Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Firari

3 Nisan 2015 Cuma Sonpeygamber.info / Yazarlar


"Lâ ilâhe illâ ente, Subhaneke, innî küntü mine'zzalimîn. / Yok ilah; ancak Sen varsın ki sen Subhansın, asla abes iş yapmazsın, anlamsız değildir takdirin, belli ki, ben, evet, zalimlerden olmuşum…"

Bir özgürlük manifestosu bu cümle. İnsanı kendiyle sarhoş olmaktan uyandıran. İnsanı egosunun etrafından dönüp durmaktan çekip alan.

“Hüzün Yılı” gelip çattı. Önce can yoldaşı, Hira dönüşlerinin müjdecisi, uzun inzivaların sırdaşı Hz. Hatice (r.anha) vefat etti. Yanı başında duran, sessiz teselli pınarı uzaklara aktı. Amcası Ebû Talib'in hüzünlü vedası geldi. “Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin…” acısında kavruldu Allah'ın Elçisi'nin kesik nefesleri. Mütekebbirler karşısındaki dayanağı da yıkılıverdi. Yapayalnız kalıverdi. Baskı ve zulümler arttı. Hakaretler ağırlaştı.

Mekkelilerden yüz çevirdi. Taif'i bir ümit bildi. Taze bir nefes alabilirdi hakikat Taif yaylasından belki. Yeni bir tebessüm bekledi Taif'in narçiçeklerinden. Ne var ki taş düştü nasibine. Taşlandı, aşağılandı, hakaretler gördü. Bir ümidin kıyısından mahzun geri dönerken, Yûnus'un hatırasıyla karşılaştı.

Yûnus da kavminden ümit kesmiş, bir başka diyara yelken açmıştı. Zifiri geceye uğramış, fırtınalı denize düşmüş, balığın karnında tutsak olmuştu. “İç içe üç karanlık”tan üst üste üç aydınlığın kapısını aralamıştı. “Lâ…” dedikçe, reddettikçe başkalarını, çekildi ayağı tuzaklardan. Efendisinden kaçmış köle diye denize atılan Yunus'un hatırına, bir köleyi efendisinden kaçırdı Allah'ın Elçisi. Köle Addas, taşlardan kaçarak iltica ettiği bahçede, üç karanlıktan Rabbine iltica eden Yunus'un kıssasına mülteci oldu.

Allah Rasûlü (sav)'nün ve evlatlığı Zeyd'in sığındığı bahçenin sahipleri, köleleri Addas’ı bir tabak üzümle yanlarına gönderirler. Kin ve nefretle betonlaşmış vicdanlarının bir yerinde, ince bir sızı akıyordu hâlâ. Kim olursa olsun, bir insanı böyle çaresiz, böyle sahipsiz bırakamazlardı. Önyargının enkazında ezilmiş kalpleri az da olsa sızlıyordu. Elinde üzümle, kalbinde hüzünle yaklaşan köle Addas, hayırlı bir tuzağa yakalanmak üzereydi.

Allah'ın Elçisi, elini üzüme uzatırken: “Bismillah” dedi. Addas şaşırdı: “Ben bu sözü buralar da hiç duymadım.”
Nerelisin sen?" diye sordu Elçi. Addas: “Ninovalı’yım.”  Tebessüm etti bu cevaba: “Demek sen salih insan Metta oğlu Yunus’un halkındansın.” Addas heyecanlandı. Metta oğlu Yunus’u nereden bildiğini sordu. Cevap verdi: Çünkü ben Allah’ın Elçisiyim ve o da Allah’ın Elçisi. Bunu bana Allah bildirdi.”

Sonra kan sızan dudaklarından can kokulu sözler döküldü:

"Lâ ilâhe illâ ente, Subhaneke, innî küntü mine'zzalimîn. / Yok ilah; ancak Sen varsın ki sen Subhansın, asla abes iş yapmazsın, anlamsız değildir takdirin, belli ki, ben, evet, zalimlerden olmuşum…"

Bir özgürlük manifestosu bu cümle. İnsanı kendiyle sarhoş olmaktan uyandıran. İnsanı egosunun etrafından dönüp durmaktan çekip alan. İnsana asıl yerini gösteren işaret parmağı: “Bak, işte zulmediyorsun kendine. Rabbinin seni istediği yerde değilsin; başka bir yere koymuşsun başını. Alıp başını gittiğin yerler, yâr değil sana…”

Yunusça bir duanın firarisiyiz artık. Yok başka gidecek yerimiz. Hepimiz Taif'den dönen Allah'ın Elçisi'nin gözlerindeki o pırıltının özlemindeyiz. Geleceğin korkularını aşmak üzere, dünyanın ölüm yüklü dalgalarından sıyrılmak üzere, kötülüğü emreden nefsin avuçlarından uçmak üzere, dualı bir fısıltı taşıyor ânımıza. Şimdi o duanın avuçlarında yatışıyor yaralı kalplerimiz. İltica sevinciyle… Şimdi Addas'ın yerinde olmak var. Üzüm ikram ediyoruz taşlanmış Peygamber’e. Bir gölgelikte bir nefeslik huzur içinde. Huzurun kıyılarına yürüyoruz. Bir anlık da olsa -sadece bir anlık ama- sevincinin sebebi olmak istiyoruz. Gözlerinin içine içine sığınıyoruz. Atıyoruz omzumuzdan lüzumsuz yükleri. Kederleri düşürüyoruz ellerimizden. Alnımızın çizgilerinden çekiliyor kaygılar. Sonsuz bir tebessümün ovasına yayılıyor ruhumuz. Tek bir anın zirvesinde, göğün mavilerini emiyoruz. Kalbimizi dünya hapsinden kurtarıyor, kedersiz kuşlar gibi kanatlanıyoruz.

Adımızı sordu: “Muhammed!” Adaş çıktık. Her birimizin göbek adı “Muhammed” değil mi? Alnımıza çizili değil mi o sevda: “Mustafa!” Sevindi. “Nerelisin?” dedi. Hiç çekinmedik, söyledik: “Yaralıyız!”  Âh, biz de Yunus'un hemşerisi çıktık.

Adımızı sordu: “Muhammed!” Adaş çıktık. Her birimizin göbek adı “Muhammed” değil mi? Alnımıza çizili değil mi o sevda: “Mustafa!” Sevindi. “Nerelisin?” dedi. Hiç çekinmedik, söyledik: “Yaralıyız!”  Âh, biz de Yunus'un hemşerisi çıktık.

Ümidimizi kesmişiz kendimizden. Zifir bir gecedeyiz, geleceğimize ölüm yazılı. Ki gecemiz Yunus'un gecesinden bin kez daha korkulu. Denizimiz şu dünya. Her dalgasında binler ölü vuruyor kıyıya. Denizimiz Yûnus'un denizinden de belalı. Yutulmuşuz; elimiz kolumuz bağlı. Nefsimize yem olmuş kalbimiz; hırsın ve şehvetin, heves ve hevânın ağzında sonsuzluk ümitlerimiz boğulmakta. Bizim balığımız Yûnus'un balığından daha iştahlı. Kıyıya çıksak da balığımız yanımızda. Denizin dibinde değil sadece, kıyılarda, kuytularda, meydanlarda, odalarda, gölgelerde. Kirpik uçlarımızda, saç diplerimizde, hecelerimizin arasında, suskunluklarımızda…

Dedi ki: “Ben Allah’ın Elçisiyim ve o da Allah’ın Elçisi…”  Sıcacık tebessümünde eritti acılarımızı, yaralı Yûnus'un hatırasından bir yar eli değdi yaralarımıza. Hâlâ orada…