Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur'ân'ın Peygamber Dudaklarından Mushaf'a Uzanan Hikâyesi

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar

"Rasûlullah'ın sahabesi, pervane böcekleri gibi ateşe atılıyor. Bundan sonra çıkacak her fırsatta da atılmaya devam edeceklerinden endişeleniyorum. Kur'ân'ın taşıyıcısı, hafızı olan bu insanlarla birlikte Kur'ân da kaybolma tehlikesi yaşıyor."

Image

Yorgun İslâm ordusu Medine'ye giriyor. Yalancı peygamber Müseylime'nin başlattığı isyanı bastırmak üzere gittiği Yemame'den dönen ordu, İslâm başkentinde büyük bir coşkuyla karşılanıyor. Zira sayılarla ilişkili rivayetler çeşitliyse de, oran olarak müminlerin birkaç katı olduğu anlaşılan isyânkarlara karşı verilen savaşın sonucu, mucizevi bir zafer olarak yorumlanıyor. Bu zafer, irtidat hareketlerinin belini büküyor ve tüm Arap Yarımadası'nın Medine'ye yeniden biat etmesinin önünü açıyor. Medine'nin coşkusu da bu yüzden.

Ancak Medine'nin coşkusuna, asık yüzüyle gölge düşüren biri var ashab içinde: Ömer b. Hattab. Ordunun önünden gelen ulakların ulaştırdığı bilgilerle derinden sarsılmış Ömer. Savaşın seyrinin Müslümanlar lehine dönmesinde Hameletü'l-Kur'ân olarak tanınan yaklaşık üç bin kişilik bir kıtanın gösterdiği cesaretin payının büyük olduğunu söylüyor gelen raporlar. Ve aralarında Kur'ân bilgisi yüksek çok sayıda sahabenin şehit düştüğünü naklediyor gelen haberciler. Yemame Savaşı'nda şehit düşenler arasında, Suffe ehlinden olan ve Hz. Peygamber'in Kur'ân öğrenilecek dört kişiden biri olarak tavsif ettiği Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Sâlim b. Ma'kil de var. Savaş sırasında düşen sancağı, yakındakilerin itirazlarına rağmen kaldırmış ve düşmanın sayıca üstünlüğü karşısında bunalmış Müslümanları yüreklendirirken şehit düşmüştür Sâlim. 

Tüm bu haberlerle sarsılan Ömer b. Hattab, Halife Ebû Bekir'in huzurunda alır soluğu. Sâlim'den başlayarak son savaşta şehit düşen sahabinin isimlerini sıralar bir bir halifeye. Peygamber'in ümmetine ve insanlığa emaneti olan Kur'ân'ın az sayıdaki hafızlarından olduklarına dikkat çeker.

O büyük emaneti koruma altına almak gerektiğini savunurken Ömer, kısa bir tereddüt geçirir Ebû Bekir. Zira Hz. Peygamber'in uygulamasına karşı gelme endişesi vardır içinde. Ancak Resûlullah'ın, kendisine indirilen vahyi, sağlığında etrafındakilere yazdırdığı gerçeğini de göz ardı edemez.

"Resûlullah'ın sahabesi, pervane böcekleri gibi ateşe atılıyor. Bundan sonra çıkacak her fırsatta da atılmaya devam edeceklerinden endişeleniyorum. Kur'ân'ın taşıyıcısı, hafızı olan bu insanlarla birlikte Kur'ân da kaybolma tehlikesi yaşıyor."

O büyük emaneti koruma altına almak gerektiğini savunurken Ömer, kısa bir tereddüt geçirir Ebû Bekir. Zira Hz. Peygamber'in uygulamasına karşı gelme endişesi vardır içinde. Ancak Resûlullah'ın, kendisine indirilen vahyi, sağlığında etrafındakilere yazdırdığı gerçeğini de göz ardı edemez. Keza, Akabe biatında da o vakte kadar inmiş olan ayetlerden müteşekkil bir deste metnin Medinelilere verildiği ve İslâm'ın Yesrib'de bunların tilâveti aracılığıyla yayıldığı da herkesin malumudur.  

Uzun sürmez halifenin ikna olması. Ancak sadece hafızaya güvenilmemesi yönünde bir şart koşar. Halifenin emri doğrultusunda yazılı ayetler toplanacak ve her bir ayet en az iki ayrı şahsın muhafaza ettiği yazılı metinlere dayanacaktır. Bu şekilde Mescid-i Nebevî'de toplanan malzemenin üzerindeki metinlerin, ayrıca Hz. Peygamber'in huzurunda mukâbele edilip edilmediği ve hafızların ezberleriyle uyumlu olup olmadığı da kontrol edilecektir.

Peygamber mescidinde böylece farklı malzemelerden yapılmış yüzlerce metin birikir. Biriken malzemenin miktarı o zamanın insanını, mahiyeti ise bugünün insanını şaşırtacak ölçüdedir. Zira vahyin sürdüğü yıllar boyunca, yazılı kültüre uzak olan Arapların, inen Kur'ân ayetlerini ezberlerine almaları tabii bir süreçtir. Hatta özel bir gayret göstermeksizin, Kur'ân'ın hepsini birden ezberleyenlerin sayısı, o günkü nüfus yapısı dikkate alındığında hayli kabarık bile sayılabilir. Bunlar arasında kadın sahabilerin sayısının da hiç de azımsanmayacak miktarda olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte, Arap toplumunda okuryazar sayısının hayli az olduğu ve bunların önemli bir kısmının da dış dünya ile irtibatı daha yoğun olan Kureyş'e mensup bulunduğu bilinmektedir. Bugün bilinen Arap harflerinin Kureyş'e Hz. Muhammed'den bir nesil önce girdiği şeklindeki rivayet dikkate alındığında, okuryazarlık seviyesinin düşük olması yadırganmamalıdır.

Öte yandan belki de asıl ilginç olan, sözlü geleneğe dayalı böyle bir toplumda vahyin Hz. Peygamber'in arzusu doğrultusunda kayıt altına alınma çabasının, Kur'ân'ın her ayetine en az iki kez şehadet edecek ölçüde yazılı malzemenin üretimine sebep olmasıdır. Dahası, Hz. Ömer'in İslâmiyet'i kabul edişini anlatan rivayet, bu kayıt seferberliğinin, vahyin daha ilk dönemlerinden itibaren başlamış olduğunu ortaya koymaktadır. Yine dikkate değer bir husus da, Hz. Peygamber'in vahyin kayda alınması esnasında, o zamanlar pek yaygın olmayan ve "be" ile "te" gibi birbirine benzer yazılışı olan sesleri ayırt etmekte kullanılan noktalama işaretlerine (rakş) özellikle dikkat edilmesini istemiş olmasıdır.

Diğer yandan neticede yazının fazlaca gerekmediği bir toplumda başlatılan bu kayıt seferberliği, alışageldiğimiz yazı malzemelerinden çok daha farklı bir çeşitliliği mümkün kılmıştır. Aralarında Hz. Peygamber'in eşlerinden Hz. Ömer'in kızı Hafsa'nın da bulunduğu kırk kadar vahiy katibinin, Resûlullah'ın dudaklarından ayetler dökülürken kayıt altına aldığı ve bilahare de Peygambere okudukları vahyin kaydedildiği malzeme listesi, şaşırtıcı zenginliktedir: Develerin kürek ve kaburga kemikleri, tabaklanmış deri parçaları, yaprak şeklinde düz ve yayvan taşlar, hurma dallarının başta orta damarı olmak üzere uygun kısımları, çömlek parçaları, tahta, parşömen ve nadiren de papirüs.

 

Öte yandan belki de asıl ilginç olan, sözlü geleneğe dayalı böyle bir toplumda vahyin Hz. Peygamber'in arzusu doğrultusunda kayıt altına alınma çabasının, Kur'ân'ın her ayetine en az iki kez şehadet edecek ölçüde yazılı malzemenin üretimine sebep olmasıdır.

Ebû Bekir döneminde girişilen bu yoğun çalışmanın, söz konusu malzemeler üzerine kaydedilmiş olan ayetlerin tespit edilip bir araya getirilmesinden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraları, Hz. Ömer'in vefatını müteakip kızı Hafsa'ya bıraktığı metinlerin de, bu çalışmanın derlenmiş bir nüshası olduğu bilinmektedir.

Genişleyen İslâm coğrafyasının baş şehrinde Kur'ân nüshalarının bir araya getirilmesi maksadıyla yaşanan bu hummalı çalışma, tabii olarak Allah kelamının eskisi gibi ağızdan ağıza, ezberlenerek yayılmasına yön veremeyecektir. Hz. Peygamber zamanından itibaren farklı okunuşlarına müsaade edilen Kur'ân'ın bu farklı okunuşları, Allah kelamının telaffuz edildikleri coğrafyanın, onun indiği coğrafyadan uzaklaşmasıyla bir dizi problem ortaya çıkmış; İslâm'la yeni tanışan ve Arapça'nın derinlik ve çeşitliliğine vâkıf olmayan toplulukların varlığı da bu problemin boyutlarını artırmıştır.

Gerçekten de, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde halifeye kadar taşınan bir vâkıa, bu meseleye el atılmasının zaruretini ortaya koymaktadır. Söz konusu olay, bugünkü Erzurum taraflarına yapılan bir seferden dönen Suriye ve Irak kökenli askerler arasında başgöstermiş; Kur'ân'ın okunması sırasında Ubeydullah b. Ka'b ile İbn Mesud okunuşları arasındaki farklardan kaynaklanan kavga, tarafların birbirini küfür ile itham etmelerine kadar gitmiştir.

Bu üzücü vâkıa, halife Hz. Osman'ı endişelendirmiş ve yine Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında bir heyet, Hz. Ebû Bekir döneminde takip edilen metoda yakın bir yöntemle yeni bir nüsha kaleme almış ve sonuçta derc edilen bu mushaf, Hafsa'daki nüshayla kontrol edilmiştir. Ayetler, Hz. Peygamber'in vefatından önceki son Ramazan'da, üst üste iki kez yaptığı mukabeledeki sıraya uygun olarak sıralanmış ve elde edilen mushaf, çoğaltılarak İslâm topraklarının başlıca şehirlerine gönderilmiştir. Yaygın Kureyş ağzına uygun ve vahiy katiplerinin önemli bir kısmının metinleriyle uyumlu bir şekilde üretilmiş olan bu mushafın ortaya çıkarılmasıyla, diğer okunuşlara uygun olarak kaleme alınmış metinler de imha edilmiştir.

Kur'ân'ın fizikî suretini şekillendiren bu tarihçe, aynı zamanda Hz. Peygamber'in insanlığa emaneti olan vahyin özüne karşı ümmetin gösterdiği hassasiyetin hikâyesi olarak da okunmalıdır.