Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Murat Pay: “Meşk Bir Anahtardır”

22 Ocak 2015 Perşembe Sonpeygamber.info / Röportajlar



Yönetmen Murat Pay’ın Kaplan Film yapımcılığında kameraya aldığı “Maşuk’un Nefesi” isimli belgesel, unutulmaya yüz tutmuş meşk ve mevlid geleneği üzerine oldukça dikkat çekici bir film. Genç mevlithan adayı Abdurrahman’ın hikâyesi üzerinden kaybolmaya yüz tutmuş geleneklerimizi hatırlama ve hatırlatma çabasında olan yönetmenle filmine, mevlide ve meşk geleneğine dair konuştuk.

Kızım Leyla mevlid metninde özellikle Velâdet bahrini çok seviyor ve annesinden sürekli o bölümü okumasını istiyordu. O bahre özel bir ilgi duyuyordu. Eşim o günden beri yatarken çocuklara mevlid okumaya çalışır. Bu sıra miraciyye de okuyor. Benim de yattığım saatlere denk geliyor, ben de dinliyorum ister istemez. Bakıyorum çocuk etkileniyor metinden. Bu metinde bir çocuğa bile bu denli tesir eden ne var diye düşündüm. Bir çocuğu bile etkileyen, ama geçmişte kaldığını düşündüğümüz, benim bile bilmediğim bir şey…

Mevlid geleneğiyle ilgili bir film yapma fikri ne zaman oluştu?

Her hikâyenin başlangıç noktası önemlidir. Eşimle beraber Fatih’te geziyorduk, yanımızda kızımız da var. Hatta ikinci çocuğa bekliyoruz o zamanlar, öyle hatırlıyorum. Bizim hanım başörtüsü sebebiyle üniversite sınavlarına giremedi uzun bir süre. O aralar sınav zamanıydı sanıyorum. Kocamustafapaşa tarafında bir sahaf gördük. Kitap işini seviyoruz. Sahaf da işi bırakacağı için kelepir kitap satıyor. Baktık çok güzel kitaplar var; epey kitap topladık. O kitaplar arasında Tercüman baskısı Mevlid-i Şerif de vardı. O an o kitabı almanın sonraki hayatımıza etki edecek bir olay olduğunu bilmiyorduk.

Daha önce okumuş muydunuz?

Hayır. Mevlid-i Şerif metnini daha önce okumadım, Mevlid dinledim ama… Bilinçli dinlediğimi de söyleyemem. Köyde büyüdüm, küçükken şerbet içmek için Mevlid’e çok gittik. Ama şehirde Mevlid dinlediğimi pek söyleyemem. Velhasıl, kitap kütüphanemize girdi; sonra nasıl olduysa eşim Ayşe o kitabı aldı, akşamları çocuğa belli bir ritimde okumaya başladı. Ritim dediğim şu: “Al-lah a-dın zik-re-de-lim ev-ve-la / Va-cib ol-du cüm-le ol-dur her ku-la…”(Vezin ritmini mırıldanıyor) Bu ritimde okuyor, bunu annesinden duymuş, annesi de babasından. Bu şekilde okumaya başladı kızımıza. Sözlerini ikimiz de anlamıyorduk. Her akşam okuyordu Mevlid-i Şerif’i. Kızım Leyla mevlid metninde özellikle Velâdet bahrini çok seviyor ve annesinden sürekli o bölümü okumasını istiyordu. O bahre özel bir ilgi duyuyordu. Eşim o günden beri yatarken çocuklara mevlid okumaya çalışır. Bu sıra miraciyye de okuyor. Benim de yattığım saatlere denk geliyor, ben de dinliyorum ister istemez. Bakıyorum çocuk etkileniyor metinden. Bu metinde bir çocuğa bile bu denli tesir eden ne var diye düşündüm. Bir çocuğu bile etkileyen, ama geçmişte kaldığını düşündüğümüz, benim bile bilmediğim bir şey… Bu kadar gizli kaldığını düşündüğümüz konu hakkında benim top koşturduğum alan sinema ise neden bir şey yapmayayım dedim. Derken projeyi hazırladım, Semih (Kaplanoğlu) hocaya sundum. Onun da onay vermesinin ardından hazırlıklara başladık.

Hazırlık süreci nasıl gelişti? Tür konusunda aklınızda bir şeyler var mıydı?

Aklımda farklı bir belgesel yapma fikri vardı, hatta projeyi ilk sunduğumda Kaplan Film’e böyle bir taslak da vardı. Semih Hoca da “değişik bir şey yapalım” dedi. Şundan emindik;  bildiğimiz belgeseller gibi olmayacaktı. Belgesel alanının da şöyle bir özelliği var: Malzemeyi yoğurabilmek için onu tanımanız gerekiyor. Biz de malzemeyi tanımak için yola çıktık. Mevlid ile alakalı belki elliyi aşkın kişiyle görüşmüşümdür. Bazılarıyla tekrar tekrar görüştüm. Daha sonra kayıt dinlemeye başladık. Mevlid hakkında bütün kitapları okumaya çalıştım. Biri istisna…

Hangisi?

Hüseyin Vassaf Efendi’nin Gülzâr-ı Aşk’ı. Okumaya niyet ettim ama çok ağır Türkçesi olduğu için okuyamayıp kenara koydum. Filmin ilk çekimlerinden sonraki dönemde Gülzâr-ı Aşk’ı okumadan bu işi bitiremeyeceğim gibi bir his uyandı içimde. Nitekim de öyle oldu. İlk çekimlerin ardından senaryoda revize yapmam gerekiyor, ama yazamıyor, ilerleyemiyordum. İçime Gülzâr-ı Aşk’ı okuma hissiyatı doğdu ve okudum kitabı. Bu arada metni bilinçli okuyamadım, anlayarak okuyamadım ama okudum. Kitabın sonunda yazdığı mevlid şerhi için Vassaf Efendi mealen şöyle bir ifade kullanıyor; “Biz ki senin hakkında bir şey yazamayız, sen bize lütfetmişsindir, yine de kabul edersin bizim eksikliklerimizle beraber bizim bu yazdığımızı…” Bu cümleleri okuyunca aklım başıma geldi. Ciddi bir pişmanlık hissi oluştu. Bunu sebebi de şu; “Peygamberimizle ilgili bir iş yapacağız” koşturmasıyla etrafa da öyle söylüyordum. Hâlbuki mevzu bahis O oldu mu edepli olmak gerekirmiş. Sonra dedim ki “Biz mevlid adına bir şey yapmaya çalışıyoruz.” Kendi adıma düzelttim o önermemi. Bu iş elbette ki Efendimiz ile ilgili ancak ne kadar nasibimizde varsa o kadarına temas edebilirdik.

Senaryoya dönersek…

Gelenekteki tüm sanatların temeli olan meşk mevzusunun, usta çırak ilişkisinin azalmış olması, mevlid geleneğine de aynı şekilde sirayet etmiş. Biz de bundan yola çıkarak çalışmamızda meşki merkeze çektik. Buna istişarelerimizle karar verdik. Bir usta-çırak ilişkisini anlatacaktık. Bir usta, bir çırak olacaktı, başka türlüsü olmazdı. Ardından sınırlarımızı çektik: Film günümüzde geçecek; şimdide olacak bir hikâyeden bahsedecektik. Bu da şöyle bir soruyu doğurdu: “Şimdinin insanı mevlid meşk etmek ister mi?” Mevlid meşk etmek isteyen insan varmış gibi yazdık senaryoyu: Bir usta ve mevlid meşk etmek isteyen bir çırak. Bu ikisi arasında gelişen bir hikâye. Bu ana yapıyı kurduk. Daha sonra bu yapıyla beraber senaryoya bir bütçe çıkardık. Belgesel gibi mevzularda güçlü sponsorluk meselesi çok önemli. Sponsorumuz güçlü olmasaydı belki ilerleyemezdik veya projeyi küçültürdük.

Kitabın sonunda yazdığı mevlid şerhi için Vassaf Efendi mealen şöyle bir ifade kullanıyor; “Biz ki senin hakkında bir şey yazamayız, sen bize lütfetmişsindir, yine de kabul edersin bizim eksikliklerimizle beraber bizim bu yazdığımızı…” Bu cümleleri okuyunca aklım başıma geldi. Ciddi bir pişmanlık hissi oluştu. Bunu sebebi de şu; “Peygamberimizle ilgili bir iş yapacağız” koşturmasıyla etrafa da öyle söylüyordum. Hâlbuki mevzu bahis O oldu mu edepli olmak gerekirmiş.

Oyuncu seçimlerinde zorlandınız mı?

Önce ustaya karar verelim dedik. Usta bulma süreci zorlu oldu. Hatta bazı ustalarda karar kıldık, sonra o ustalar olmadı, başka ustalarla görüştük. Bir sürü insanla tekrar tekrar görüştük. Bu görüşülen isimlerden Süleymaniye Camii’nin orada buluştuğumuz, Âmâ Mustafa (Başkan) Hoca’da karar kıldık. Ancak senaryo gereği bize iki tane usta lazım. Mustafa Hoca da “Hadi (Duran) Hoca olursa ben bu işte olurum” dedi. Biz de o zamanlar yeni yeni tanışıyoruz, o da haklı. Hadi Hoca da mevlid konusunda oldukça yetkin birisi; hem okuma konusunda hem eğitim, ses konusunda çok iyi... Hadi Hoca da “tamam” dedi. Hocaları belirledikten sonra çıraklara geçtik. Onlarda da şöyle bir yöntem uyguladık. Sağa sola, hocalara haber saldık “Mevlidhan çırağı olmak isteyen kim var” diye. Ve bu çağrı sonucu olarak 20-25 kadar kişiyle kayıt yaptık. Geldiler, mevlidden parçalar okuttuk,  ilahiler söylettik. Ve elbette rol… Küçük de olsa rol yapması mevzubahis olduğu için, kamera önünde nasıl diye bir iki küçük sahne de oynattık. Varsa enstrümanlarını da kullandırttık.  İşin şöyle bir tarafı var, ilk çekim yaptığımız, “Bu olabilir” dediğimiz kişi Abdurrahman (Düzcan)’dı. Elbette emin olmamız lazımdı. Önce hissiyata baktık, ardından rol kabiliyetlerine. En son elene elene iki kişi kaldı. İki kişiyle ben ayrıca birer hafta vakit geçirdim. Onların işyerlerine, meşk ettikleri ortamlara gittim. İki sese düşürdükten sonra bu iki sesi de hocalara sorduk ve sonunda Abdurrahman’da karar kıldık. Abdurrahman’ı seçmemizin bir etkili sebebi de kendisinin hafız olmasıydı, çünkü mevlidhanlıkta hafızlık çok önemli. Gelenekte hafız olmayan bir mevlidhan yok gibi.

Âmâ Mustafa Hoca ile Abdurrahman daha önceden birbirlerini tanıyor muydu?

Hayır. Hatta Abdurrahman’ı hocasıyla buluşmasından evvel muhabbet bile ettirmedik. İlk kez o zaman tanıştılar. Hatta kabul edilip edilmemesiyle ilgili sahneden Abdurrahman’ın haberi yoktu. Kapıyı çaldığında hocanın ne tepki vereceğini Abdurrahman bilmiyordu. Biz bu konularda inisiyatifi Mustafa Hoca’ya bıraktık.

Abdurrahman’ın “Haftaya gel, haftaya gel” diye ötelenmesi Mustafa Hoca’nın fikri miydi?

Elbette hikâye içerisinde vardı böyle detaylar. Ancak hocaya dedik ki sen istediğin gibi davran, adamı sevmezsin, olmaz filan, sen gönlünden nasıl geliyorsa öyle hareket et dedik. Biz kendimizi de şahitlik pozisyonuna getirdik ve müdahale etmemeye çalıştık. Sahiciliği bozmamaya çalıştık, bu bizim temel prensibimizdi. Yaptığımız müdahaleleri de kişilerin karakter özelliklerine göre yapmaya çalıştık. Ve o ilk dört hafta içerisinde meşk dediğimiz kısımları çektik. Meşk ilerledikçe hocayla da Abdurrahman arasında bir muhabbet oluştu.

Hatırı sayılır miktarda doğaçlama sahne var yani?

Evet. Hadi Hoca’nın meşk sahnelerini düşünün, onlarda da neredeyse hiç müdahalemiz olmadı. En fazla söylediğimiz şey şuydu; hocam şöyle bir muhabbet yapacağız. Diyalog yazmak söz konusu değildi. Ha muhabbet nasıl olur, nereye gider, ucu nerelere kaçar, nerede durur hiçbirisine müdahale etmedik. İşte böyle yığınla bir malzeme edindik ve bunları kurguladık. Sonra da baktık ki sahici meşk ortamının biraz daha film diline yakın olması için senaryoyu tekrar revize etmemiz gerekiyor, işte bahsettiğim hikâye de orda ortaya çıktı. Revizeyi yapamadım, sonra işte Vassaf Efendi’nin Gülzâr-ı Aşk’ından sonra tekrar çekimlere başladık.

“Şahitlik ettik” dediğinizin dışında kalan sahnelerin (Abdurrahman’ın bozuk lambası, Ulu Camii’de kaybolan tespih vs.) hikâyedeki rolü nedir?

Sonuçta insan kuru bir varlık değil, gündelik hayat var. O lamba hikâyesi Abdurrahman’ın gündelik hayatına girebilmemiz için bir detaydı. Aynı zamanda usta-çırak ilişkisine paralel bir hikâye olsun istedik. Abdurrahman kendi başına yapamadı o işi… Her işi ehline vermek meselesi vardı orada. Filme koyduğumuz, kurmaca diye nitelendirdiğimiz bütün bölümleri ben okumuş veyahut dinlemiştim, yani hiçbir şeyi kafadan yazmadım. Mesela tespih mevzusu… Bu hikâyeler vaki, hocalar emanet veriyorlardı. O yüzden yaptığımız filmin belgesel referansının sağlam olduğunu düşünüyorum.

Filmin merkezine yerleştirdiğiniz temalardan olan “meşk” hakkında neler düşünüyorsunuz?

Meşk bir anahtardır, meşk açar her şeyi. Hafızlık da bildiğiniz gibi meşk ile olur. Hoca vardır, bir de talebesi vardır, karşılıklı hafızlığı öğrenirler. Meşk, “aşk”tan, yani muhabbetten gelmiştir. Burada asıl mevzu bir bilginin aktarılması değildir sadece, aynı zamanda bir haletiruhiyenin aktarılmasıdır. Hoca bir edep aktarır. Özetle o muhabbetin neticesi aktarılan şeyin edep olduğunu söyleyebiliriz. Meşkin en önemli taraflarından birisi de derinleşebilen bir niteliği yakalamaya imkân vermesi… Çünkü meşkte bire bir temas söz konusu ve kişi hocasından gelen edep, ahlak ve bilgiyi, kendi kalarak, kendi usulleriyle yapmayı öğreniyor. Sonra kendinde değişik bir şekilde ortaya çıkarıyor. Meşk, muhabbet ve insan kaynaklı olduğu için insan var olduğu müddetçe olması gereken bir şey bence.

Meşk bir anahtardır, meşk açar her şeyi. Hafızlık da bildiğiniz gibi meşk ile olur. Hoca vardır, bir de talebesi vardır, karşılıklı hafızlığı öğrenirler. Meşk, “aşk”tan, yani muhabbetten gelmiştir. Burada asıl mevzu bir bilginin aktarılması değildir sadece, aynı zamanda bir haletiruhiyenin aktarılmasıdır. Hoca bir edep aktarır. Özetle o muhabbetin neticesi aktarılan şeyin edep olduğunu söyleyebiliriz. Meşkin en önemli taraflarından birisi de derinleşebilen bir niteliği yakalamaya imkân vermesi…

Filmin hemen başında bir hikâye anlatılıyor; çırağın biri tekkeye gidip diyor ki “Ben üç bin ilahi biliyorum”, hoca da diyor ki “Burada herkes üç bin ilahi biliyor.” Şunu soralım, bugünün şartlarında bu kadar yoğun bir ezbere ihtiyacımız var mı?

Çok güzel bir soru. Filmin başına o sahneyi o nedenle koyuyoruz. Çünkü meşk mevzusundaki temel mesele kuru bir hafızaya almak değil. Zaten kuru bir şekilde olsa onu hafızasına koyamaz. Dolayısıyla buradan şu çıkıyor: Kayıt altına almak meşki öldürüyor mu? Musiki için söylüyorum. Meşk dediğimiz mevzu musikide kayıt altına almama üzerine ilerler. Mesela biz şu anda meşk usulü kesilen bazı eserlerin günümüze ulaşmadığını biliyoruz. Bazı eserler icra edilemiyor. Niye, çünkü meşk geleneği bitmiş 1900’lerde, günümüze gelmemiş, insanlar onu nasıl icra edeceğini bilmiyorlar. Günümüz için söylersek, ikisinden de vazgeçmemek lazım. Hem meşk devam etmeli hem de kayıt. Meşkin azalması bu işlerin samimiyetine, sahiciliğine zarar veriyor. Bunları düşünmemiz gerekiyor. Meşkin olması için ortam lazım zaten; eskiden muhit vardı. Şimdi muhit değişti biraz; Kafeler, kahvehaneler, statlar… Muhit olduğu müddetçe meşk olur. Tekrar muhite ve meşke imkân tanırsak teknolojinin faydalarını da görebiliriz.

Son olarak, filmde bir de mevlidin bid’at oluşuyla ilgili tartışmalara gönderme yapan küçük bir sahne var. Bu konudaki tavrınızı/düşüncenizi biraz daha açabilir misiniz?

Aslında bu bid’at meselesine daha derinlemesine girmeyi düşündük. Ancak bu yeterli oldu. Evet, toplumun bir kesiminde böyle bir düşünce var. Hatta belki mevlidin niteliksiz bir pozisyona itilmesinde bu düşüncenin de etkisi vardır. Öyle ki yakınlarıma mevlidle ilgili bir iş yapıyoruz dediğimde, “Ne yapacaksın mevlidle ilgili işi” diyenler bile oldu. Hâlbuki mevlid metninin kendisi “Allah adın zikredelim evvela” diyor, Besmeleyle başlıyor. Fatiha’nın şerhi gibidir. Süleyman Çelebi’nin dedesi İbn-i Arabi tefsiri yazmış birisi, dolayısıyla vahdet-i vücud tesiri de taşır; yani ilmî bir metindir. Bu kadar ilmiî bir metnin halkın içine inmesi çok önemli aslında. Biz bunları konuşamadık, bizim filmimiz meselenin yalnızca bir tarafına değinmeye çalıştı. Hâlbuki mevlid hakkında yüzlerce film olması gerekirdi. Bu coğrafyayı bu kadar etkileyen bir gelenek hakkında bu kadar az çalışmanın olması üzücü. Bid’at mevzusu da “Onlar öyle diyedursun” şeklinde yer buldu filmde.