Hz. Peygamber'in İslam'ı tebliği sırasında Mekke ve Medine'de muhtelif din mensuplarıyla münasebeti olmuştur. İslam bir sulh dini olduğu için Rasûlullah da muhataplarını İslam'a davette daha çok antlaşma yolunu tercih etmiştir. Arabistan toplumunun ekseriyetle Müşriklerden meydana geldiği dikkate alınırsa Hz. Peygamber'in de nübüvveti boyunca en çok Müşriklerle meşgul olduğu görülür. Ancak "Müşrik" adı verilen toplumun bilhassa İslam Tarihi açısından muhtevasını belirlemek için önce bu kelimenin lügat ve ıstılah manalarını verelim.
Müşrik lügatta, «ortak koşmak» anlamına gelen «şerike» fiilinden türemiş bir kelime olup, «Allah'a ortak koşan, Allah'fa küfreden» manasında kullanılır. «Mirasta ve alışverişte ortaklık» anlamına da gelen şirk, ayrıca «riya, nifak, Allah'tan başkasına yemin, herhangi bir şeyi uğursuz saymak, hadiselerin meydana gelişlerini adi sebeplere bağlamak» manalarını da taşımaktadır.
Istılahta ise Müşrik, açıktan açığa Allah'a ortak koşan, sayısız ilahlara inanan, Müslüman, Yahudi, Sabiî, Hıristiyan ve Mecusi olmayan, şirki din olarak kabul eden, putlara tapan Arap Müşrikleri (putperestleri)dir.
Kur'ân'da, İslamiyet’in zuhuru esnasında Arabistan'daki mevcut dinler zikredilirken Müşrikler ayrı bir grup olarak bildirilmiştir. Hz. Peygamber devri dikkate alınırsa, Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hıristiyanlarla evlenmek ve kestiklerini yemek helal kılındığı halde, Mecusi ve Sabiîlerden cizye alınmasına mukabil onların kadınlarıyla evlenmek ve kestiklerini yemek yasaklanmıştır. Halbuki Müşrik telakki edilen Arap putperestlerinden ise, diğer din gruplarına tanınan imtiyazlardan tamamen farklı olarak ne cizye alınmış, ne kadınları nikah edilmiş ne de kestikleri yenilmiştir. Bu manada Arap Müşrikleri, mürtedlerle eşit mütalaa edilmektedir. Yani Müşriklerle Müslüman olmadıkları takdirde cizye imtiyazı tanınmaksızın kendileriyle harp edilmiştir.
Hz. Peygamber Mekke döneminde İslam'ı kendi kavmine tebliğ ederken Müşriklerin bütün eza ve cefalarına sabretmiştir. Kavminin işkenceleri karşısında daima bir sulh antlaşmasının özlemini çeken Hz. Peygamber, cahiliye devrinde Mekke'nin bozulan asayişini düzeltmek için kurulmuş olan Hılfu'l-Fudûlü hatırlayarak antlaşma zeminini daima açık tutmuştur.
Hz. Peygamber Medine'ye hicretinin ilk günlerinden itibaren Ensar ve Muhacir arasında kardeşlik bağını tesis etmiş, İslam Tarihinde ilk anayasayı hazırlayarak Medine Devleti'ni kurmuştur. Daha sonra komşu Müşrik kabileler ve Arabistan dahilindeki diğer Müşriklerle bir çok gayeye istinaden antlaşmalar yapmıştır.
Hz. Peygamber cahiliye devrinde sulh ve sükunun temini için yapılmış olan antlaşmaları daima takdir etmiş, İslamiyet’in bunları pekiştireceğini bildirmiş, bu konuda yapılacak antlaşmalara katılabileceğini ifade etmiştir. Nitekim Rasûlullah civar kabilelerle yapmış olduğu antlaşmaları, "Eğer düşmanlar barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan..." âyetinin ruhuna uygun olarak yapmıştır.
Rasûlullah'ın, özellikle harp öncesi yapmayı planladığı antlaşmaların gayelerinden birkaçını zikredelim:
Hz. Peygamber'in Medine'nin ilk yıllarında hazırladığı antlaşma buna bir misal teşkil eder. Bu antlaşmaya göre; Medine'de müslim ve gayr-i müslim herkes Rasûlullah'ın başkanlığında cemaatleşecek ve bir ümmet sayılacaktır.
Hz. Peygamber, pek çok faydalar sağlayacak bu antlaşmayı h. 1. yılda imzalamak için Hz. Enes'in evinde putperest Evs ve Hazrec kabilesi ileri gelenleri ile Yahudilerin büyüklerini topladı. Anayasa hükmünde yapılan bu antlaşma, yazılı vesika olarak Medine Devleti'nin ilk anayasasını teşkil etti. Hz. Peygamber böylece çeşitli ırk, din ve kabilelerden müteşekkil bir şehir topluluğuna Arabistan yarımadasında evvelce görülmemiş çok değişik bir içtimai yapıyı (ümmet) meydana getirmiştir. Hz. Peygamber siyasi başkan olarak, en yüksek devlet iktidarını temsil ediyor, kazai, askerî, hukuki mahiyeti itibariyle başkanlık sıfatını da elde etmiş oluyordu. Diğer bir deyişle, bu hukuki hamle sayesinde Hz. Peygamber evvelce sahip olduğu dinî iktidarın yanısıra dünyevi iktidarı, yani Medine Site Devleti'nin başkanlığını da kendi şahsında temsil ediyordu. Böylece Medine'nin hukuki, siyasi, beşerî, mali ve askerî statüsü belirlenmiş oluyordu. Yine Rasûlullah bu antlaşma ile eski Cahiliye düzeni yerine yeni bir nizam kuruyor, parçalanmış olan Medine'yi tek bir çatı altında toplamayı başarıyordu.
Hz. Peygamber Medine Devleti'ni teşekkül ettirdiğinde bütün Müşriklerin bu devletin düşmanı olduğunu biliyordu. Bilhassa kurulan bu Medine Devleti'ne bilfiil karşı çıkan ve onların Medine'ye hicretlerine sebep olan Kureyşlilerdir. İşte Rasûlullah'ın Medine'de yaptığı antlaşmada özellikle şu maddeye yer verildi: "Hiç bir Müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himaye altına alamayacak, hiç bir mümine bu hususta engel olamayacaktır." Bu hükme göre Medine'de kurulan devletin mevcudiyeti, korunması bütün sakinlerin iştirakleriyle onaylanıyor ve o zaman için en büyük tehlike olan Kureyş'e karşı Medine'de ittifak meydana geliyordu. Böylece topyekün bir cemaat, bir başkan altında toplanmış oluyordu. Ayrıca bu antlaşma ile devletin varlığının devamı, itibarının korunacağı garanti altına alınıyordu.
Bir devleti dahildeki kaynaşma dışında en çok tehdit eden husus, komşularının durumudur. Bu yüzden her devlet komşularıyla iyi geçinmek ve onlarla iyi ilişkiler kurmak ister. Hz. Peygamber Medine Devleti'ni kurduğu zaman komşularının Müşrik kabileler olduğunu biliyordu. Onların menfi tavrını önlemek ve onlarla dostça geçineceğini bildirmek için ilk yıllarda Benû Damre, Müdlic, Gıfar ve Cüheyne ile birer muahede yapmıştı. Bu antlaşmalar, iyi komşuluk münasebetlerini tesis ettiği gibi, bir tehlike karşısında onlarla ittifakı da sağlamış oluyordu. Ayrıca bu kabileler vasıtasıyla Medine'ye yönelecek tehlikelerden önceden haberdar olabilmek imkan dahiline giriyordu. Ticari faaliyetler yönüyle de bu antlaşmalar önem arzediyordu.
Hz. Peygamber bütün işleri sulh yoluyla halletmek taraftarı idi. Nitekim harpten dolayı iki tarafın maddi ve manevi zarara girmemesi için Bedir harbi öncesi, sırf Medine Devleti'ni yıkmak, intikam almak, putperest topluluk içerisinde itibarlarını korumak maksadıyla gelen Mekke Müşriklerine Hz. Ömer'i göndererek çekilip gitmelerini istemiştir. Kur'ân-ı Kerim, Rasûlullah'ın bu sulh çağırısına, "Eğer siz (Ey Kafirler) fetih ve zafer istiyorsanız, işte o fetih size gelmiştir. Eğer (bundan) vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer muharebeye dönerseniz biz de döneriz. Cemaatiniz çok da olsa sizden hiç bir şeyi asla def edemeyiz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir." âyetiyle işaret eder.
Hz. Peygamber bütün davranışlarında Müşriklerden gelecek sulh tekliflerine açık olduğunu göstermiş, teklifin gelmesi halinde onlarla antlaşma yapmıştır. Nitekim h. VI. yılında umre niyetiyle Mekke'ye hareket ettiğinde Mekke Müşriklerinin silahlandığı haberi üzerine yolunu değiştirerek muahede için Hudeybiye'ye gitmiştir. Diplomatik görüşmelere rağmen Mekke'yi ziyaret mümkün olamamış, hatta Müşriklerin teklifi üzerine bir antlaşma imzalanmıştır. Neticede Müslümanlar günlerce yol kat ederek geldikleri Hudeybiye'den sırf barış uğruna Medine'ye geri dönmüşlerdir.
Hicretin IX. yılında Müslüman olmak üzere Medine'ye gelen Taifliler, namaz, zekat, hac ve cihaddan muaf tutulmalarını istiyorlardı. Ayrıca putları Lat'a dokunulmamasını, fuhuşun, faizin ve içkinin de yasak edilmemesini istiyorlardı. Hatta Taifliler işi oldu bittiye getirmek için bu isteklerini yazılı olarak getirmişler sadece Hz. Muhammed (sav)'in mührü için boş yer bırakmışlardı. Hz. Peygamber ise, bu şartlardan İslam'a aykırı olanları değiştirerek antlaşma imkanı bulmuştur.
Hz. Peygamber'in yaptığı antlaşmalarda dikkati çeken husus, antlaşma metninde İslam'a aykırı maddelerin bulunmamasıdır. Nitekim Taiflilerin teklifi İslam'a uymadığı için reddedilmiş, İslami hükümlere uygun hale getirildikten sonra antlaşma sağlanmıştır. Ayrıca muahedenin geçerli olabilmesi için metnin sonunda Rasûlullah (sav)'ın mührü ve şahidlerin isimlerinin yazılması şart koşulmuştur.
Hz. Peygamber'in yaptığı antlaşmalar muahedenin aktedileceği kabilede imzalanmış veya karşı taraf delegesini kabul ederek Medine'de imzalanmıştır. Antlaşmaların yazılmasından önce, şartlar karşılıklı görüşülmüş, maddelerde tarafların mutabakatı halinde yazılma safhasına geçilmiştir. Yazılı bir teklif getirilmişse, maddeler incelenerek, değiştirilmesi gereken noktalar tarafların kabulünden sonra redakte edilmiştir.
Hz. Peygamber muahedenin yazılmasına "Besmele" ile başlanılmasını emreder, daha sonra "Allah'ın Rasûlü Muhammed" ibaresini koydururdu.
Hz. Peygamber muahede metnini katiplerine dikte ettirirdi. Umumiyetle katipliğini Hz. Ali yapardı. Hudeybiye'de Hz. Ali katip idi. Antlaşma ekseriya iki nüsha yazılır, birisi Rasûlullah'da kalır, diğeri ise karşı tarafa verilirdi. Muahede'nin müzakere ve yazılması esnasında tarafların şahidleri de bulunur, onların da isimleri antlaşmanın altına yazılırdı. Nitekim Hudeybiye'de Müslümanların şahidi Ebû Bekir, Ömer, Abdurrahman b. Avf ve diğerleri iken, Müşriklerden de Mikrez b. Hafs ve diğerleri şahid olmuşlardır. Ayrıca muahede tarafların başkanlarınca da mühürlenmektedir.
Hz. Peygamber muahedelere bağlılığı sağlamak için bazen «denizde bir sufeyi (kabuk veya tüy) ıslatacak su kalıncaya kadar» veya «Uhud dağı yerinde olduğu müddetçe» gibi ifadeler kullanmıştır.
Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden bir yıl sonra civar kabilelerle diplomatik antlaşmalar yapmıştır. Bu önemli muahedelerden birkaçı şöyledir:
Hz. Peygamber Medine'ye gelişinin ikinci yılı safer ayında 60 muhacirle Benû Damre yurduna gitmiş, reisleri Mahşî b. Amr ile komşuluk meselelerini müzakere ederek şu metni dikte ettirmiştir:
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla;
Allah'ın Rasûlü Muhammed'in Benû Damre'ye hitaben yazısıdır: Onların malları ve canları emniyette olacaktır. Ve zalimane tecavüz vukuunda onlara yardım edilecektir. Ve onların vazifesi de Peygamber'e yardım etmek olacaktır. Bu antlaşma bir sufe (bir kabuk, bir tüy) ıslatacak su kalıncaya kadar devam edecektir. Onların Allah yolunda savaştıkları hal bundan müstesnadır. Üstelik Peygamber yardıma çağırır çağırmaz onlar, O'nun davetine cevap vereceklerdir. Ve bunlar için onlar Allah'ın ve O'nun Rasûlü'nün garantisine sahip olacaklardır. Ve aralarında taahhüdlerine riayet eden ve muahedenin ihlalinden korkanlar için yardım yapılacaktır.”
Hz. Peygamber'in Müşrik Damreoğulları ile yaptığı bu antlaşma, karşılıklı olarak yardımlaşmak, iyi komşuluk münasebetleri kurmak, muhtemel tecavüzlere karşı güç birliği içerisinde bulunmak vb. özellikler taşır. Bu antlaşma her iki tarafa da sorumluluk getirmiştir. Benû Damre o dönemde henüz Müslüman olmadığından, cihad için yapılacak yardımlaşma ve destek muahedede yer almamıştır.
Hz. Peygamber Damreoğulları ile antlaşma yaptığı yıl, Benû Gıfâr ile de antlaşma yapmıştır. Bu antlaşma da, aşağı yukarı Benû Damre ile yapılan muahedeye benzemektedir: “Benû Gıfâr, Müslümanlarla aynı haklara sahip ve aynı vazifelerle mükellef olan Müslümanlar gibi sayılacaklardır. Üstelik Peygamber, onlara şahısları ve mülkleri üzerine Allah'ın kefaletini ve O'nun Rasûlü’nün kefaletini taahhüd eder. Nitekim Peygamber onları yardıma çağırırsa onlar O'nun davetine icabet etmekle mükelleftirler. Ve O'na yardım etmek üzerlerine bir vazifedir. Din için savaş bu kayıttan müstesnadır. Bu antlaşma denizde bir sufe (tüy veya kabuk)yi ıslatacak kadar su kalıncaya kadar muteberdir. Bu yazının bir cinayet karşısında araya girmeyeceği kararlaştırılmıştır.” Rasûlullah, Benû Gıfâr ile de yardımlaşmak, birbirlerine destek olmak ve iyi komşuluk münasebetlerini kurmak üzere antlaşma yapmıştır.
Hz. Peygamber h. II. yılın Rebiulevvel'inde Cüheynelilerin bulunduğu Buvat'a doğru yola çıkmıştı. Rasûlullah, Cüheynelilerle de, Benû Damre ve Benû Gıfâr ile yaptığı antlaşmaya benzer bir muahede yapmıştır;
“Cüheyne kabilesinden olan Benû Zür'a ve Benu'r-Rab'a'ya: Onların şahısları ve mülkleri himaye altında olacaktır. Ve kendilerine zulmeden veya harbedenlere karşı onlara yardım edilecektir. Bununla beraber din ve üyeleri uğruna girişilen harpler müstesna. Ve mensupları göçebe olanlardan taahhüdlerini yerine getirenler ve her türlü tecavüzden uzak duranlar için yerlilere tanınan bütün haklar tanınmıştır. Allah yardım edendir.”
Rasûlullah'ın Cüheyne kabilesi ile yaptığı bu antlaşma iki taraf arasında bir saldırmazlık paktı oluşturmuş ve her türlü saldırı karşısında yardımlaşmak hükme bağlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı kaldıkları sürece Müslümanlar tarafından himaye edilebilecekleri de belirtilmiştir.
Hz. Peygamber hicretin VI. yılının Zilkade ayında 1400-1500 kişilik ashabı ve 70 kurbanlık devesi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Niyeti, Kureyşlilerle aradaki husumeti kaldırmak, geçmişteki olayları unutarak dostane münasebetler kurmak ve umre yapmaktı. Ancak Rasûlullah Mekke'ye yaklaştığı zaman Büsr b. Süfyan'a rastgeldiler. Ondan Mekkelilerin Müslümanlara düşmanca tavrını öğrenince, Rasûlullah ashabını Hudeybiye'ye götürdü. Hz. Peygamber Mekke'ye yaklaşırken onlarla sulh yapmak niyetinde olduğu için hiçbir Kureyşlinin Müslümanları engellemesine misillemede bulunmadı. Tek gayesi umre yapılmasa da bir antlaşma sağlanarak oradan ayrılmaktı. Bunu diplomatik yönden temine çalıştı. Yapılan karşılıklı diplomatik münasebetler sonunda, Kureyş Süheyl b. Amr'ı antlaşma yapmak üzere gönderdi. Hz. Peygamber ile Süheyl b. Amr arasında müzakere edilen ve yazılması kararlaştırılan antlaşma metni şu maddeleri ihtiva ediyordu.
Hz. Peygamber Kureyşlilerle yaptığı bu antlaşma ile zahirde çok zor şartları ihtiva eden hükümleri kabul etmiş oluyordu. Çünkü bu yıl Kâbe'yi ziyaret edemeyecekler, Medine'ye iltica edenlerin iadesine rağmen, Mekke'ye iltica edenlerin iadesi mümkün olmayacak, Mekke'den Medine'ye hiç bir kişi sokulmayacaktı. Anlaşılacağı üzere muahedenin bütün maddeleri Müslümanların aleyhine idi. Fakat bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber en büyük düşmanı Kureyşlilerle on yıllığına bir mütareke imzalamıştır. Bu antlaşma Müslümanları netice itibariyle ümitsiz bırakmıştı. Ancak bu antlaşmanın Müslümanlar için nazil olan âyetler ve meydana gelen hadiselerden sonra bir fetih olduğu anlaşılmıştır. Çünkü Müslümanlar hicretin beşinci yılında Hendek gazvesinde 3000 muharip iken, musalahadan iki sene sonra Mekke fethinde sayıları 10.000 kişiye ulaşmıştır.
Hz. Peygamber Müşriklerle yaptığı antlaşmalarda şartlara daima sadık kalmıştır. Muahedenin müzakere ve yazılması esnasında Kureyş delegesi Süheyl b. Amr'ın oğlu Ebû Cendel, Müslüman olarak Rasûlullah'a iltica etmiş ve Müşriklerin elinden kurtarmasını istemiştir. Ancak antlaşma maddeleri üzerinde tasarruf yapamayacağını ve antlaşmaya bağlı kalınması gereğini vurgulayarak Ebû Cendel'i kabul edememiş, Müslümanların; «Ebû Cendel Müslüman olduğu halde nasıl Müşriklere iade edilir?» itirazlarına ve Ebû Cendel'in; «Ey Müslüman cemaati! Ben Müslüman olarak geldiğim halde Müşriklere mi iade edileceğim?» feryadına karşı antlaşmayı zedelememiş ve onu geri vermiştir.
Yine Rasûlullah, Müşrikler tarafından hapsedilmişken Medine'ye kaçmayı başarmış olan Ebû Basîr'i geri almak üzere gelen iki temsilciye antlaşma şartlarına uyarak onu teslim etmiştir. Hudeybiye musalahasına göre taraflar 10 yıl boyunca sulh içerisinde bulunacaklar, buna gizli dahi olsa asla ihanet etmeyeceklerdir. Fakat müttefiki Benû Bekir, Rasûlullah'ın müttefiki olan Huzaa'ya saldırarak muahedeye aykırı hareket etmiştir. Neticede bu ahde vefasızlık Mekke fethine sebep olmuştur.
Hz. Peygamber Tebuk gazvesinden döndüğünde h. IX. yıl Ramazan ayında Taif'den Medine'ye bir heyet geldi. Gayeleri İslam'ı kabul etmekti, fakat şartlı olarak bu dine girmek istiyorlardı. Rasûlullah'a açıkladıkları şartlar şunlardı ;
Hz. Peygamber bu maddeleri dinledikten sonra onların ileri sürdükleri bazı maddelerin cahiliye geleneği olduğunu hatırlatarak hepsinin yanlışlığına ve bir cemiyetin ıslahı için bu âdetlerin mutlaka kaldırılması gereğine akıllarını erdirdi. Taif şehrinin kudsiyeti, zekat vergisi ve cihaddan başka isteklerini kabul etmedi. Bunlara ilaveten Rasûlullah'ın teklif ettiği diğer maddelerin de Taifliler tarafından kabulü ile muahede aktedilmiştir. Bu antlaşmaya göre Taif bölgesi mukaddes bölge sayılıyor, onların aşara bağlı olmadıkları, Müslümanlarla aynı şekilde bir cemaat teşkil ettikleri zikrediliyordu. Faizin yasaklılığı ile borç ve emanet konuları, diğer ticari muameleler, reislerinin kendileri tarafından seçilebileceği, Kureyş-Sakif münasebetlerine dair maddeler ve ellerindeki esirlerle ilgili bir takım hükümler muahede metnine dahil edilmiştir.
Hz. Peygamber’in bir çok gayeyi gerçekleştirmek için önce Medinelilerle sonra da uzak ve yakın komşuları ile antlaşmalar yapmıştır.
Rasûlullah'ın yaptığı antlaşmalar incelendiğinde şu sonuçlara varılabilir :
Hz. Peygamber'in 23 yıl boyunca sulha dayanan teşebbüsleri, Müslümanların iyi niyetlerine karşı Müşriklerin kötü niyetleri, Allah'ı inkar ederek İslam'ın inanç sistemlerini kabule yanaşmamaları, putperestliğin Müslümanlar için hala bir tehlike unsuru olmaya devam etmesi Tevbe sûresinin nüzulüne sebep olmuştur. Nitekim h. IX. yılda Tevbe sûresinin nazil oluşu, Müşriklere karşı takınılması gereken tavrı ortaya koymuştur. Bu sûrenin inzalinden sonra Müşriklere bildirilen hükümler şunlardı:
Bu duruma göre, bir ültimatom niteliği taşıyan Tevbe sûresi, Müşriklerle yapılan antlaşmalara son vermiş, hiçbir şekilde onlarla antlaşmaya oturulmaması hükme bağlanmıştır. Müşrikler ya İslam'ı kabul edecekler veya dört ay içinde Arabistan'ı terkedecekler, aksi halde kendileriyle savaşılacaktır. Müşriklere ilan edilen bu ültimatom, güçlenen İslam karşısında başka çıkar yolun kalmadığını onlara göstermiş, bir yıl sonraki Veda Hacc'ında Müslümanların sayısının yüzbinlere ulaşmasını sağlamıştır.
Hz. Peygamber'in irtihalinden az önce verdiği: "Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarınız" şeklindeki emri, Hz. Ebû Bekir zamanında yerine getirilerek Arabistan müşriklerden temizlenmiştir.