Hudeybiye Anlaşması’nın imzalanması zor olmuş, umre niyetiyle Medine’den çıkan ashab-ı kiram, Mekke’ye giremedikleri gibi birtakım ağır şartlar içeren bir anlaşmayı imzalayarak geri dönmenin sıkıntısını yaşamışlardı. Hâlbuki aylar geçtikçe barış ortamı sağlanmasının faydaları görülecektir. O güne kadar Rahmet Elçisi ile tanışma imkânı bulamayan nice insan onu görmeye ve İslam’ı kabul etmeye gelecektir. Hudeybiye siyasi bir zafer, bir azim ve birliktelik çağrısı, bir diriliş müjdesi olmuştur. Bu durumdan rahatsız olan Mekkeli müşrikler anlaşmayı yenilemek ve bazı maddelerde değişiklik yapmak için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderirler. Ebû Süfyân ne Hz. Peygamberden ne de sahabeden olumlu bir cevap alabilir. Ama o, bir yandan diplomatik temaslarını sürdürürken bir yandan da taze İslam toplumunu gözlemleme fırsatı bulur. Konuşmaları dinler, tavırları izler, Müslümanlar arasında kurulan ilişkinin niteliğini analiz eder. Nihayet Mekke’ye geri döndüğünde kendisini bekleyen meraklı kalabalığa bir konuşma yapar. İşte o konuşmada Ebû Süfyân, Allah Rasûlü (sav)’nün etrafında halkalanan Medine İslam toplumunu şöyle tanımlar: “Size, hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı olan bir topluluktan geliyorum.” [1] Bu, muhteşem bir tanımlamadır. Ümmet olmanın, bir olmanın, birlik olmanın anlamını özetleyen muhteşem bir tanımlama… Yirmi üç yıllık peygamberlik döneminde bollukta da darlıkta da, sevinçte de hüzünde de Allah Rasûlü (sav)’nü yalnız bırakmayan ashab-ı kiramın hâli ancak derin bir gönül bağıyla açıklanabilir. Onlar, her an Rasûl-i Ekrem’i dinleyen, izleyen, ona soran, danışan, onunla konuşan, tartışan, gülüşen, ağlaşan hâlleriyle kusursuz bir bütün oluşturmuşlardır. Bir tarafta tebliğ görevini hakkıyla ifa edebilmek için, Kur’an’ın ifadesiyle “kendini helâk edercesine” [2] çabalayan bir peygamber, diğer tarafta “sanki başlarına bir kuş konmuşçasına” [3] hassas bir tavırla onu dinleyen ve örnek alan sahâbe… Bu, saygıyla gelişen ve sevgiyle güçlenen bir bağlılığın işaretidir. Bu, vahdetin resmidir. Vahdet, her biri kendine has özellikler taşıyan ve kendi başına bir dünya olan çok sayıda insanın bir araya geldiklerinde ortak bir resmi oluşturma kabiliyetleridir. Vahdet, ümmet şuuru taşıyan sayısız müminin özgürlüğünü yitirmeden birbirine bağlanması, iradesini kaybetmeden birliğe boyun eğmesidir.
Vahdetin temelinde hiç kuşkusuz Allah’ın bir ve eşsiz oluşuna iman vardır. Vahdet binasının duvarları Allah Rasûlü (sav)’nün rehberliğinde örülür. Her mümin bir tuğladır. Tıpkı O’nun mübarek ellerini birbirine geçirerek tasvir ettiği gibi: “Müslüman’ın diğer Müslümanlarla ilişkisi, birbirine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibidir.” [4]
Tevhit inancı etrafında bütünleşen müminler, sağlam bir akitle Hz. Peygambere bağlanmış, onun etrafında toplanmışlardır. Onlara “ümmet” diye seslenen ve misyon yükleyen bizzat Cenab-ı Hakk’tır: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a iman edersiniz.” [5] Hz. Peygamberin ümmeti olmak, kalbi onun kalbiyle birlikte atmak, elini onun eline vermek, onun ardı sıra yürümek, onun merhamet anlayışına bürünmek demektir.
Onun vefatından sonra müminlerin onun kalbine bağlı kalpleri elbette sahipsiz ve kimsesiz kalmamıştır. Şimdi onun en büyük emaneti olan Kur’ân’a sarılma ve sünnetine yürekten bağlanma zamanıdır. Zira ümmetin odağı bellidir: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece kesinlikle yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünneti.” [6] İşte ayrılık ve fitne hareketleri, Müslümanlar arasındaki bu tevhit bağını koparmayı, sünnetle bütünleşen kalpleri ayırmayı, kimsesiz ve yalnız bırakmayı hedefler. Böylece ilahî rahmet ve bereketten yoksun kalan yürekler katılaşacak, tefrikanın karanlığında birbirini heder edecektir. Allah’ın “vasat bir ümmet” [7] olarak takdim ettiği insanlar ifrat ve tefrite dalacak; inancında, ahlâkında, tutum ve davranışlarında orta yolu unutacak; dengesiz ve düzensiz bir biçimde sağa sola savrulacaktır. Aşırılıktan uzak, âdil ve mutedil tavırlarıyla diğer toplumlar için “şahit” [8] olma vasfını taşıyan Müslümanlar, bu üstün örnekliği fitne kazanlarında kaynarken kaybedecektir.
İnsanların kendi aralarında yaşadıkları görüş ayrılıkları, farklı zihinlerin birbirini tetiklemesi ve yeni perspektiflerle karşılaşan idraklerin görüş alanını genişletmesi açısından değerlidir. Böylelikle ümmetin soru ve sorunlarına yönelik çözüm arayışları çeşitlenir, “ihtilaf” hayra vesile olabilir. Ancak ihtilafın çözümsüzlüğe doğru gitmesi ve öfkeyle yoğrulup kinle sulanan sert bir toprak misali tarafların arasını ayırması “tefrika”nın habercisidir. Bu çorak toprak, giderek derinleşen çatlaklarla yürekleri ve zihinleri birbirinden uzaklaştırır. Toplumsal birlik ve beraberliği, ahenk ve huzuru yerle bir eden sarsıntılar meydana getirir. Bunlar ise, Müslüman toplumların en büyük düşmanı olan “fitne”nin yıkıcı sarsıntılarıdır. Peki, vahdeti zedeleyen bu fitne hareketlerine karşı Rasûl-i Ekrem nasıl bir strateji belirlemiştir? Müslüman kardeşliğinin önündeki en büyük engel olan tefrikaya karşı ne gibi önlemler almıştır? Öncelikle O, köhne cahiliye zihniyetiyle mücadele ederken, ayrıştıran ve ötekileştiren anlayışları yıkmıştır. Bu çerçevede Müslüman toplumunun bir ve beraber olmasını, birlikte karar almasını, beraberce hareket etmesini, cahiliyeden ayrılışın sembolü olarak tanımlamıştır. Ümmetin birlikteliğinden ayrı düşenleri, ırkçılık gibi ayrıştırıcı anlayışlara pirim verenleri “cahiliye ölümüyle ölenler” şeklinde nitelemiştir. [9] Mümin ayrıştırmak değil kaynaştırmak, ötelemek değil kucaklamak, koparmak değil bağlamak zorundadır. Mümin, kardeşlerine ulaşmak ve onlarla uzlaşmak zorundadır.
Kur’ân-ı Kerîm de yeni inşa ettiği toplumu cahiliye alışkanlığı olan bireyselcilikten kurtarmayı hedefler. Onlara ‘biz’ olma eğitimi verir. Günde defalarca “Ya Rab, müstakim yola ilet bizi”, “Ya Rab, bizi koru, senin gazabına uğrayanların ve sapkınların yolundan” [10] diye dua etmeyi öğreten Yaratan, gazap ve sapkınlık kuyularından ancak “biz” olmakla kurtulmanın mümkün olacağını ifade buyurur. ‘Biz’ olmak, niyetlerin, bedenlerin, sözlerin ve davranışların aynı hedefe yoğunlaşmasıdır. Ayrı bir yön tutturmamak, ayrı yollara sapmamaktır. Birlikte hareket etmek, öncelikle ‘biz’ olabilmekle ilgilidir. Bu birliktelik de önce yüreklerde ve niyetlerde gerçekleşir. Yürekleri ve niyetleri birleşmeyen insanların birlikte hareket etmeleri ve ümmetin birliğini inşa etmeleri mümkün olamaz. Dolayısıyla tefrika ve fitneyi yok eden nüvelerin, önce bireyden topluma doğru yaygınlaştırılması, sonra da toplumdan bireye doğru güçlendirilmesi gerekmektedir.
Bu doğrultuda Hz. Peygamber, kibir, bencillik, çıkarcılık, seçkincilik gibi toplumun ortak vicdanının oluşmasına engel olan kişisel hastalıklardan uzak Müslüman bireylerin yetişmesi için gayret göstermiştir. “Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun. Bir Müslüman’ın din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmaz!” [11] diye seslenirken niyeti, ‘biz’ bilincini zedeleyen tavırlara geçit vermemektir. Çünkü ancak kardeşliği, cemiyetin bütünlüğünü ve ümmetin selametini içselleştiren bir insan, ailesinden, arkadaşlarından ve yakın çevresinden başlayarak tüm insanlığa barış kültürü aşılayabilir. Müslüman daima ümmetin menfaatini kendi menfaatinden önde tutmalı, “benden önce biz” diyebilmelidir. Bu bir zihniyet meselesidir.
Bencilliğin, kibrin ve dolayısıyla cehaletin kapanına kısılan vicdanlarla tevhid ve vahdet şuurunun tesis edilmesi mümkün olamaz. Mezhebini, meşrebini, ırkını, ideolojisini tevhid dini İslam’ın önüne geçiren bir zihin vahdet binasında bir tuğla olamaz.
Kendi korkuları kadar mümin kardeşlerinin yaşadığı korkuları da hissetmeye ve anlamaya çalışan, kendi geleceğine dair kaygı ve beklentileri kadar mümin kardeşlerinin geleceğe dair ümitlerini ve hayal kırıklıklarını da önemseyen insanlar cemaat olmanın rahmetine ererler. Bu tür insanların merhametle donanmış vicdanları, zamanla içinde yaşadıkları cemiyetin toplumsal vicdanı hâline gelir. Ümitler, korkular, neşe ve hüzünler ne kadar ortaksa, toplumun temelleri de o kadar güçlüdür. Bunlar ne kadar bireysel ise, toplumun vahdeti yaşama imkânı da o derece zayıftır. Birinci durumda bireyler ne kadar birbirlerini ve yaşadıkları toplumu yüceltirse, ikinci durumda da o kadar kendilerini, birbirlerini ve toplumlarını çöküntüye ve parçalanmaya doğru sürüklerler. Diğer taraftan, vahdetin oluşabilmesi, bazı erdemleri özümsemeyi ve gerektiğinde bazı fedakârlıklarda bulunabilmeyi de gerektirir. Affedicilik, sabır, merhamet, tevazu gibi kişisel hasletlerin Allah’ın rızasını kazanma arzusuyla birleşmesi vahdet anlayışını inanca dönüştürür. Bu inanışa sahip gönüller, tefrika halinde yağabilecek ilahî azaptan da endişe duyarlar. Rasûl-i Zişan’ın ifadesine göre, çok sıradan bile görünse, basit bir küslük de olsa, yüreğinin kardeşine karşı soğumasına izin vermek, Rahman’ın öfkesini celbeder: “Pazartesi ve perşembe günleri cennetin kapıları açılır ve Allah’a şirk koşmayan her kul bağışlanır. Ancak kardeşi ile arasında husumet bulunan kişi müstesna. Onlar hakkında şöyle denir: Şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar bekletin! Şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar bekletin!” [12]
Bu hayat, imtihan hayatıdır. Bu dünya, imtihan dünyasıdır. Elbette her insan için imtihanın şekli farklı, soruları farklıdır. Ancak şu bir gerçektir ki insan insanla sınanır. Mümin için zorlansa da sabretmekten, gücense de affedici olmaktan, şiddet görse de merhametli davranmaktan, kötülüğe iyilikle karşılık vermekten başka çıkar yol yoktur. Zira mümin, ihtilafları tefrikaya dönüştürmemekle yükümlüdür.
Allah’ın varlığını ve birliğini merkeze alan, yeryüzünün şerefli halifesi olan insanın onuruna layık bir hayat inşa etmeyi hedefleyen vahdet düşüncesi, Müslüman toplumun en ulvi idealidir. Bu düşünce, herkesin üzerinde birleşebileceği saygı, hoşgörü, merhamet, hak ve adalet gibi ortak değerlerden beslenir. Bu değerlerin varlığı çatışmaları önler, farklılıkları vahdeti güçlendiren zenginlikler hâline getirir. Dolayısıyla söz konusu değerler ırk, cinsiyet, yaş ve sosyal konum fark etmeksizin her Müslüman’ın zihin dünyasına nakşedilmeli, hayatına yön vermelidir. Her mümin gönülden bir kere daha inanmalıdır ki, tevhit ancak Allah’a kulluğu diğer tüm tercihlerin önüne almakla, vahdet ise ümmetin onurunu korumakla mümkündür. Hz. Peygamberin ömrünü adayarak inşa etmeye çalıştığı İslam toplumunun da mayası bu inançtır. Kendi küçücük dünyalarını bütün hayatlarının en önemli amacı hâline getirenler… Dar ve güdük hedeflerle insanlığın onuruna el uzatanlar… İslam’ın orta yolunu terk edip uçlarda seyredenler… Kendi menfaatleri veya mensubu bulundukları grubun çıkarları için karşılarındakini ezip yok etmekten çekinmeyenler… Fitne, kargaşa ve teröre hizmet edenler, acı, gözyaşı ve zulmü görmezden gelenler… Hz. Peygamberin ümmeti olmanın getirdiği sekineti ve ferahlığı yaşayamayan nice Müslüman… Kasvete ve çatışmaya kurban olmuş nice yürek…
Güzide sahabi Mikdâd b. Amr, Bedir Savaşı öncesi yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ın sana gösterdiğini yerine getir, biz seninle beraberiz. Biz, İsrailoğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın! Biz burada oturacağız!’ [13] demeyeceğiz.” [14] O gün Peygamberi yalnız bırakmayan Müslümanların torunları olan bizlerin, bugün onun sünnetinde buluşmaya, yüreklerimizi onun rahmet çağrısında buluşturmaya ne çok ihtiyacı var! Görünen o ki, fitne ve tefrikaya geçit vermeyen vahdet toplumu ancak bu buluşmayla kurulacak.
1. Abdürrezzâk, Musannef, V/375-376, H.no: 9739.
2. Kehf Suresi, 18/6.
3. İbn Hanbel, IV/278.
4. Buhârî, Mezâlim, 5.
5. Âl-i İmran Suresi, 3/110.
6. Muvatta, Kader, 3.
7. Bakara Suresi, 2/143.
8. Hac Suresi, 22/78.
9 İbn Hanbel, II, 306.
10. Fatiha Suresi, 1, 6-7.
11. Buhârî, Edeb, 62.
12. Müslim, Birr ve Sıla, 35.
13. Mâide Suresi, 5/24.
14. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I/615.