Tenkidçiler, kendilerine ve çevrelerine ait kusurları meşru göstermek için, sünnete ittibâın kaçınılmaz olduğunu inkara yelteniyorlar. Çünkü onlar bunu yapınca Kur’ân-ı Kerîm'in öğrettiği esasları her biri kendi arzusuna ve kişisel düşüncesine göre istediği gibi tevil etmek ve anlamak imkanını elde etmiş olacaktır.
Garb medeniyetinin tesirinin iyice arttığı şu günlerde, İslâm ülkelerinde sünnete uyma meselesinde aydın adını verdiğimiz kimselerin takındıkları garip tutumun yeni bir sebebi daha ortaya çıkmıştır Bu da onların şu sözlerinde ifâdesini bulmaktadır."Aynı zamanda hem sünnete uymak, hem de Garb'ın hayat yoluna ayak uydurmak mümkün değildir."
Ne acıdır ki, bugünün müslüman nesilleri, sırf yabancı ve göz kamaştırıcı olduğu, güçlü gözüktüğü için Garba ait olan herşeyi büyütmeye ve yabancı her medeniyete tapınmaya hazır bir psikoloji içinde bulunmaktadır.
İşte bu yabancıya ve Garblılığa özenme, Resûlullah'ın hadislerinin ve onlara bağlı olan sünnet nizâmının kabul görmemesinin en kuvvetli sebebi olmaktadır Çünkü Sünnet, Garb medeniyetinin dayandığı fikrî temellere açıktan açığa karşıdır. Garb Medeniyetinin cazibesine körü körüne kapılanlar, bu müşkil durumdan kurtulmak için, -mevsuk olmayan hadislere dayandığı gerekçesi ile- sünnete uymanın müslümanlara gerekli olmadığını söylemekten başka çare bulamıyorlar. Bundan sonraki aşama ise, Kur’ân esaslarının, garb medeniyetinin ruhuna uyacak şekilde tevil ve hatta tahrif edilmesidir.
Bu süreçte İslâm, ancak -dün olduğu gibi- sünnetteki yorumuna sahip çıkılmakla korunabilecektir. Zira mâna ve ruh olarak İslâm’a uygun bir hayat ancak sünnete uymak, onunla amel etmek suretiyle mümkündür Şimdi İslâm toplumunun oluşumunu kısaca hatırlayalım:
İslâm Toplumunun Oluşumu
İslâm toplumunun oluşumu tarihî açıdan tetkik edildiği zaman, bu yapının temelini, üç unsurun teşkil ettiği görülür. Bunlar sırasıyla,
Kur’ân-ı Kerîm,
Hz. Peygamber’in kişiliği,
Hz Peygamber’in sünneti, söz ve davranışlarıdır.
Miladî yedinci asrın Mekke toplumu, İslâm’ı, bu üç unsur ile tanımıştır.
Kur’ân-ı Kerîm bu yeni yapıyı oluşturan esasları hem getirmiş hem de topluma duyurulmasını ve anlatılmasını emretmiştir.
Hz Peygamber bu tebliğ ve anlatım görevini fiilen yerine getirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamberin hem şahsı hem de söz ve davranışları, kendisine inananlar için İslâm'ı tanıyıp yaşama örneğini oluştururken, inanmayanlar için de karşı çıkılacak hedefi teşkil etmiştir. Yani iman ve inkar konusu olmakta Kur’ân-ı Kerîm ve Hz Peygamber'in bizzat kendisi ortak bir çizgi oluşturmuştur. Bu sebeple Hz. Peygamber'in şahsiyetini ve sünnetini hiç bir bakımdan İslâm bütününden ve İslâm toplum yapısının temelinden ayırma, ayrı düşünme imkanı yoktur.
İslâm'ı tebliğ ettiği için şahsına yöneltilen ithamlar karşısında, Hz. Peygamber'e,"yıllarca içinizde yaşadım, düşünseniz ya"diye temiz geçmişini hatırlatması bizzat Kur’ân-ı Kerîm tarafından emredilmiştir.[2] "Güvenilir" diye vasıflandırdıkları kişiyi, peygamberliğini ilân edince, muhtelif gerekçelerle ve değişik şekillerde yalanlamaya ve ithama kalkanlarınaslında Allah'ın âyetlerini inkar ettikleri[3]yine Kur’ân-ı Kerîm tarafından tespit ve ilân edilmiştir. Yani meseleye inkar noktasından bakıldığında da Kur’ân-ı Kerîm ile Hz Peygamber’in şahsiyetinin muhatablarınca birleştirildiği görülmektedir.
Mü’minler için Hz. Muhammed, Kuran âyetlerini mübarek ağzından duydukları, inançlarının hareketlere dönüşmesini davranışlarında görüp buldukları odak ve örnek şahsiyettir. Binaenaleyh başlangıçta Hz Peygamber'in kişiliğini görmezden gelerek, İslâm'ı tanıma, öğrenme, yaşama, savunma ve hatta inkar etme imkanı yoktur.
Öte yandan Hz. Peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in ikmalinden, sistemin bütün üniteleriyle mükemmel şekilde çalıştırılmasından sonra vefat etmiş olmasına rağmen, gerek ashâb-ı kirâm arasında -geçici ve kısa bir süre için de olsa- bir tereddüt halinin yaşanması, gerekse bir kısım müslümanlarınirtidatgirişimlerinde bulunması, İslâm ile Hz. Peygamber’in şahsiyetinin ne ölçüde aynîleştirilmiş olduğunu farklı açılardan gösteren olaylardır.
Kur’ân âyetlerinin ve İslâm esaslarının günlük hayata fert ve toplum planında uygulama olarak yansımasını kendisinin yaşayışından görüp öğrendikleri, kimlik ve kişiliklerini, dünya ve âhiret mutluluklarını tebliğ ve irşadlarında gördükleri Hz. Peygamber gibi yetkili ve benzersiz bir örnek ve önderi kaybetmiş olmaktan dolayı ashâb-ı kirâm'ın duyduğu üzüntü ve geçirdiği şaşkınlığı asla çok görmemek gerekir. Kısa zamanda derlenip toparlanmaları, gerçeği kabullenmeleri, Kur’ân-ı Kerîm'in ve onun pratiği demek olan sünnet-i seniyye'nin yanlarında bulunduğunu hatırlamaları, sonraki hayatlarını Hz. Peygamber’den görüp öğrendikleri çizgide sürdürmek için ellerinden gelen gayretleri sarfetmeleri, ümmet yapısının prensip ve pratik olarak sağlam bir şekilde sonraki nesillere intikalini sağlamaları, o ilk İslâm neslinin tarihi meziyyetleri olmuştur.
Bu ilk İslâm nesli sahâbilerin neHz.Peygamber’in sağlığında ne de ondan sonraki günlerde, "Kur’ân-ı Kerîm'i biz anlarız, ondan anladığımız da İslâm'ın ta kendisidir" diyerek Hz. Peygamber'e ve onun sünnetine baş vurmamak gibi bir tavırları asla görülmemiştir. Aksine bütün işlerinde ve karşılarına çıkan yeni olay ve durumları değerlendirmede Kitab ve Sünnet'i esas almışlardır. Mesela ilk halife Hz. Ebû Bekir, nineye mirastan pay verip vermeme meselesinde, "senin lehine ne Kitab’ta ne de Sünnet’te bir hüküm olduğunu bilmiyorum" demiş, sonra konuya dair Hz. Peygamber’in herhangi bir beyânı veya uygulamasından haberdar olanların bulunup bulunmadığını sahâbîlere sormuş, Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir pay verdiği iki sahâbî tarafından açıklanınca hemen aynı hükmü uygulamıştır.[4]
Bununla şu noktaya işaret etmek istiyoruz. Sünnet'i bir tarafa bırakıp Kur’ân'ı kendi anlayışlarına göre yorumlayarak hareket etmek isteyenler, bu ümmetin ilk nesli sahâbîlerin bile yapmadıkları bir şeyi yapmaya kalkışıyorlar. Kur’ân'ın nüzûlüne şahit olmuş o nesil, tüm müşkillerini Resûlullah'a sorarak hallediyorlardı. Vefatından sonra da onun sünnetine baş vurmak suretiyle meselelerine çözüm getirmişlerdir. Onlar biliyorlardı ki, vahyi getirip tebliğ edene uymadıkça, vahyi onun gibi yorumlamadıkça Kur’ân'a karşı olan insaf ve itaat borcu ödenmiş olmazdı.
Öte yandan hayatlarının her dakikasının Resûlullah'ınkine uyması için ellerinden gelen gayreti sarfeden sahâbîler ve onları takib edenler, sünnete uyarken, hayatlarını Kur’ân-ı Kerîm'in ruhuna uygun hale getiren rehber bir iradeye kendilerini teslim etmiş oldukları şuuru ve gönül huzuru içinde idiler. İşte bu anlayışa bağlı olarak, sünnetle amel alıştırmasından, imkanlarının son haddine kadar faydalanmaya çalışmaktan geri durmamışlardır. Sünnet'le amelde, başka yorum ve anlayışları tercih etmemişlerdir.
Resûl-i Ekrem'in yüce şahsiyetinin sahâbîler üzerinde bıraktığı büyük tesir, insanlık tarihinin en açık gerçeklerinden biridir. Canlarını mallarını, Resûlullah yolunda kurban etmeye her an hazır olan o neslin, Hz. Peygamber’in sözleriyle oynayacakları düşünülebilir mi?
Sahâbîlerin önem verdikleri en büyük şey, Hz. Peygamber’in sözleri ve işleri idi. Bu, sadece Resûl-i Ekrem'in onlara tesir ederek kalblerini kendisine yöneltmesinden değil, ayrıca hayatlarını en ince teferruatına kadar Resulullah'ın söz ve gidişatına uyarak tanzim etmeyi, kesin olarak Allah emri telakkî etmelerinden ileri geliyordu."De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun!..."[5]âyetinin kendilerinden ne istediğini çok iyi takdir ediyorlardı. İşte bu sebepledir ki Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhüma kendisine gelip;
-Biz hazar namazı ile havf namazını Kur’ân'da buluyoruz, fakat sefer namazını Kur’ân'da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdillah İbni Hâlid'i, pek haklı olarak;
- "Bak yeğenim!. Biz hiç bir şey bilmezken Allah bize Muhammed'i peygamber olarak gönderdi. Biz Muhammed'i neyi, nasıl yaparken görmüşsek onu öylece yaparız!" diye uyarmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm'in esaslarını anlama ve uygulama noktasında, bütün âlemlere rahmet olmak üzere, Kur’ân'ın kendisine vahyedildiği zattan yani Hz. Peygamber’den daha üstün bir hakem ve örnek yoktur. Bu sebeple "Kuran'a dönelim, fakat kendimizi sünnete kul ve köle yaparcasına bağlı kalmayalım" düşüncesinin, İslâm’a dost bir düşünce olmadığı ve İslâm'ı bilmemekten kaynaklandığı ortadadır. Bu görüşün sahipleri, bir köşke girmek isteyen fakat, kapısını açabilecekleri anahtarı kullanmayı arzu etmeyen kimselere benzemektedirler.
Biz şimdilik sözlerimizi şu genel ve kat'i prensibe işaret ederek bitirmek istiyoruz:
"Bir ümmetin başı ne ile salah ve kemâl buldu ise, sonu da ancak onunladüzelecektir."[6]Nitekim "kurtulan grub"un kimlerden meydana geldiği sorusuna Sevgili Peygamberimiz'in verdiği, "Benim ve ashâbımın yaşadığı gibi yaşayanlardır"[7]cevabı da bu gerçeği vurgulamaktadır.[8]
***
[1] Nesaî, Taksir l; İbn Mâce, İkâme 73; Hâkim, Müstedrek, I, 258
[2] Yunus (10), 16
[3] Bk. el-En’âm (6), 33
[4] Bk. Şevkânî, Neylu'l-evtâr, VI, 175-177
[5] Al-i İmrân (3), 31
[6] Bk. Asım Abdullah el-Karyûbî, el-İ’tisâm bi’l-kitap ve’s-sünne ve eseruhu fî vahdeti’l-ümme, s. 18; M.A.Ebû'n-Nür, Şezerat min ulümi's-sünne, s.8
[7] Tirmizî, İman 18
[8] Bu yazının hazırlanmasında ayrıca, Nedvî'nin, Devru'l-hadis fî tekvîni'l-menahi'l-İslâmî ve sıyanetih adlı eseri ile M.Esed'in Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, adıyla Türkçeye çevrilmiş olan eserinden istifâde edilmiştir.