Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Araf Suresi (III. Bölüm)



Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.

Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.


En başta biz Müslümanlar, hayatımıza tek bir ilahın karışması gerektiğine, bir tek Allah’ın ilkeleri doğrultusunda yaşamamızın en doğru seçim olduğuna kanaat etmiş değiliz.

Gönderilenler... Değerli elçiler. Hayatın hakiki öğretmenleri. Özel olarak bu amaçla görevlendirilenler. En iyiler. En doğrular. Peygamberler... Hepsi ortak bir söylemle çıktılar insanlığın karşısına. Gönül izdihamı tanrılar kalabalığını yarıp bir başına, tek tanrıya: Allah’a çağırdılar. Kalbi sakinleştiren o imana. Hayatı sağaltan ilkelere.

Ne var ki insanlığı kendi saadetine ikna için gösterdikleri özveri kimsesiz kaldı. Şimdi çıksalar karşısına insanın. Karşılaşsan sen mesela onlardan biriyle. Ya da ben. İkna olur muyduk tek tanrımız olduğuna? Mahşer yeri gibiyken ilgilerimiz, hoşlanmalarımız, beğenilerimiz, övgülerimiz, sevgilerimiz... Azımsar mıydık özleşmeyi tek bir Varlıkta?

Sevgili Nuh! Adımız Müslüman diye bizi ihmal etmesin. Bizim de hayatımızda yalnızca ilahi ilkelerin yaşanması gerektiği konusunda iknaya ihtiyacımız var. Dilimizdeki “la ilahe” reddini hayatın pratiğinde hiç bir zaman tam anlamıyla gerçekleştiremiyoruz zira. Yanlış hayat geleneği, yanlış din geleneği, hurafeler, çevre baskısı, maddi değerler; para-pul, ekonomik durum, statü vs. bizim “hayır” diyemediğimiz ilkesizlikleriyle hayatımızda fazlasıyla var olmaya devam ediyor.

Sevgili Nuh! Bizim yeniden iman etmeye ihtiyacımız var. Yaşamımıza baktığımız zaman yücelttiğimiz, anlam yüklediğimiz, ilkelerine titizlikle, kayıtsız şartsız uyduğumuz baş başka tanrılarımız var bizim. Gemine bizi de almana ihtiyacımız var.

En başta biz Müslümanlar, hayatımıza tek bir ilahın karışması gerektiğine, bir tek Allah’ın ilkeleri doğrultusunda yaşamamızın en doğru seçim olduğuna kanaat etmiş değiliz.

“...Ey kavmim!" dedi, "yalnızca Allah'a kulluk edin: O'ndan başka tanrınız yok çünkü. Doğrusu, dehşet ve azabıyla büyük bir Gün'ün gelip sizi bulmasından korkuyorum ben!” (59)

Halkı Nuh Peygamber’e “sapık” muamelesi yaptı.

İnsan Allah’tan haber almayı yadırgadı. Yadırgıyor. Sorumluluk almayı istemedi. İstemiyor. Su aziz oldu. Üstün geldi çamurluklarına. S-el  koydu. Su bastı.  Sorumsuzlukları, duyarsızlıklarında boğuldu hayatları.

Selam olsun Hud Peygamber’e! En modern, en güçlü, yoğun kalabalıklar ona “deli, akılcı bir tutum sergileyemeyen, hatta yalancı” gözüyle baktı. “Beyinsiz” lakabını taktı.

Onların da uyduruk ve düzmece tanrıları vardı. Her modern uygarlıktaki gibi... Çıkarı, serveti, bilimi, teknolojiyi, bir nesneyi, mesela hayatını kolaylayan bir aracı, gereci, ürettiği bir eseri, bir düşünceyi, ideolojiyi, değerli bir insanı ve en çok da parayı, bir ilahı sever gibi seviyorlardı. Bu uyduruk şeylerin onlara sağladığı menfaatler için ahlaklarını pazara düşürüyorlardı. Canlarını, emeklerini, güç ve enerjilerini, zamanlarını, paralarını uğurlarına sarf ediyorlardı. Hayatlarını onlara adıyorlardı. İlkelerini terk ediyorlardı. Kişiliksiz, silik, itirazsız, emir kulu, aptal köleler halinde yaşıyorlardı. Sorgulamıyor sadece itaat ediyorlardı.

Onlar da puthaneye çevirdiler sol yanlarını. Bir haftalık kum fırtınasında savrulur gibiydi zaten yaşamları. Öylece de öldüler. Savrularak. Körü körüne...

Selam olsun Salih Peygamber’e! Güçlü, kaba, barbar bir toplumda merhameti, inceliği, medeniliği öğretmeye çalışan erdem elçisine... Mimaride, sanatta zirveyi yakalamış toplumuna öğüt vermeye kalkışan “sevimsiz(!) öğütcü”ye...

“Dişi deve temsili”yle; masum ve kimsesiz/ kimsesi Allah olan, kamuya, halka mal olmuş ortak iyilik, güzellik ve yarara karşı barbarlığın yerine merhameti, sertlik yerine hilmi, şiddet yerine nezaket ve inceliği, sahip çıkmayı öğretmeye çalışan Salih’e selam olsun!

Kimsenin zararına olmayana zarar vermemeyi, herkesin faydasına olana sahip çıkmayı, halk yararına koşmayı öğütleyene...

Sevgili Salih! Bizim buralara da uğra ne olur! Kimseye zararı olmayan ve kendince yaşama tutunmaya çalışan insan kardeşlerimize sergilediğimiz saygısız tutumumuza bir bak. Masum ve savunmasız hayvanlarımıza kabalığımızı gör. Yeşilimizi karaladığımızı da. Kamusal yararı nasıl hunharca yağmaladığımızı... “Dişi develerimizin nasıl da bacaklarını kırdığımızı…” Ne uygar bir barbar olduğumuzu...

Onların da uyduruk ve düzmece tanrıları vardı. Her modern uygarlıktaki gibi... Çıkarı, serveti, bilimi, teknolojiyi, bir nesneyi, mesela hayatını kolaylayan bir aracı, gereci, ürettiği bir eseri, bir düşünceyi, ideolojiyi, değerli bir insanı ve en çok da parayı, bir ilahı sever gibi seviyorlardı.

“Ey kavmim!” dedi, “gerçek şu ki, ben Rabbimin mesajlarını ilettim ve güzelce öğüt verdim size; ama siz güzel öğüt verenleri sevmediniz.” (79)

Volkanik patlamalarla gittiler buralardan onlar da.

Lut (as)’a da selam olsun! Cinsel sapmaları başlatan uslanmaz halkının başını önüne eğdirdiği o Sevgili Elçiye... Cinslerin birbirleriyle mutlu mesut karşılaşamadığı bir aykırılık, cinsiyetlerin tabii yolculuklarında karşıtlarıyla bir ahenkte buluşmayı terk edip çift olmanın birliğinde birleşmek yerine, yalnızlıklardan hiç olmayacak, tabiata aykırı birliktelikler çıkarmaya çalışmalarını reddeden çilekeş Lut (as)’a… Selam olsun! 

Alay ettiler. Alay ederler seninle ey Lut! Uluslararası ödüller veriliyor bitirmek için mücadele ettiğini yaşatmaya çalışan sanatsal yapıtlara. Sen gelsen yine aynı sözleri diyecekler var şimdi buralarda. Ahlaki tutumunla alay edecek olanlar. “Sürün ülkenizden onları! Besbelli, kendilerini temize çıkaran insanlar, bunlar!"

Şuayb (as)’a da selam olsun! Ölçüsüzlüğe, adaletsizliğe, haksızlığa isyan eden o yiğit elçiye... Toplumu için üzülemeyecek kadar çok üzülene. Kederinden kaderini kaybedene...

“O halde, artık hangi toplumun insanları, azabımızın, geceleyin daha onlar uykudayken ansızın başlarına kopmayacağından emin olabilirler? Yahut artık hangi toplumun insanları, azabımızın, güpegündüz onlar [dünyayla] oyalanıp dururken başlarına kopmayacağından emin olabilirler? Kim güvenlik içinde görebilir kendini, Allah'ın önceden kestirilemeyen ince tertibine karşı? Hayır, zaten tükenip gitmiş insanlardan başka kimse Allah'ın ince tertibine karşı güvenlik içinde göremez kendini! Öyleyse, önceki kuşakların izinden yeryüzüne varis olanlar için şu gerçek hâlâ ortaya çıkmadı mı, eğer dileseydik kendi günahları yüzünden onları da pekâlâ çarpabilirdik; hem de hakikati işitmesinler diye kalplerine mühür basarak!” (97-100)

Şu an dünyayı paylaşan halkların, özellikle dünya hakimiyetini ellerinde tutanların hangi halkların ardılı olduğu konusuna tarih bilgimiz –eğriliklerine rağmen- bir açıklama getiriyor. Bu bilgi aynı zamanda onların da -tıpkı öncekiler gibi- ebedi olmadığını, kendilerinden sonra gelecek yeni ardıllara dünyayı bırakıp gidecekleri gerçeğini de haber veriyor.

Şu halde toplum olarak bizim ardıllığımızı düşünmeliyiz.

Sen acaba kimin ardılısın? Kimlerin devamısın? Kimlerin öncülüsün ya da? Şu an yaşadığın, gezip tozduğun mekanlarda senden önce kimler vardı? Yakın veya uzak zamanlar öncesindeki öncüllerine bakılırsa kimler gelmiş kimler geçmişti? Sen nasıl geçiyorsun buralardan. Geçerkenki duruşunu, sen geçtikten sonra senden kalacakları, neslinden türeyen yeni ardıllarını gözden geçirmenin tam zamanındasın.

İşte Araf suresinin bu bölümü gelmiş geçmiş ünlülerden, öncüllerimizden bahsediyor. En bilinen, en meşhur kesitleriyle insanlık tarihini geçiriyor ayetleriyle senin gözlemlerinin önünden.

İnsan topluluklarının, insanın, senin benim öyküm böyle başlıyor. Bir hatırlatıcı geliyor, bir müzekkir... İnsana Allah’tan haber getiren. Düşünüp taşınan, hayatın hakikatine eren bir elçi, bir bilge, bir kaç satır doğru cümle, ayetler, işaretler, göz kırpanlar, el edenler, çağıranlar, davetçiler ve sonra bir başına kaldığında bir başına kalmadığını anladığın o iç sesin, vicdanın... Sana kendine gelmeni hatırlatan bütün sesler. İç titremeni ve aslına dönüş yoluna düşmeni sağlayan bütün sözler...

Fakat özel olarak sana hayatın anlamını hatırlatan peygamberlerin ortak söylemine sen de tanık olmalısın. Elçiler geçti bu dünyadan, Nuh, Hud, Salih, Şuayb ve daha niceleri... Söylemlerinin özü bu Kitap’ta. Bütün tazeliğiyle duruyor.

Onların hepsi azap içinde öldü. Azapla çıkıp gittiler bu dünyadan. Mühürlenmiş olarak. Keyfi verilmiş bir karşılık değil, aksine tam da hak ettikleriydi bu. Kendi yapıp ettikleri, edip eylediklerinin tabii ve gerekli sonuçlarını yaşadılar. Sarıldıkları sebeplerin sonuçlarını... Hiç biri bu sonucu biz istemeyiz diyemezdi. Böyle olmasını biz de istememiştik, demeye hakları yoktu. Niyetlerine neyi koydularsa yaşadıkları akıbet de oydu.

“Sana içlerinden bazılarının kıssalarını anlattığımız bu [önceki] toplumlara kendi içlerinden çıkan elçiler, gerçekten de hakkın ne olduğu yolunda apaçık belgeler, burhanlar getirmişlerdi; ama onlar, bir kere yalan saydıkları şeye bir daha inanmak istemediler. İşte bunun içindir ki, Allah, hakikati inkâr edenlerin kalplerine mühür vuruyor. Ve Biz onların çoğunda doğru olan şeylere karşı içsel bir bağlılık bulmadık -tersine, onların çoğunu onmaz günahkârlar olarak bulduk.” (101-102)