Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur'an-ı Kerim'in Anlattığı Hz. Peygamber

26 Eylül 2009 Cumartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar


 

Allah'ın Koruması Altında Olan Peygamber

"Allah'ın, üzerindeki lutfu/fazlı ve rahmeti olmamış olsaydı onlardan bir güruh seni saptırmaya kastetmişti. Halbuki onlar olsa olsa kendilerini saptırırlar ve sana hiçbir şeyden zarar da veremezler. (Sana nasıl zarar verebilsinler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve (daha önceden) bilmediğini sana öğretmiştir. Allah'ın sana olan lutfu çok büyük olmuştur." (Nisâ Suresi, âyet: 113)

Allah Tealâ'nın, bir peygamber olarak Hz. Muhammed (sav)'i anlattığı âyet-i kerimelerden biri olan bu âyet-i celîle'nin önce hırsızlık yapan sonra da çaldığı zırhı bîgünah masum bir müslümanın-bir rivayete göre bir yahudinin- evine atan, Tu'me adındaki bir münafık ve onu korumaya çalışanlar hakkında  nazil olduğu rivayet olunur. Başka bir rivayette de Hicretin dokuzuncu senesi, herkesin fevc fevc İslâm'a girdiğini gören Taif'li Sakîf kabilesi'nin Medine-i Münevvere'ye bir hey'et gönderip bir takım şartlarla müslüman olmak istemeleri üzerine nazil olduğu belirtilmiştir.

İleri sürdükleri şartlar arasında namazdan ve zekâttan muaf tutulmaları, putları Uzzâ'ya üç yıl dokunulmaması da varmış. Pazarlıkla bu süreyi bir aya kadar da indirmişler (Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl, I, 271). Hz. Peygamber'in, Sakîf gibi Araplar arasında hatırı sayılır bir kabileyi İslâm'a kazandırmak için onların isteklerini kabule meyletmesi üzerine bu âyet-i kerime inmiş ve Efendimiz onlarla pazarlıktan men olunmuştur.

Birinci rivayete göre ise Hz. Peygamber'in, açık olan delillere göre o günahsız müslümanı -veya hiçbir şeyden haberi olmayan yahudiyi- cezalandırmaya meyletmesi üzerine bu âyet-i kerime inerek Hz. Peygamber'in suçsuz birisini cezalandırması lûtf-ı ilâhî ile önlenmiş ve gerçek suçlu olan Tu'me adındaki o münafık cezalandırılmıştır.

Bunlardan hangisi olursa olsun burada önemli olan, bir beşer olarak kendisine vahy gelmediği zaman ve olaylarda Hz. Peygamber'in, karşısındaki delillere göre bizzat kendisinin hüküm verdiğini görüyoruz ki bu, İslâm dinindeki "Müctehid'in, Allah'ın kitabında veya Rasûlü'nün sünnetinde herhangi bir hüküm bulamadığı zamanlarda karşısına çıkan olaylara kendi aklı ile hüküm vermesi" kuralının temelini teşkil etmektedir.

Ancak Hz. Peygamber (sav), diğer insanlar gibi tamamen kendi aklına, iradesine bırakılmış da değildir. O, gerek bir insan olarak davranışlarında, gerekse bir şeriat getirip tebliğ eden ve bunu hayatında uygulayan bir peygamber olarak bütün davranışlarında ve kararlarında ilâhî murakabe, gözetim ve koruma altındadır.

Bütün büyük insanlarda olduğu gibi toplum içinde elbette onu saptırmaya ve yanlış kararlara sürüklemeye, ya da haleldar olan menfaatlerini korumak üzere onu yanıltmaya ve O'nu kullanarak menfaatlerini korumaya çalışacak birileri O'nun ashabı arasında bulunuyordu. Bunların başında da münafıklar gelmekteydi. Herhangi bir dinin ya da ideolojinin hâkim durumda olduğu toplumlarda o dini ya da ideolojiyi içten benimsemediği halde benimsemiş görünenlerin bulunması tabîî ve sosyolojik bir vâkıadır. Medine-i Münevvere'de oluşan Müslüman devleti içinde münafıkların bulunmasını bu bakımdan tabîî karşılamak da lâzımdır.

İşte müslüman toplum içindeki bu münafıklar zaman zaman Hz. Peygamber'i ve mü'minleri aldatmak, onları şaşırtmak, yanlış yapmaya sevketmek gibi bir görevi de benimsemiş bulunuyorlardı. Bu âyet-i kerime, onların bu davranışlarını "Dalâlete düşürme=Idlâl" olarak adlandırmaktadır ki toplum içinde münafıkların isteklerine göre hareket edenler bir manâda itikâdî olmasa da amelî yönden dalâlete düşme tehlikesi altındalar demektir.

Münafıklar, her vesileyle Hz. Peygamber'i ve müslümanları yanlışa sevkederek "Cehennemdeki yerlerine bir manâda ortak arama" psikolojisini açığa vururken Allah Tealâ da her fırsatta onların habîs niyyetlerini açığa çıkararak rezil-rüsvay olmalarını sağlamış; Rasûlü (sav)'nü ve O'na muasır olan müslümanları onların eriştirebilecekleri zararlardan korumuştur.

Hikmet, ister Sünnet-i Nebevî olsun, ister Allah'ın nûruyla bir bakıştan ibaret olan Firâset olsun Hz. Peygamber'in sünneti nesilden nesikle yüzbinler, milyonlar ve milyarlar tarafından nakledilegelmiş ve her devirde varlığını korumuştur. Firâset de Hz. Peygamber ve çağdaşı mü'minlerde olduğu gibi kıyamete kadar gelecek bütün mü'minlerde imanın onlara kazandırdığı bir vasıf olarak mevcut olacaktır.

Durum Asr-ı saâdette böyledir. Peki, Efendimiz (sav)'in vefatı ile vahy kesildiğine göre sonradan gelen müslümanlar onlar karşısında tamamen kendi başlarına ve münafıkların saptırması karşısında savunmasız mı bırakılmışlardır?

Elbette değil. Neden derseniz Allah Tealâ, bu âyet-i kerimede, Efendimiz'i münafıkların neden saptıramıyacaklarını irdelerken "(Çünkü) Allah sana Kitabı ve Hikmet'i indirmiş ve senin daha önceden bilmedklerini de sana öğretmiştir." buyuruyor.

Buradaki Kitab, -Allahu A'lem- Kur'an-ı Kerim'dir. Hikmet de müfessirlerden bir çoğunun tahminine göre Efendimiz (sav)'in Sünneti'dir. Müslümanın anlayış ve kavrayış gücü olarak ifade edebileceğimiz Firâset'i de olabilir ki bir hadis-i şerif'te "Mü'minin firâsetinden sakının; zira o, Allah'ın nûruyla bakar." buyurulmuştur.

Allah'ın, Hz. Peygamber'e indirdiği Kitâb olan Kur'an-ı Kerim, daha önceki ilâhî kitabların "tebdil, tağyir, tahrif" gibi başına gelen zararlardan korunmuş; daha Hz. Peygamber hayatta iken hem yazılı olarak, hem de gönüllerde ve hafızalarda koruma altına alınmış ve nesilden nesile mütevatiren nakledilerek kıyamete kadar baki kalacak ilâhî mesaj olma vasfını korumuştur. Dolayısıyla İlâhî vahy, nasıl Hz. Peygamber ve ashabını "Onları saptırmak isteyenlerin saptırmalarından" korumuşsa bu koruma kıyamete kadar devam ediyor demektir.

Hikmet, ister Sünnet-i Nebevî olsun, ister Allah'ın nûruyla bir bakıştan ibaret olan Firâset olsun Hz. Peygamber'in sünneti nesilden nesikle yüzbinler, milyonlar ve milyarlar tarafından nakledilegelmiş ve her devirde varlığını korumuştur. Firâset de Hz. Peygamber ve çağdaşı mü'minlerde olduğu gibi kıyamete kadar gelecek bütün mü'minlerde imanın onlara kazandırdığı bir vasıf olarak mevcut olacaktır.

Binaenaleyh bütün devirlerde olduğu gibi bugün de müslümanlar, kendilerini saptırmak isteyenlerin şerrinden ve saptırmalarından korunmak istiyorlarsa bunun yolu bellidir:

1.Gönüllerinin yatmadığı, içlerinin ısınmadığı, şüphelendikleri bir durumla karşılaştıklarında nasıl davranacaklarını Allah'ın Kitabı Kur'an'a sormalılar. Kur'an'ın hakemliğine başvurmalılar. O'nun çağları aşan sisteminde ihtiyaçlarının tamamının karşılandığı bilinciyle Kur'an'ı okumalı; mes'eleyi onu okuyan ve bilenlere götürmeli, Allah kelâmı olan Kur'an kitabı ile kâinat kitabı arasında asla ihtilâfın olamıyacağı inancıyla müşkilin hallini Kur'an'a havale etmeliler.

2.Kur'an'da bir işaret, bir hüküm, bir çözüm bulamamaları halinde hemen Sünnet-i Nebeviyye'yi araştırmaya ve şüphelendikleri duruma çözümü, Kur'an'ın bir manâda tefsiri ve hayata uygulaması demek olan Efendimiz'in Sünnetinde bulmaya çalışmalılar.

3.Onda da aradıkları çözümü bulamamaları halinde mes'eleyi imanlarına, imanla dolu kalblerine döndürüp imanın nûru ile aydınlanmış akıllarına danışarak onda bir hüküm ve çözüm aramalılar.

Bu üç asla müracaat eden hiçbir zaman hataya düşmez; Allah'ın lutf-u keremiyle hatadan korunur; Hz. Peygamber ve ashabının korunmuşluğu ona da akseder.

Aslında bu davranış şekline hidayet olunma sırf bir lûtf-ı ilâhîdir ki buna ancak mü'minler muvaffak kılınır. Değilse bir mü'minin kendi imkânlarıyla münafıkların ve diğer saptırıcıların şerrinden korunması ve kurtulması ya çok zordur, ya da imkânsızdır. İşte bunun için bu konudaki ilâhî yardım, ilâhî lûtuf âyet-i kerimede "Azîm=çok çok büyük" olarak nitelenmiştir.

Demek ki müslümanlar, her konuda olduğu gibi bunda da Allah'ın lutf-u ihsânına muhtaçtırlar ve bu şuura erdiklerinde de Allah'ın lûtfu imdadlarına yetişir ve onları dinlerinde ve dünyalarında korur.

En doğrusunu Allah bilir vesselâm.