Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Âmâ Ama Ayna: Abdullah b. Ümmü Mektûm

27 Kasım 2014 Perşembe Sonpeygamber.info / Yazarlar


Urve'nin Aişe'den naklettiğine göre Abese ve tevellâ suresi âmâ olan Abdullah bin Ümmü Mektum hakkında nâzil oldu. Şöyle ki:

“Bir gün Hz. Peygamber'in yanına geldi ve 'Ey Allah'ın Resulü beni irşad et' diye talepte bulundu. O sırada Rasûlullah (sav)’ın yanında müşriklerin ileri gelenlerinden biri (Velid bin Muğire) vardı. Abdullah bin Ümmü Mektum'a cevap vermedi. O ısrar ettikçe ondan yüzünü çeviriyor ve öbürüne yöneliyordu: “Söylediklerimde bir beis görüyor musun?” Velid bin Muğire: "Hayır!" diye cevap veriyordu. (Abese) sure(si) bunun üzerine indi.”


Hakikat şu ki hakikat zayıfların elinde diye zayıflamaz. Hakikat güçlülerin elinde olunca da güç kazanmaz. Yani ki hakikat kuvvete tenezzül etmez. Haber budur ve çok tazedir!

Abdullah bin Ümmü Mektum bir âmâdır.  Hz. Aişe'den gelen rivayetin açıkça belirttiği üzere Abese Sûresi'nin ilk ayetlerinin iniş sebebidir. "Ekşitti o yüzünü ve dönüp uzaklaştı/geldi diye âmâ…" Mekke'de tebliğin ilk dönemlerine denk gelen zor yıllarda indirilen sure, mesajını Abdullah bin Ümmü Mektum'u merkeze alarak başlar. Son Peygamber'in 'göklü Söz' etrafında gelişen, vahiy nehrinin yatağında akan hayatına bakışta öncelikli bir köşe taşıdır. Rabb-i Rahim'in seçip de önümüze koyduğu bu sahne, insanın kendisini seyredeceği bir aynadır. Görmediği için ayna-sahnede merkeze yerleştirilen Abdullah bin Ümmü Mektum'un aynası görmediklerimizi görmeye çağrıdır. Abese Suresi, bir göz açma d/okunuşudur.

1. Ayetin iniş sebebi olan sahnede üç kişi vardır. Birincisi, Peygamberimiz, ikincisi Peygamberimiz’in o sırada muhatap olduğu, iman eder umuduyla şefkatle üzerine titrediği, Mekke'nin ileri gelenlerinden Velid bin Muğire, üçüncü kişi ise ikinci ayetin haber verdiği üzere, konuşmanın üzerine gelen âmâ sahabe Abdullah bin Ümmü Mektum'dur. Ayet, üç kişinin karıştığı olayı dupduru aktarıyor bize. "O suratını astı ve dönüp uzaklaştı, geldi diye âmâ…"  Ayetin "o" diye kastettiği açık değildir. "O" zamirinin işaret ettiği iki aday vardır: a) Hz. Peygamber b) Velid bin Muğire. Acaba hangisi? Belli değil…

2. "O" zamiriyle kastedilen belli değilse, bunun belli bir sebebi vardır. Kur'ân'da bir ifadenin belirsiz olmasının sebebi ihmal değildir. Söz sanatında belirsizliğin de belli bir amacı vardır. Huruf-u mukatta gibi… Kur'ân'daki çoğu "hu"/"o" zamiri, birden çok yöne bakar. Abese'de, murad-ı ilahî her iki tarafın da "yüz ekşiten" sanılması olmalı. Ayetin vermek istediği zamanlar üstü mesaj, yüz ekşitenin kim olduğu değil, örnekleri başka zamanlarda da görülebilecek bu sahnenin ahlakıdır. İnsanlık icabı sonraları da tekrarlanacak bunun benzeri sahnelerde,  "âmâ geldi diye"  âlemlere rahmet Hz. Peygamber'in yüz ekşitmesi ile statüsünün derdinde olan Velid bin Muğire'nin surat asması arasında fark vardır. Birincisi, eğer yüz ekşittiyse, aşkından, tebliğ telaşından yüz ekşitir. İkincisi, kibrinden surat asar. Görünüşü aynı olsa da, farklı sebeplerden kaynaklanan bu davranışın eleştirisinden farklı ahlakî mesajlar çıkacaktır. Bu mesajlar bir yana, bir insana-hele de görmüyor diye-surat asmak, kibir ve gururdan değil, şefkat ve hamiyetten bile olsa, Allah'ın hoşlanmadığı bir haldir. Bu mesaj buraya ve şimdiye aittir.

3. Klasik müfessirlerin çoğunluğu bu ayette "o" diye kastedilenin Hz. Peygamber olduğu görüşündedir. Velid bin Muğire'nin müslüman olması halinde, müminlerin önemli bir destek alacağını umarak, İslam'ı anlatmaya odaklanmışken, tamamen şefkatinden, Abdullah'ın, belli ki olayı görmediğinden, araya girmesiyle yüzünü ekşitmiş olması beklenir. Bu yüzden Allah Resulü'nün uyarılmış olması beklenir. Bu uyarı herkesin gözü önünde gerçekleşir. Lakin böyle ikaz edildi, it'ab edildi diye Hz. Peygamber'in itibarına bir halel gelmez. Aksine, her kulun savrulabileceğini ima eder. Bizlere Hz. Peygamber'in de "bizden biri" olduğu gerçeğini fısıldar. Kul ve elçi olarak Hz. Peygamber'in bize "Nasıl hatasız kul olunur?"un yollarını öğretmesi beklenemez. "Hatadan nasıl dönülür, nasıl özür dilenir, nasıl tövbe edilir?" dersi vermesi beklenir. Demek ki Abese'nin ilk ayetleri bize Hz. Peygamber üzerinden "Nasıl kul olunur?" dersini vermeyi hedefliyor. Bu ders buraya ve şimdiye aittir! Tarihî değil hayatî önem taşır.

4. Abese'nin ilk ayetlerinde uyarılanın Hz. Peygamber olması, Hz. Peygamber'in vahyin insanlığa ulaştırılmasındaki sadakatinin belgesi olarak okunmalıdır.  Hz. Peygamber'in [asm] bu kabilden aleyhine başka ayetler de vardır. Hz. Peygamber'e Kur'ân'da yapılan it'ablar bahsi nazik bir konudur. Ancak sonuç mesajı nettir: Allah'ın Elçisi'nin kendi aleyhine olan ayetleri bile olduğu gibi aktarması, Kur'ân'ın diğer ayetlerinin doğruluğunun sağlamasıdır. Şu halde, konumuz Hz. Peygamber'in bu ayetlerde ikaz edilip edilmediği değildir; Hz. Peygamber'in it'ab edilse bile vahye sadık kaldığı gerçeğidir. Dersimiz "O kendisine vahyedilenden başkasını söylemez" ilkesidir.

5. Abese'de uyarılanın, Hz. Peygamber'in o sahnedeki muhatabı Mekke'nin ileri gelenlerinden, nüfuz sahibi Velid Mugire olması da muhtemeldir. "O (Velid bin Mugire) astı suratını ve dönüp uzaklaştı âmâ geldi diye…" mealiyle okunursa ayet, kibrin ve statü kaygısının hakikati dinlemenin, gerçeğe uymanın önüne geçtiği mesajını alırız. Ki bu da evrensel bir olgudur. Her dönemde ve her yörede, gerçeği benimseyenlerin toplumsal statüsü yüzünden -bir de buna âmâ olmak bir engellilik hali de eklenince- aşağılandığı vakidir. Hep böyle oldu, böyle olmakta ve böyle olacak. Hakikat şu ki hakikat zayıfların elinde diye zayıflamaz. Hakikat güçlülerin elinde olunca da güç kazanmaz. Yani ki hakikat kuvvete tenezzül etmez. Haber budur ve çok tazedir!

6. "Surat astı ve dönüp uzaklaştı…" diye uyarılanın Hz. Peygamber olduğunun delili olarak, Hz. Peygamber'in, Abdullah bin Ümmü Mektum'a, her karşılaştıklarında, "Ey kendisi yüzünden Rabbimin beni uyardığı kişi…" diye hitap etmesi gösterilir. Buradan Hz. Peygamber'in ilk ayetlerdeki uyarıyı kastettiğini çıkarmak mümkündür ama bir alternatif daha var. Zira Abese'nin 3. ve 4. ayetlerinde doğrudan -vahyin ilk muhatabı olarak- Hz. Peygamber'e "Sen nereden biliyorsun ki o arınacak ve hatırlatılan kendisine fayda verecek?" diye bir uyarı zaten var. Hz. Peygamber'in "Rabbim beni uyardı" diye hatırlatma yapmasına bu iki ayetteki Rabbanî sitem yeter. Birinci ve ikinci ayetlerdeki uyarının muhatabı olması gerekmez. Bu uyarı, Rabbani şefkati hatırlatır bize, şimdi ve buraya dair bir ders verir. Hz. Peygamber'in Mekke'nin seçkinini öncelediği için ikaz edilmesi, tebliğde seçkincilik yapılmayacağının dersidir. Zenginler ve nüfuz sahipleri tebliğde kasten öncelenemez. Onların imkânlarına ihtiyacı yoktur gerçeğin. Ne kadar acil ve güncel bir mesaj, değil mi!

7. Birinci ve 2. ayetler ile 3. ve 4. ayetlerde açık bir hitap farklılığı var. Birinci ve ikinci ayetlerde söz konusu edilen kişi "o" zamiriyle anılıyor. "O surat astı ve dönüp uzaklaştı, âmâ geldi diye…" [1,2] Üçüncü ve 4. ayetlerde ise hitap ikinci tekil şahsa yöneliktir: "Sen nereden biliyorsun…" Buradan hareketle, ilk iki ayette gıyabında konuşulanın Velid bin Muğire olduğu, "sen" diye yüz yüze hitap edilenin Hz. Peygamber olduğu düşünülebilir. Bu durum, ilk iki ayette sözü edilenin Velid bin Muğire olduğu tezini destekler; doğru. Ama şu da var ki, Kur'ân'ın bir çok yerinde, hiç beklenmedik biçimde, konuşma kuralları ihlal edilerek, aynı cümlenin akışında kip değişiklikleri görülür. Bunun en çarpıcı örneği Fatiha'dadır; üçüncü tekil (o) şahıstan ikinci tekil şahsa (Sana) geçiş gibi… Kevser Suresi'nde ve İsra Suresi'nin ilk ayetleri de bu kip değişikliği ile çok özel anlamlar ifade eder. Bu tür şaşırtıcı geçişler bir belagat inceliğidir. Okuyucuya o sırada ölü bir metin okumadığını, kendisini her yandan kuşatan, bazen karşısına geçip yüz yüze konuşan, bazen de etrafını sarıp dış ses olarak konuşan bir Mütekellim'in varlığını ihsas eder. Varsayalım ki 1. ve 2. ayetlerde "o" diye sözü edilen Hz. Peygamberdir. Üçüncü ve 4. ayetlerde "ey sen" diye hitap edilen yine Hz. Peygamber demiştik zaten. Aynı kişiye niye iki ayrı kiple hitap edilir? Çok güzel bir nedenle… Birinci ve 2. ayette "yüz dönmüş" bir kuldan söz edildiği için! Pekâlâ mümkündür ki, bir kulundan yüz dönmüş diğer kuluna, o kulundan yüz dönmüş olarak hitap eder Allah. Yani, "sen yüzünü astın ve dönüp uzaklaştın" demez de "o yüzünü astı ve dönüp uzaklaştı…" der. Kuldan yüz dönmenin karşılığı, Rabbinin kulundan yüz dönmüş olarak konuşmasıdır.

Sosyal medyada (facebook, twitter vs.) muhatabımızın yüzünü göremediğimiz, muhatabımızın da yüzümüzü göremediği bir deneyim yaşarız. Tam bir Abdullah bin Ümmü Mektum sahnesidir bu. Bizi görmeyen muhatabımız Abdullah bin Ümmü Mektum rolündedir. Nasılsa görünmüyoruz diye, nasılsa yüz yüze bakmıyoruz diye birer Abdullah bin Ümmü Mektum olan muhataplarımıza gerçekte olduğundan çok daha kolayca surat asıyoruz. Kolayca dönüp uzaklaşabiliyoruz. Daha kırıcı konuşabiliyoruz. Daha hoyrat olabiliyoruz.

8. Ayetlerde kimin uyarıldığı konusu tarihsel bir olaydır. Ama biz biliyoruz ki, Kur'ân'da bir olay seçilerek bize anlatılıyorsa, karşımıza ayna olsun diye konulur. Said Nursi'nin Yunus (as) ve Eyyub (as) kıssalarını yorumlarken öğrettiği yöntemi izleyelim. Soralım bize hitap eden Rabbimize: "Bizden önce olan bitenler arasından niye bu olayı seçip aktarıyorsun?" Belli ki o sahnede olup bitenleri duymamızı istiyor Rabbimiz. O sahnede, yüzüne karşı yüz ekşitilen kişi bir âmâdır. Âmâ kendi yüzüne surat asıldığını göremez. Belli ki, âmânın görmeyişi yüz ekşitenlere yüz ekşitmeyi kolaylaştırır. Görmeyen birine yüz ekşitmenin riski yoktur. Ama göz göre göre yüz ekşitmek duygusal bir çatışmayı göze almaktır. Hukuku çiğnenen, aşağılanan, küçümsenen ve hafife alınan kişi hesap sorabilir. Fakat âmâ biri kendisine surat asana hesap soramaz. Bir insana, sırf görmüyor diye, gören birine kolayca yapılmayacak bir hareket yapılıyorsa, o hareketi yapan (surat asan) kişi sadece kulların/yaratılmışların görmesini ciddiye alıyor demektir. Oysa kulları görür ve görünür eyleyen Allah'tır. Kullardan önce Allah'ın görmesi ciddiye alınmalı ve gözetilmelidir. (Ne güzel tevafuk ki bu olayda, surat ekşitilen kişinin adı 'Abdullah'tır.) Ayetler, kimse görmediği için, en önemlisi, kendisine surat asılan da göremediği için asla gün yüzüne çıkmayacak bir olaya bizi şahit tutarken, "Allah görür!" diyor. Dahası, "Allah'ı görün!"diyor. Mesaj şimdi ve burada. Çok taze ve sarsıcı: "Allah'ın kulu görmese de kulun Allah’ı görür. O halde, yüzünüzün şeklini Allah'ın ‘abd’inin görmesine göre değil ‘abd'in Allah'ının görmesine göre ayarlayın. Allah'ın gördüğünü görerek yaşayın!"

9. Abese Suresi'nin mesajı sanal görüşmelerin hükmettiği çağı sarsacak güncellikte… Abdullah bin Ümmü Mektum'un aynasında sosyal medyadaki ahlak erimesini görüyoruz. Sosyal medyada (facebook, twitter vs.) muhatabımızın yüzünü göremediğimiz, muhatabımızın da yüzümüzü göremediği bir deneyim yaşarız. Tam bir Abdullah bin Ümmü Mektum sahnesidir bu. Bizi görmeyen muhatabımız Abdullah bin Ümmü Mektum rolündedir. Nasılsa görünmüyoruz diye, nasılsa yüz yüze bakmıyoruz diye birer Abdullah bin Ümmü Mektum olan muhataplarımıza gerçekte olduğundan çok daha kolayca surat asıyoruz. Kolayca dönüp uzaklaşabiliyoruz. Daha kırıcı konuşabiliyoruz. Daha hoyrat olabiliyoruz. Sırf muhataplarımız Abdullah bin Ümmü Mektum gibi âmâ olduğu, yani yüzümüzü görmedikleri için… Ya da tersi oluyor. Kolayca surat asılıyor bize. Hemencecik yüz dönülebiliyor yüzümüzden. Abdullah bin Ümmü Mektum'un yerinde olduğumuz için. Abese ve tevellâ diye uyarılan biziz biz!

10. Allah'ın özenerek yarattığı insan yüzüne yüz ekşiten, o yüzden yüz çeviren, gerçekte Allah'ın sanatından yüz çevirir. Kimseler görmüyor diye yahut görse bile kimseler kınamıyor diye bir insan yüzüne yüz ekşitmek, yüzün yüzündeki güzelliğe âmâ olmak değil de nedir? En yoğun esma-i hüsna tecelligâhı olan yüze yüz ekşitmek, 'vechullah'a tavır almaktır. Yaratıcı'nın emeğini azımsamaktır. Sanatkâr'ın ihtimamına kör olmaktır. Kaldı ki, "Ne yöne dönersen dön, Allah'ın vechini bulacaksın orada…"