Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur'ân Yolculuğu: Saf Suresi (II. Bölüm)

20 Mart 2015 Cuma Sonpeygamber.info / Yazarlar


“Onlar Allah'ın nurunu boş laflarıyla söndürmek isterler: ama Allah, hakikati inkâr edenler ne kadar öfkelenseler de, nurunu bütün parlaklığıyla yaymaya devam edecektir. Allah'tan başka şeylere ilahlık yakıştıranlar ne kadar öfkelense de, elçisini, bütün bâtıl dinlere üstün kılmak üzere rehberliği ve hakikat dinini yaymak görevi ile gönderen O'dur.”  (8-9)


Öfke kendini mahvetmeye devam ediyor yalnızca. Hakikat, öfke için de üzülüyor. Öfkenin karşısında gücü buna yeteceği halde onu yok etme girişiminde bulunmuyor. Sabrediyor. Anlayışlı davranıyor. Bekliyor.

Sönmeyecek olan nedir, güneş bile günün birinde sönüp gidecekse eğer?

Hangi aydınlık mutlaktır?

Hangi ışık sönmemeye kuruludur?

Evrensel, ilahi değerlerdir o aydınlık. İlah’ın insandan, insanın iyiliğinden yana yaktığı meşale. Evinde işinde mutlu olsun, evreninde, yeryüzünde medeniyetler kursun diye sunduğu ilahi akıl. Vahiydir o nur.

İnsan eğer dokunmamış ve bozmamış olsaydı, temel ihtiyaçlarını bir güzel karşılayabileceği bu evrende ona sadece insan olarak kendini gerçekleştirmesi kalacaktı. Ne var ki temel ihtiyaçlarıyla yetinmeyen bir doyumsuzlukla paylaşmayı terk etti. Bencilleşti. Bencilliği ve doyumsuzluğu onu anarşiye ve savaşlara sürdü. Kendini gerçekleştirmeyi değil, yok etmeyi tercih etti.

Allah’ın nuru, insana insan olmayı öğreten bilgidir. İnsan “nasıl olunur ve kalınır”ın yolunu yordamını anlatan yazılı, çizili ayetlerdir. Hayatın değişmez tecrübeleridir.

Fakat nurun kaynağına; Allah’a öfkeleniyor insan. Adalete öfkeleniyor. Haksız, sorumsuz, kuralsız yaşamak isteyişine müdahil bir din teklif ettiği için. Sorumlusun, dediği için. “Sorumsuzluğunun cezasını çekeceksin” dediği için kızıyor Yaratananına...

Öfke dolu, Yaratan’ına karşı. İradi inisiyatifine rağmen başaramadığı adaletin, haksızlıkların, ayrımcılıkların, bozgunların, savaşların suçunu hep başkalarına ve Yaratan’a yüklüyor. Varlığını inkar etse bile, yeryüzünü böyle bir anarşi ve düzensizliğe mekân kılan insanlığa neden müdahale etmediğini sorgulamakla varlığını kabul ediyor. Fakat öfke duymak için sanki bu kabul. Kavgasına muhatap aradığı için belli ki...

Aydınlığa kem bakıyor ve bu dünya görüşünün, yani dinin asla yaşanmaması gereken bir geri kalmışlık, bir çeşit fikri varoşluk olduğunu düşünüyor.

Nur ise, bütün bunlardan etkilenmeksizin aydınlığından içirmeye devam ediyor susamışlıklara. İnsanı içine alıp tam kalbinden doğuracağı bir imana bürünerek.  Bir inanç olarak gelip, yaşam tarzı, kişilik ve olgun davranışlar olarak insandan kainata çıkıp yayılmaya hazırlanıyor.

Karşılıksız sevgi olarak doğuyor nur mesela insanın içine. Dayanışmak oluyor sonra. Paylaşmak oluyor. Haksızlığa birlikte direnmek oluyor. Adil hayat şartları içinde, birlikte, aynı şartlarda, aynı imkânlarda büyümek, okumak, iş yapmak, gezip tozmak ve nihayet huzurla ölmek olarak doğuyor nur insanlığa. İnsan onunla aynasını parlatıyor ve kendisiyle tanışıyor cömert yansısında. Böyle böyle yayılıyor yeryüzüne.

Hakikat yok edilemiyor. Öldürülemiyor. Silinemiyor. Bitirilemiyor. Birileri öfkelense de geliyor dünyaya nur. Umutla doğuyor.

Öfke kendini mahvetmeye devam ediyor yalnızca. Hakikat, öfke için de üzülüyor. Öfkenin karşısında gücü buna yeteceği halde onu yok etme girişiminde bulunmuyor. Sabrediyor. Anlayışlı davranıyor. Bekliyor.

Allah’ın nuru, aydınlık düşünceleri, hayat tarzı teklifi çağlar boyunca hayatiyetini koruyor.

Varlığı ve hayatı Yaratan’ın varoluşun tabii yasaları ve bu yasalar kapsamında insana teklifi olan ilahi değerler; adalet, iyilik ve güzellik olgusu, kim ne yaparsa yapsın geçerliliğini yitirmiyor. Adaletin en ideal gerçekleştirilme teklifi olan dinin; yaşama öz ve yönteminin diğer yaşama biçimleri arasındaki yeri ve değeri de asla kaybolmuyor. Ne var ki insan; ne dinin ne de dinin dışında kendisinin koyduğu yaşam şekillerinin ideal gerçekleştiricisi oluyor. İnsan ne Allah’a verdiği sözde ne de kendi kendine verdiği sözlerde duruyor.

Nuru, en aydın hayat görüşlerini sadece düşmanlık edip yok etmeye çalışarak değil, yaşamak istediği halde yaşayamayarak da söndürme gayreti içine düşüyor kimi zaman insan. İlkeleri öz itibariyle anlamayı terkedip şekil peşine düşerek. Bütüncül bir manada algılamayarak. Özümsemediği için olgun bir kişilik sergilemeyerek. Aydınlığın özünü, güneşin çağlar boyunca kendini yenileyip tazeleyerek tüm zamanlara ve coğrafyalara hayatı sunduğu gibi, özümseyip güncellemeyerek...

Müslümanların yaşantılarıyla bir karşı duruşu, öfkeyi celbedecek parlaklıkta olmadığı malum. Bulunduğumuz çağı ve yeniçağı peşine takacak ileri bir söylemin sahibi olamadıkları... Bu durumda nurun kaynağında durup, nuru yeterince anlamadıkları ve yaygınlaştıramadıkları için bir anlamda nuru, farkına varmadan, kendi kendilerine söndürmeye çalışmış oldukları da...

Nur ise, bütün bunlardan etkilenmeksizin aydınlığından içirmeye devam ediyor susamışlıklara. İnsanı içine alıp tam kalbinden doğuracağı bir imana bürünerek.  Bir inanç olarak gelip, yaşam tarzı, kişilik ve olgun davranışlar olarak insandan kainata çıkıp yayılmaya hazırlanıyor.

“Siz ey imana ermiş olanlar! Meryem oğlu İsa gibi, siz de Allah'ın dâvâsının hizmetçileri olun! Hani o, beyaz giysililere, “Kim Allah’ın davası uğrunda benim yardımcılarım olacak?" diye sormuştu. Bunun üzerine beyaz giysili havarîler "Allah yolunda yardımcıların biz olacağız!” diye cevap vermişlerdi. Ve böylece İsrailoğulları'ndan bir kısmı İsa'nın peygamberliğine inanmaya başladı, diğerleri ise hakikati inkâr ettiler. Ama şimdi Biz, gerçekten imana kavuşmuş olanları düşmanlarına karşı koruyup destekledik ve onlar üstün gelenlerden oldular.”  (14)

Ensar; değerlere mekan açan, içini ve yanını yamacını açan,  bu fikrin medeniyete yürümesinde rol sahibi olan, çağlar üstü bir fikri kendi çağında en ideal manada ağırlayan, can ve malıyla o fikrin kent soylu olmasına yardımcı olanlardır. Allah’ın destekçisi olanlar.

Bir tercihtir bu. Allah’a adanmak. Destekçisi olmak O nun davasının….

Bir tercihtir “biziz biz!” demek. Hakikate adanmış benliklerin çığlığıdır.

Ben de benlik vardır. Ölmek ister O’nun yanında. Bizde ise doğmak isteyen bir benlik vardır. Çoğalmak isteyen tevhidi bir benlik…

Kimse olmadığında yanında yörende, kimse seni desteklemezken, kimse sana en ufak bi çıkar sağlamamışken, kimsesizken ve senin çıkarların tek tek elinden gidiyorken, rahatın bozuluyor, keyfin zedeleniyor, yorgunlukların haddini aşıyorken sen O sesi duyduğunda, sevgili İsa (as)’ın sesini… Muhammed (sav)’in sesini, aynı sözü taşıyan herkesin sesini “Kim bana yardım edecek?” diyen o sesi duyduğunda “Benim ben! Elbette ben, tabii ki ben” diyebiliyorsan… Yaşanası ilkelere önce kendi benlik toprağında yer açıyorsan, sözü öze içiriyorsan, sözünü özünde diriltiyorsan, sen ensardansın.                                                            

Ve diğer benliklere, mekânına, mekânlara… Söz’ün ulaklığını yapıyorsan, kâl ile hâl ile can, malla…

Havarisin.

Beyaz ruhlusun.

Göçlere dursan bile, içine yerleşmişse Hakk için, halk için yaşamak. Ensarsın.