Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Abese: Kibre Surat As Samimiyete D-eğil



Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.

Bu Ramazan,  hayatımız bir kez daha sakinleşecek ve bir kez daha durulacak az da olsa.

Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.

Sen kendi halkındaki ‘Ümmü Mektum safiyeti’ni, evet belki cahilliği, paldır küldürlüğü fakat samimiyetin coşkusunu görmezsin. Sonra bir ara -özellikle işine gelecek gibi olursa- “dini en azından bir duyalım bakalım ne olacak?” şeklinde bir kibirle, güya ilgiliymiş gibi, sözüm ona “öğrenmeye” gelirsin.

Bir zaman, sonrasında ziyarete gelen kelli felli adamlar yüzünden, onlardan evvel öğrenme ve değişme coşkusuyla yanına gelen görme engelli bir yoksulu görmezlikten gelir gibi oluverdi de Son Peygamber, Allah bu tutumu yadırgadı. Samimiyettir yüzünü dönmen gereken şey ve kibirdir sırtını görmeye layık olan mesajını içeren bu sureyi gönderdi.

Şu gök bir dursa, şu yağmur bir sussa; bu bağlar, bahçeler, hurmalıklar, portakal bahçeleri, elmalıklar, zeytinlikler, sayısız meyveler, otlar, çöpler olmasa ne kebabın olur mangalında, ne ekmeğin, yemeğin, çerezin, mevyen, içeceklerin sofranda...

Bunca yararlanmadan, bunca menfaatten sonra nasıl olup da yine bütün yararlandığın nimetleri veren Rabbin verdiği yola eğilip bir bakmıyorsun.

Nimetlerine rükûda iken, külfetine, sorumluluğuna neden hiç eğilmiyorsun?

Menfaatlerine secdeler halinde kapaklanırken, seni ve her şeyi Yaratan’ın yaşam önerisine neden hiç bir kere, anlamak için bile olsa -dinlemek için bile- odaklanmıyorsun?

İlkel başlangıcını, nasıl bir özden yaratılıp nasıl güzel bir tabiatla hayata geldiğini hep unutuyorsun. Hayatta bir parça ilerlediğin zaman, gerçeği geride bırakma alışkanlığın var senin. Geçen zaman içinde elde ettiğin kazanımlarınla kendini bir şey sanman çok zamanını almıyor. Basit bir su iken havalı bir toprak oluveriyorsun.

Şımarmaya hazırsın.

Kendi varlığını, ilkliğini ve sonunu, varlık öykünü bir okuyabilseydin, ilk ne hallerde olduğunu, nerelerden buralara geldiğini, ne idiğini, sonra ne olduğunu ve ne olacağını hatırında, hayalinde tutabilseydin, unutmasaydın böyle birden kendin bilmekliğini keşke...

Şimdi elindeki servetine, mal varlığına, tarlana tabanına, gayri menkulüne, banka hesaplarına, iş dünyana, çok kazanma, acaip harcama, tüketim rekoru kırma başarılarına, vergi rekortmeni olmana, makam, şan, şöhret, sosyal çevre, elalem, parti, kulüp, cemaat, adam çokluğuna, işte elinde seni sana güvendiren neyin varsa ona güveniyorsun.

Ona yaslanarak, kaykılarak şöyle bir tavır içine giriyorsun seni Yaratan’a:

“Bu benim hayatım!

Benim bedenim.

Benim ruhum!

Ben belirlerim hayatımın kurallarını.

Sen belirleyemezsin!”

Evet. Bunu diyorsun tam olarak.

Şimdi elindeki servetine, mal varlığına, tarlana tabanına, gayri menkulüne, banka hesaplarına, iş dünyana, çok kazanma, acaip harcama, tüketim rekoru kırma başarılarına, vergi rekortmeni olmana, makam, şan, şöhret, sosyal çevre, elalem, parti, kulüp, cemaat, adam çokluğuna, işte elinde seni sana güvendiren neyin varsa ona güveniyorsun.

İlahi Değerler’e, vahye karşı duyarsızlığın, Kur’ân’ı küçümsemen bunu gösteriyor. Dini, dindarlığı, namazı, orucu ancak alt gelir gruplarına, varoşlara, kırsal kesim insanına, köylülüğe ait folklorik birer öge olarak görmek istiyorsun.

Sen başkasın tabii. Sen kentlisin. Uygarsın. Maddi zenginlikler senin. Şatovari kurumlar. Seçkin salonlar. Ödüllü sanatlar. Tartışmasız bilimsellikler. Çok yüksek akademik kariyerler. Elit, çağdaş yaşamlar. Önemli kurumlar. Kurumsallaşmalar. Statüler. Her alanda en üst kademeler.

Bütün bunlar sadece sende olur. Sana aittir. Sana yaraşır. Sen layıksındır.

Sen kendi halkındaki ‘Ümmü Mektum safiyeti’ni, evet belki cahilliği, paldır küldürlüğü fakat samimiyetin coşkusunu görmezsin. Sonra bir ara -özellikle işine gelecek gibi olursa- “dini en azından bir duyalım bakalım ne olacak?” şeklinde bir kibirle, güya ilgiliymiş gibi, sözüm ona “öğrenmeye” gelirsin.

Tıpkı bir zaman Peygamber’e “Bu dine inanırsam bana ne var?” diye soran o adam gibisin. Peygamber ona “Herkese ne varsa sana da o var!” dediğinde, servet ve statüsüne rağmen ona hiç bir ayrıcalık tanınmayacağına, İslam’ın sınıfsal ayrımsız bir yaşam biçimi olduğunu vurguladığında şaşkınlık içinde küfreden o adam gibi...

“Beni başkalarıyla eşit tutan bu din kahrolsun!”

Evet şımarık insan! Sen.

Vahye karşı bu kibirli tutumunla, asla samimi bir insanla, saf bir kalbin coşkusuyla eşit değilsin. Olamazsın.

Bunun için önce bir insan olman gerekir senin.

Bunu ben yapıyorsam benim de...

Bunu o yapıyorsa onun da...

Önce bir insan olmamız gerekir hepimizin.

Sen ondan, varoşlardaki teyzelerden, amcalardan, dağdaki çobandan, köydeki emmiden çok aşağılardasın.

Şimdi git ve Peygamber’i -iyiliğin ve güzelliğin samimi ulaklarını- daha fazla meşgul etme. Şimdi git ve gönlündeki kibirden arınmadan bir daha asla bu Kitab’a yaklaşma!

Şimdi git ve Peygamber’in bütün iyi niyetiyle  “acaba bu kelli felliler İslam’ı anlar ve kabul ederlerse bu insanlığın hayrına mı olur ki?” cümlesiyle kafasını karıştırıp da Ümmü Mektum’ları... Samimi olan her insanı, halklarını üzmelerine neden olma!

Şimdi git!