Kaynaklar bu Hadis-i Şerifin metninde geçen hased kelimesinin hakikî ve mecazi iki anlam taşıdığını, burada mecazi mananın kastedildiğini bildirmektedir. Hakikî manasıyla hased, bir başkasının elinde var olan maddi-manevi her türlü nimetin onda olmayıp sadece kendinde olmasını dilemektir. Hased, göz koyulan nimeti elde edebilmek için planlar kurup Yaratan ve yaratılanlarla ilişkilerin örselenip tahrip olmasını göze almaya sebep olur. Kurdun ağacı kemirmesi gibi ruhumuzdaki güzel hasletleri günden güne kemirerek bizi insanlığımızdan eder. Biz onu kontrol altına almazsak o bizi kontrolü altına alır. Tahrik edici aklî oyunlarıyla sağlıklı düşünmemizi engeller, bizi akl-ı selimden uzaklaştırır. İnsanın, elinde ve imkanı dahilinde olmayanlara gözünü dikerek iç huzurundan uzak, haris bir ömür sürmesine vesile olur. İnsanı kanaat ve şükürden uzaklaştırır, küfre ve isyana yaklaştırır.
Hasedin mecazi anlamı gıpta etmek, imrenmektir. Gıpta, başkasında olanın kendinde de olmasını istemektir. Başkalarında bulunan güzelliklere gıpta etmek, onun bir benzerinin kendinde de olmasını istemek, bunun için çaba sarf etmek, hayrın, iyiliğin artmasına da sebep olabilir. Bu anlamda kişiyi hayırda yarışmaya teşvik ederek bulunduğu seviyeyi yükseltmesini sağlar.
Peygamberler, gönderildikleri topluma ilahi mesajı iletirken, maksadın doğru anlaşılabilmesi için muhataplarının kullandıkları kelime ve kavramları bazen yeniden yorumlamışlar, böylece zihinsel bir dönüşüm de gerçekleştirmişlerdir. Burada gıpta anlamındaki hased kelimesinde de aynı hususu gözlemek mümkündür. İnsanın yaratılış serüvenindeki daha ilk macerada kendine yer bulan bu duygunun olumsuz anlamının İslam'da yasaklanmış olması bize duyguların kontrol altına alınabilir olduğunu da öğretmiş oluyor. "Ne yapayım, elimde değil; içimden öyle geliyor" türünden yakınmalar bizi terakki yolundan alıkoyarak ruhumuzu dürtülerimizin esiri kılabilir.
İnsanî bir zaafımız olan bu duyguyu yok saymadan iyiye, güzele yönlendirebileceğimizi öğrendiğimiz bu hadis-i şerif gerçekten imrenilecek hususların neler olabileceğinin iki temel örneğini veriyor. Kur'an-ı Kerim'de 27 ayette geçen "hikmet" kelimesi İslam alimleri tarafından diğer anlamları yanında İmam Şafii'den itibaren "sünnet" olarak da anlaşılmıştır. Hadîse göre gıpta edilecek tavır, Kitap ve Sünnet eksenli bir kavrayış, bilgi ve bilinç ile yaşayıp insanları ve olayları değerlendirmede kişisel kanaatlerle değil hikmetle hüküm vermek ve bu şuurun yaygınlaşması için eğitim-öğretim faaliyetinde bulunmak olmalıdır. Mal ve hikmet, asıl kıymeti ancak yerli yerinde kullanılmasıyla ortaya çıkan, birey ve toplum hayatını derinden etkileyen iki büyük nimet ve değerdir. (Bkz. İ. Lütfi Çakan, Müslüman Kimliği)
Bilgi ve servet, sahip olunduğunda insana hayatın kontrolünü eline geçirdiğini düşündüren iki önemli değerdir. Aslında müslümanı, diğer din saliklerinden ayıran temel dönemeçlerden biri de bu değerlerin algılanışında gizli. İslam'a göre insana "verilen" bu değerler, "Veren"'in isteği doğrultusunda kullanılmalı, emanet ve sorumluluk bilinci içerisinde davranılmalıdır. "İstedim, çalıştım, elde ettim; öyleyse her şeyin gerçek sahibi benim" inancı rızıkların taksiminde İlâhî İradeyi devre dışı bırakmaktır bir bakıma. Helal yoldan olmak kaydıyla mal ve servet sahibi olmak suretiyle Allah'ın lütfuna mazhar olmak güzel olmakla birlikte asıl güzellik Allah'ın lütfu olan malın O'nun razı olacağı şekilde kullanılmasıdır. İmrenilmesi gereken husus da çok mal sahibi olmak değil, sahip olunan malın Allah yolunda az-çok, gece-gündüz demeden sarf edilmesidir. Bu noktada bize düşen bir görev de cömertliğimize engel olabilecek korku ve kaygılarımızla yüzleşmektir. Hangi sebebin gerçek, hangisinin bahane olabileceğini ayırt edebilecek yüreği olanlar gıpta edilecek basamağa hızla tırmanmaya başlamış demektir. Allah'ın bize bir kere verdiğini elimizden çıkardığımızda bir daha ver(e)meyeceğini düşünmek, bundan korkmak, kendi dar kalıplarına sıkışmak, Allah'ın lütuf ve kereminin sonsuzluğunu kavrayamamak demektir.
"Her nimetin zekatı kendi cinsindendir" prensibinden anlaşıldığı üzere zamanımızı, maddî varlığımızı, bilgi ve yeteneklerimizi, tecrübelerimizi yerli yerinde kullanarak dinin ve toplumun hizmetine sunmak bizleri imrenilesi müslümanlar kılacaktır.