İlk mahyanın kuruluşuna dair kaynaklarda yer alan en yaygın rivayet ise şu şekildedir; Sultan I. Ahmed döneminin meşhur hattatlarından Fatih Camii müezzini Hafız Kefevî son derece sanatkârane işlemiş olduğu bir levhayı padişaha sunar. Levhayı çok beğenen Sultan I. Ahmed Kefevî'den levhayı ışıklandırarak kendi yaptırdığı Sultanahmet Camii'nin minareleri arasına asmasını ister. Kandillerle ışıklandırılan levhanın Sultanahmet Camii'nin minareleri arasına asılmasıyla da ilk mahya kurulmuş olur.
Kaynaklarda bu olayın geçtiği tarihe dair bilgi yoktur ancak yine tarihi kaynaklarda yaptığımız bir iz sürme ile 1616 ve 1617 tarihlerine ulaşıyoruz.
Sultanahmet Camii'nin inşası 1616 tarihinde bitirilmiştir. Sultan I. Ahmed'in vefat tarihi ise 22 Kasım 1617'dir. Caminin açılış tarihi olarak kabul edilen 2 Haziran 1616 Cuma günü de o yılın Ramazan ayının hemen öncesine denk gelmektedir. 1. Ahmed'in vefat tarihi de 1617 yılının Ramazan ayı sonrasına tekabül ediyor. Dolayısıyla yukarıdaki rivayeti de dikkate aldığımız takdirde ilk mahya ya 1616 ya da 1617 yılının Ramazan ayında kurulmuştur.
İlk mahyanın kuruluşuna dair başka bir rivayet de vardır. Bu rivayet ise devrin padişahı III. Ahmed'in sadrazamı Damat İbrahim Paşa'nın yayınladığı bir emirnameye dayanır. Lale devrine ait olan bu emirname mahyalarla ilgili en eski belge niteliği taşır ancak onun bizi ilk mahyanın kuruluşuna götürdüğü söylenemez. Çünkü belgede aynı anda bütün selâtin camilere mahya kurulması emredilmektedir. İstanbul'da sayıları artık çoğalan selâtin camilerin her birine aynı anda mahya kurulması için de elbette bu sanatın artık olgun bir hale gelmiş olması ve ustalarının da yetişmiş halde olması gerekmektedir. Bir anda mahyaların icat edilip, tüm selâtin camilere aynı anda kurulacak donanım ve birikimin oluşamayacağı da açıktır. Zira devrin teknik şartları göz önünde bulundurulduğunda mahya kurma işinin ne denli zor olduğu ve beceri gerektirdiği aşikârdır. Bu zorlu sanatın bir olgunlaşma, eskilerin tabiriyle tekamül sürecinin olması gerektiği göz önünde bulundurulduğu takdirde mahyaların tarihinin daha eskilere dayandığı sonucuna varılır.
Bir çıkma olarak şunu da söylemeliyiz ki mahyacılık o dönemin teknik imkanları dahilinde çok güç bir sanattı. Ancak mahya ustaları ise bunun aksine işlerine tutku derecesinde bağlı insanlardı.
Mahya Kelimesinin Kökeni
Mahya kelimesinin etimolojik kökenine dair net bir bilgi olmasa da Ahmed Rasim ve Şemseddin Sami'nin bu konudaki görüşlerini paylaşılmaya değer buluyoruz. Ahmed Rasim "mahya" sözcüğünün Farsça "mahiye" kelimesinden türemiş olabileceğini söyler. Mahiye ise Farsçada "aya özgü", "ay gibi" anlamlarına gelmektedir. Yine mâh kelimesinin Farsçada ay anlamına geldiği ve Osmanlı edebiyatında aydınlığı, güzelliği, yüz aydınlığı ve güzelliğini temsil eden bir mazmun olarak çokça kullanıldığı göz önünde bulundurulursa Ahmed Rasim'in bu konudaki fikirlerine hak vermek yerinde olacaktır. {mosimage}
Şemseddin Sami ise Kamus-ı Türkî adıyla bilinen sözlüğünde kelimenin mâh ismine Arapça yâ nispet ekinin getirilmesiyle oluşturulmuş galat bir tabir olduğunu söylüyor. Gramatik açıklamalar içerisinde boğulmadan kısaca söyleyecek olursak (1) Şemseddin Sami'nin tarifi de bizi Ahmed Rasim'in varsayımına götürüyor. Yani Şemseddin Sami'nin verdiği tarif de kelimenin kuruluşunda "aya özgü" anlamının yer aldığını söylüyor.
Ahmed Rasim'e göre bir diğer ihtimal de mahya kelimesinin Farsçada "sıralanmış" anlamına gelen "müheyyâ" kelimesinden Türkçeleşmiş olabileceğidir.
"Bizim Neden Mahyamız Yok?"
Zamanla İstanbul'daki selâtin camilere yayılan mahya kurma geleneği halk tarafından da büyük ilgiyle karşılanmıştır. Öyle ki artık her semtin halkı kendi camilerinde de mahya kurulması için padişaha arz-ı halde bulunmaya başlamışlardır. Tüm selâtin camilere mahya kurulması için ferman çıkarıldığında Eyüp Camii'nin minareleri henüz mahya kurulacak kadar yüksek değildir. Mahya kurulması için camiye daha sonra iki şerefeli yüksek minareler inşa edilmiştir.
Üsküdar'daki Mihrimah Camii de ilk zamanlar tek minareli olduğu için buraya mahya kurulamıyordu. Üsküdar halkının semtlerinde mahya olmamasından şikayet etmeleri üzerine Mihrimah Camii'ne de sonradan bir minare daha eklenmiştir mahya kurulabilmesi için.
Dünden Bugüne Mahyalar
Mahyacılık sanatı günümüzde teknikleri ve uygulamaları farklılaşsa da devam etmektedir. Teknikleri farklılaşmıştır çünkü artık yağlarla yakılan kandiller yerine elektrik lambaları kullanılmaktadır. Uygulamalar farklılaşmıştır; eskiden mahyalarda sadece sözlü ibareler yazıya dökülmez aynı zamanda hünkar kayığı, savaş topu, kız kulesi ve köprü gibi şekiller de ipler arasında yakılan kandillerle resmedilirdi. O dönemlerde halkın sabırsızlıkla beklediği bir mahya şöleni de minarelere kaftan giydirilmesiydi. Minarelere kaftan giydirme uygulamasında ise ipler arasına gerilen kandiller iki minare arasına asılmaz, minarelerin alemlerinden aşağıya dikey olarak sarkıtılırdı. Şerefelerden yanlara doğru açılan iplerdeki kandillerden minarelerin renkli kaftanları gökyüzünü ve şehri aydınlatır; büyük küçük herkesi başka âlemlere taşıyan mahya seyirleri saatler sürerdi. Dünden bugüne mahyacılık sanatında bir estetik aşınmanın olduğu söylenebilir belki. Bunlar apayrı tartışma konularıdır. Ancak görülen o ki mahyalar selâtin camilerin kalem misali minareleri arasına dizilen inciler olarak daha uzun zaman dünün şehirlerine olduğu gibi bugünün kentlerine tebessümü öğreteceklerdir.
1) Şemseddin Sami`nin tarifini yine de açma gereği duyuyoruz; nispet eki isimlere getirilir ve onlardan sıfatlar türetmeye yarar. Ör: Asker > Askerî; Sondaki -î bir nispet ekidir. Eklendiği asker kelimesinden askere özgü anlamında bir sıfat yaptı. Arapçadaki -yâ eki de buradaki -î ekiyle aynı işlevi görmektedir. Ör: Rum > Rumiyâ: Ruma özgü.