Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Vahiy: Arştan Arza Aralanan Kapı

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar


 

 
Kendisini sıkıca kucaklayan ve ardından ansızın kaybolan Cebrail'in apansız vedasında, derin bir boşluk yaşıyor seçilmiş insan. Ancak yakıcı bir ruh haliyle koştuğu Hatice'nin hanesinde yatışıyor. Sokulup uykuya daldığı yatağında örtüsüne bürünürken, esasında Mekke'nin haksız ve Hak tanımaz tüm değerlerinin de üstünü örtüyor.

Arkası kambur, kendi üstüne çökmüş bir hali var Hira Dağı'nın. Çökmüş ve Mekke'yi gözlerken taşlaşmış gibi. Çevresindeki diğer dağlar gibi, gözünü ayırmadığı Mekke gibi, sıcak, kum ve sivri kayalardan başka bir lütuf sunmayan Hicaz coğrafyası gibi, o da insana haşin tabiatıyla bekliyor zamanı. Bekliyor ve gizliyor sırrını, Mekke'nin zemzemi gizlediği gibi. Kabe'ye bakan yamacında, üst üste yığdığı taşların arasına kurduğu karanlık kucağında, şimdi Kureyş'in ulusu Abdulmuttalib'in torunu Muhammed'i ağırlıyor. Kendisine sığınmış nice haniften biliyor Hira, her tırmanışın arşa bir kapı açtığını.

Her sırrın bir ömrü vardır ve her sır onu ifşa etmeyi bekler. Hira da bekliyor ve sabırsızlanıyor. Zirvesinden eteğine taşlar yuvarlanıyor. Az bir azık, kıt bir katık ile muntazaman Hira'ya taşınan Mekke emini Muhammed'in yolunu gözlüyor.  

İçinde yaşadığı toplumun inanç ve değerleri içinde gittikçe yalnızlaşan ve derin bir fikrî ve ruhî arayışa gömülen Mekke emini, yine yollarda. Istırabını inzivada olgunlaştıracağı, arayışını çileyle taçlandıracağı Hira'ya tırmanıyor. Azığı bitince indiği Mekke'de Kâbe'yi tavaf ediyor; fukaraya göz kulak oluyor. Altı ay boyunca gördüğü sadık rüyaların yorucu ağırlığında, yeniden yeniden mağaraya sokuluyor. Bir süredir işittiği, nereden, kimden ve nasıl geldiği bilinmeyen seslerin, hitapların, nidaların sırrını keşfe çalışıyor.

Zaman ısınıp, Hira'da şafak sökmeye hazırlanırken, ansızın yarılan göğün boşluğunda dünya semasını kuşatan sonsuz bir aydınlıkla damarlarından irkiliyor Mekke emini. Aydınlığın heybeti, "Oku!" nidasının muazzam kudretiyle buluşuyor. Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, "ayaklarını gökyüzünün ufuklarına doğru sermiş bir adam" gördüğünü naklediyor kutlu insan. Ve ekliyor: "İleri, geri, sağ, sol nereye bir adım atıp gökyüzüne baksam hep o meleği görüyor, aynı sesleri işitiyordum." "Yaradan Rabbının adıyla," okumaya çağrılan seçilmiş insan, kendisini takati kesilinceye kadar sıkan meleğin kollarında nebilik sırrına ererken, Hira da kutsiyetini kutluyor.

Aylarca süren derin yalnızlık, şimdi sonsuzluğa uzanan sarsıcı bir rabıtaya dönüşüyor. Dehşetin doluştuğu gözlerinde korku raksederken Nebî'nin, kalbinde ve dilinde kutlu meleğin üflediği ilahî kelimeler kümeleniyor.

Kendisini sıkıca kucaklayan ve ardından ansızın kaybolan Cebrail'in apansız vedasında, derin bir boşluk yaşıyor seçilmiş insan. Ancak yakıcı bir ruh haliyle koştuğu Hatice'nin hanesinde yatışıyor. Sokulup uykuya daldığı yatağında örtüsüne bürünürken, esasında Mekke'nin haksız ve Hak tanımaz tüm değerlerinin de üstünü örtüyor.

 


"Allah beni, sizi ikaz edip belli şeylerden çekindirmek ve şayet beni dinlemeyecek olursanız öfkesinin sizi tehdit ettiğini söylemek üzere göndermiş bulunuyor."

Tüm insanlığı uyandırmak üzere uyanıyor Nebî. Yeryüzünde tanrının izlerini sürerken Hakk'ı bulan atası İbrahim gibi, O da arayışına verilen muazzam cevabın azametiyle sarsılmakla kalmıyor; aynı zamanda "Rabb'ın elçisi" olma payesinin ağır sorumluluğunu da yükleniyor. Yaratıcının, kainatın en zorlu görevine yaptığı çağrının boyutlarını zihninde tasavvur ederek geçirdiği günlerin ardından, uzun süre haber çıkmıyor Cebrail'den. Rabb'ı çağrıda bulunmuyor artık O'na. Geçen her gün, kahreden ve öldüren bir bekleyiş besliyor içinde. Dünyanın bütün telaşları, tatları ve hazları, yaşanan o muazzam mucizenin ardında derin bir boşluğa gömülüyor. Daha henüz seçilmişken yaşadığı terkedilmişlik hissiyle, dünyanın tüm telaşlarının uzağında, büyük bir arınma yaşıyor Muhammed (sav). Bi'set [peygamberliğin gelişi] öncesi yaşadığı çileli arayıştan çok daha zorlu günler geçiriyor. Nihayet çetin üç yılın ardından açılıyor yeniden gökyüzünün kapıları. Ve anlıyor arzın Peygamberi, bu aranın, bir daha kesilmeyecek olan ilahî bir sağanağa hazırlık anlamına geldiğini.

Senelerce süren yalnızlık ve uzlet hayatından sonra, bir "davetçi" sıfatıyla topluma yönelmesi hiç de kolay olmuyor Son Peygamber'in. "Bundan böyle en yakın ve soy mensuplarını ikaz edip uyandır," ayeti ile başlayan yeni süreçte, farklı sıkıntılar bekliyor Allah Resûl'ünü. Bir ay boyunca evine kapanıp dışarı çıkmıyor. Zira o olağanüstü mucizeyi, mensubu olduğu toplumla nasıl paylaşacağının tereddüt ve tedirginliğini yaşıyor. Evine kapanması, halalarının merakını celbediyor ve yeğenlerini hanesinde ziyarete geliyorlar. O büyük hakikati halalarıyla paylaşan Allah Resûlü, kısa bir süre sonra da Safâ tepesine çıkarak, kendi ailesi ve soy mensuplarına pek mühim bir çağrısının olduğunu ilan ediyor. Bir çırpıda meydanı dolduran meraklı kalabalığa yönelip, bir sualle söze başlıyor insanlık peygamberi:

"Şayet ben size, şu tepenin arkasında, şehri istila etmek isteyen bir düşman ordusu gelip karargâh kurmuş desem bana inanır mısınız?"

"Sen asla yalan söylemedin, senin söyleyeceğin herşeye inanırız" diye bağırıyor gür bir sesle kalabalık.

İşte o anda ilan ediyor peygamberliğini Mekke'nin emini:

"Allah beni, sizi ikaz edip belli şeylerden çekindirmek ve şayet beni dinlemeyecek olursanız öfkesinin sizi tehdit ettiğini söylemek üzere göndermiş bulunuyor."   

Böylece Mekke vahiyle tanışıyor.

Hiç şüphesiz vahyin her tezâhürü, ilahî mesajın yeryüzüne her inişi derinden sarsıyor Peygamberi. Bazen soğuk havaya rağmen terler boşanıyor Allah Resûlü'nden. Bazen deve üstündeyken aldığı vahiyle öyle ağırlaşıyor ki Nebî, dizleri kırılacak noktaya gelen deve çöküveriyor. Bir başka defasında odadaki kalabalığın etkisiyle Zeyd b. Sâbit'in uyluk kemiğine dokunan Allah Resûlü'nün o sırada vahye mazhar olmasıyla, dayanılmaz bir acı oluşuyor Zeyd'de.

Vahiy geldiğinde hangi durumda ise o halde hareketsiz kalıyor, bir vecd ve kendinden geçme hali yaşıyor Allah Resûlü. Akabinde yaşadığı ruhî ve manevi berraklığın ardından, adeta kalbine yazılan ve hafızasına mıhlanıp çakılmış olan ilahî mesajla dönüyor insanlığa.

   Hira'da arşa uzanan eller, arza bir kapı aralıyor. İnsanın, insanlığın, varlığın ve tarihin tüm kaderini değiştirecek bir kapı.