olmayan bir nimet! Şöyle ki ilk hayatında insan, bizzat kendi elleriyle, kendisine ikinci bir hayatı hazırlar. Bir ömür süresi vardır. Diriliş, ikinci bir ömürdür. O bitmesine çok üzüldüğün hayatın bir aradan sonra devamı, yeni baştanıdır. Yeniden gençlik, yeniden yaşanmamış yepyeni gıcır gıcır aylar, yıllardır diriliş.

Ne var ki Kaf, insanın dirilişi inkârda ısrarcı olduğunu söylüyor. Sen ya da ben dirilişi inkâr ediyoruz. İnkâr ediyorsun. Israr da ediyorsun inkârda. Hâlbuki bu ısrarın ve inkârın kozmoza bakıverdiğinde, o kadar anlamsız bir çelişki oluyor ki bu çelişkiye takılıp kalmış olman seni kozmoz karşısında gülünç duruma düşürüyor. Yani akıllı biri olarak seni...

Dünya hemen her gün, her an gözlerinin önünde ölüp ölüp dirilir, yeniden yeniden yaratılıyorken sen kalkıp dirilmenin bir daha mümkün olmadığını iddia ediyorsun ya... Bu dünyanın akıllısı ve sorumlusu olarak seni dünya önünde zor duruma düşürüyor. Dünya senin gibi bir varlığa teslim edilmiş olmayı, sorumlusunun sen olmasını hazmedemiyor bazen haklı olarak ve hırçınlaşıyor. Mevsimlerinin değişmesi belki de bu hırçınlığın ifadesidir. Yer yer yerinden kalkıp gitmeyi istemesi, fevri gibi görünen bu tutumları belki de senin sorumsuzluklarına katlanamayacak duruma gelmesinin bir yansımasıdır.

Ne dersin?

Evren seni uyarıyor. Sakin sakin de, beklenmedik hareketlerle de...

Vazgeç bu sevdasızlıktan...

Göğe bak! Yeryüzüne bak!

Öyle çok uzaklara gitme!

Beninin sana fısıldadığı çelişkilere, gel-gitlere, bir doğru bir eğrileri bırak da sen; damarının şahına bak! Yakınlıkların uzakta kalacağı yakınlığa bak! Eğiliver içine, kendine bak!

Gerçek şu ki, insanı yaratan Biziz ve onun iç-benliğinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.” (16)

Sen de haklısın fakat kendince. İçinde, en temelinde içgüdüler, arzular ve aklınla çatışmaların... Sağındaki ve solundaki sen arasında, iki sen arasında kalıyor, bocalıyorsun. Senden sana kaçabilme istidadın var fakat.

Damarının şahında ağırladığın O Yakın’ına sığınırsan...

“Ve böylece, ne zaman tabiatında mevcut iki eğilim, sağdan soldan çatışarak karşı karşıya gelseler, insanın söylediği her şeyde yanıbaşında mutlaka bir gözetleyici bulunur. 

Ve sonra, ölüm kâbusu, kendisiyle beraber [asıl] gerçeği de ortaya koyacaktır; işte bu, ey insan, senin her zaman kaçtığın şeydir!

Ve [yeniden diriliş] sûru, [sonunda] üflenecektir: işte o, bir uyarının gerçek olacağı Gün'dür. 

Her insan, [kendi geçmiş] iç dürtüleri ve vicdanı ile ortaya çıkacak ve ona, "Sen" denilecek, "bu [Hesap Günü]nü umursamıyordun, ama şimdi Biz senin gözündeki perdeni kaldırdık, bakışın bugün artık daha keskindir!" (17-21)