Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Taif Bağları'nda Muhammed (sav)*

29 Ocak 2010 Cuma Sonpeygamber.info / Yazarlar


Ne çok şey yazmak istedim O'nun için ve ne kadar az güvendim, bilgilerime... Farkına bile varmadan yanlışa düşme kaygısıyla, onunla ilgili yazılanları, sözlerini, hayat hikayesinin inceliklerini döne döne okumaya devam ettim. Bazen kısa denemelerle onu kendimce yeniden tanımaya yakınlaşmaya çalıştım. Hayatının herhangi bir kesitini kaleme alma cesaretine sahip olduğumda, Hira'daki tefekkür günlerinden Taif Bağlarına sığındığı güne kadar olan dönemi anlatmak isterdim. Bu metin, anlatmayı dilediğim yazıya dönük bir taslak, bir deneme olabilir ancak.

Müslüman, elinden v edilinden emin olan kişi ve o açıdan bakılacak olursa da o hep müslümandı. "Emin" olarak  bilinirdi; dosdoğru bir kişiliği olduğuna yemin edebilirdi, düşmanları bile. Güvenilir, iyi ahlâklı ve ileride olacaklara hazırlanması açısından bakılacak olursa, sonradan düşmanlarının "mecnun" olarak isimlendireceği ölçüde de dalgındı. Kulağı sanki gittikçe yoğunlaşan bir anafor halinde varlığını kuşatacak olan vahyin sesinde, gündelik hayatını sürdürüyordu. Bir yetimdi, çobandı, küçümsenemezdi yine de, güvenilir kişiliği nedeniyle. Her zaman doğru sözlü ve güvenilir bir insan olduğu için açıldı yolu, genç yaşta büyük iş kervanlarına katıldı. Mekke'nin en itibarlı ve seçkin hanımefendisi tarafından eş olarak seçildi, ondan çocukları oldu. Mekke aristokrasisi içinde hatırı sayılır bir yer edinebileceği imkânlara kavuştuğu halde, onların arasına katılmasına izin vermiyordu, mizacı ve tefekkürü. O ses'ten öte, "söz"le ilişkili tanımlanamaz şey çoğalarak, gelişerek yöneliyordu benliğine. Olması gereken hadise, yaşanması gereken an yaklaşıyordu. 

Hira'da Seçilmiş ve Emin Kişi'ye inen ayetler kaç yüz yıldır iyiliğe, doğruluğa ve barışa çağırıyor insanlığı. Herkes kendi anladığı kadarıyla yorumluyor onları; kimisi taklidi, kimisi de tahkiki imanıyla hareket ederek.

Her insanın içine kurtuluşun ağacağı bir kuyusu, bir mağarası, bir zindanı (yeniden doğmaya hazırlanmak üzere bir geriye çekilme, bir vakfede durma dönemi) var.

Muhammed (s.a.v), zamanın değerini idrakten ve tefekkürden uzak kalabalıkların arasında her zaman sıkılıyordu. Çocukken de, delikanlıyken de...  Bir yanıyla kalabalıkların arasında, bir yanıyla kendi içinde yaşıyordu. Bir yanıyla kendi düşüncelerinin arasında kaybolurken, diğer yanıyla teyakkuz hali içindeydi. Hayatı okuyor, tarihi ve toplumu anlamaya çalışıyordu.  Cahiliye toplumunun göstergeleri olan gelir eşitsizliği, iffetsizlik, putperestlik, kölelerin gördüğü eziyet-işkence, kız çocuklarının doğar doğmaz toprağa gömülmelerine yol açan soy-sop anlayışı gibi başlıkları hem kendi kendisiyle hem de etrafındaki bilge/hanif kişiliklerle tartışıyor, çözümlemeye çalışıyordu. 

Hira'da kelimeleri ümmilik kavramını karıştıracak şekilde yeniden okumayı öğrenen Hazreti Muhammed, gizli sürdürdüğü davetini açığa vurma sürecinde önce en yakın akrabalarını uyarmakla vazifelendirildi. Davetine uyup da Safa Tepesi'nde toplanan akrabaları onun yalandan uzak bir kişiliğe sahip olduğunu bir kez daha tasdik ettiler. Yine de sıra çıkarlarından vazgeçmeyi ve özveride bulunmayı gerektiren bir dinin davetine gelince, inat ve kibirle reddettiler çağrısını, önemli bir kısmı. İnkârla çalkalanmaya devam ediyordu Mekke, bunun bir sonucu olarak zayıflar baskı ve işkenceye maruz kalıyor, güçlüler daha bir sarılıyorlardı iktidar araçlarına. O ise uyumuyor, putperestliğin aşikâr ya da saklı kötülüklerini teşhire devam ediyordu. En çok akrabaları karşı çıkıyordu tebliğine, böyleyken, en yakınlarını kendine inandırmadan bir adım daha atamayacak gibiydi. İkinci davetinde akrabalarının bazılarını yanında buldu. Ferahladı, güçlendiğini duydu, zulüm ve alaya alınma günlerinin üzüntülerini geride bıraktı, onların desteğiyle. Bu desteğin karşılaştığı düşmanlığı tamamen ortadan kaldırdığı söylenemezdi gerçi, tersine, akrabalarının desteği, müşriklerin korkusunu artırmıştı. Bir taraftan da ona inananlar, vaad edilen zaferin ne zaman gerçekleşeceğini sormaya devam ediyorlardı.  "Allah bu işi tamamlayacak;" diyordu Kureyş'in zulmettiği zayıflardan olan ve kendisinden yardım istemeye, dua talebinde bulunmaya gelen Habbab'a; "öyle olacak ki San'a'dan Hadramevt'e giden bir yolcu Allah'tan başka bir korku taşımayacak. Sürüsünü kurtlardan başka bir tehlike tehdit etmeyecek. Fakat sizler acele ediyorsunuz."

 Onun davetine icabet eden yoksullar ve zayıfların korunmaya ihtiyacı vardı, ama o kendisini dahi koruyamıyordu saldırılar karşısında, buna gönül indirmiyordu. Tehlike yüklenen kelimelerle saldırıyorlardı bu kez. Sihirbazdır o, diyorlardı, kâhindir; şairdir, delidir. Aslında daha çok da sihirbaz. Zavallı bir sürü sayılan kölelere direnme gücü aşılıyordu nasılsa. Maddi güven ortamlarından yoksunluğun içinde, bir güven yerleşiyordu kalplere. İşkenceyle bile dönmüyordu müminler, yeminlerinden. O ise tehditlerden yılmıyor, uzlaşma çağrılarına, büyük ödüller vaadedilen anlaşmaya dönük tekliflere uzak durmaya devam ediyordu. Fussilet Suresi'nin baş kısmını okuyordu, Kureyş'in arabulucu olarak gönderdiği, sakin ve ağır başlı bir kişi olarak tanınan Utbe b. Rabia'ya: "... Sonra, Allah'ın iradesi bir duman halinde bulunan semaya yöneldi. Semaya ve yere: İsteyerek veya istemeyerek gelin, dedi. Onlar da, isteyerek geldik, dediler." 

  Fussilet Suresi'nin ayetleriyle sarsılmış halde dostlarının yanına koştu Utbe ve Muhammed'e ilişmemelerini söyledi. O'nun yolundan dönmeyeceğini idrak eden Kureyş seçkinleri, iman eden zayıf ve güçsüzlere zulmetmeye devam ettiler. Ticaret gemileriyle Habeşistan'a hicret, bir kurtuluş yolu olarak göründü müminlere...

Habeşistan'a hicret eden müminlerden bir kısmı, Muhammed (s.a.v)'ın müşriklerle uzlaştığı haberi üzerine tez vakitte vatanlarına geri döndüler. Oysa, uzlaşma haberi yalandı. Allah'ın Resulü'nün duru kişiliğini ve semavi kitabın ayetlerini Necm Suresi'ne sokulmak istenen şirk cümleleriyle tahrif etme, silikleştirme çabası içindeydi Kureyş müşrikleri.

Bir daralıyor bir genişliyordu müminlerin yüreği. Hamza ve Ömer'in hidayetinin sevincini, muhasara yılları izleyecekti.

Muhasaranın hedefi, müslümanları, onlara sempati duyan ve onları himaye etmeye hazır halkın ilgi ve yardımından uzakta tutmaktı. Onlara hiç bir şey satılmayacak, hiç bir şey de satın alınmayacaktı onlardan. Evlilik girişimlerinden de uzak durulacaktı. Muhasaranın anlaşma metninin Kabe'nin iç duvarına asılmasıyla gelen baskılar, Muhammed (a.s.)'ı ona inananlarla birlikte yıllarca Beni Haşim vadisine kapanmaya mecbur etti. Muhasara: Üç yıl boyunca açlık çeken çocukların ağlama sesleri, merhamet sahibi Kureyşlilerin müslümanların bulunduğu vadiye doğru gitmesi için serbest bıraktığı azık yüklü develer, kuru deri parçaları yemeye mecbur kalan müminler, Yunus Suresi'nin sebat öğütleyen ayetleri...  Çekilen sıkıntılar öylesine etkileyiciydi ki, hasımları bile ağıtlar yaktı vadideki müminler için. Onlar ise ne geri adım attılar, ne de bağış dilendiler. Aksine, inançlarında derinleşmek için çaba göstermeye ve öğrendiklerini, onları dinlemeye hazır halka anlatmaya devam ettiler. Hacc mevsimi geldiğinde, hac heyetleriyle İslam'ın anlamını, neler getirdiğini açıkladıkları konuşmalar yapmaktan da geri durmadılar.

 Muhasara için yapılan anlaşmanın Kâbe duvarına asılı sayfasının güveler tarafından yenilerek yok oluşu, göksel bir işaretti. Yürekli, vicdan sahibi  Mekkeliler birer birer toplanarak beş kişilik bir grup oluşturdular ve Ebu Cehil'e tavır koydular. Bu anlaşmayı tanımayacaklardı. Ebu Cehil'i geri çekilmeye zorlayan bir dayanışmaydı bu. Himaye etme talebinin bir dokunulmazlığı vardı, Kureyş'te.

Açlık yılları sona ermiş, bir genişlik dönemine ulaşılmıştı. Bütün sıkıntılar ve zorluklar Muhammed (s.a.v)'ı en zor geçecek bir seneye hazırlıyordu sanki. 

Önce sevgili eşi Hatice'yi, ardından hamisi amcası Ebu Talib'i yitirdi. Artık Hatice'nin şefkati ve iyiliğine dayanmadan, müşriklerin çirkin saldırıları karşısında ona siper olan Ebu Talib'in himayesinden de mahrum olarak devam edecekti yoluna. Arkadan uğradığı saldırılarda kimse olmasa bile kızı Fatma'nın yardımını bulacaktı yanında. Kız evladın babası tarafından himayesine alışılmış bir toplumda, küçük kızı Ebu Cehil ve arkadaşlarının çirkin saldırılarına karşı babasını himaye ediyor! Muhammed Gazali'ye göre bu nedenle kalbi paramparça olsa da, acısını gizlemişti peygamberimiz.(1) Ve giderek tevhid dinine çağrısını başka bir beldede sürdürme düşüncesi daha çok yer tutar olmuştu zihninde.

 Mekke'den elli mil uzaklıkta olan Taif'e sefer, büyük hicret yolunda zorlu bir tecrübe. Bu yolu yürüyerek kat etti Resulullah; yanında evlatlığı Zeyd'le. On gün süren davet konuşmalarına Sakif  kabilesinin ileri gelenlerinin cevabı, Taif'in serserilerini onların üzerine saldırtmak oldu. Yolları üzerinde iki saf halinde durmuş, onları taşlıyordu serseriler ve Zeyd bu sırada üzerine gelen taşlara aldırmadan, Peygamberimizi korumaya çalışıyordu. Zeyd başından, Resulullah ayaklarından yaralandı. Ayaklarındaki yaralardan kan sızıyordu, böyleyken elli mil uzunluğundaki dönüş yolunu yine yaya olarak katedeceklerdi. Serserilerin saldırılarından korunmak için sığındıkları bağda, bir asma kütüğünün gölgesinde dua ediyordu, Muhammed: "Sen merhametlilerin en büyüğüsün, zayıfların ve ezilmişlerin Rabbi, benim Rabbimsin!" Bağın sahiplerinin Hıristiyan köle Adas'la yolladıkları bir salkım üzüm, cennet meyvesi gibiydi. "Salih birisi olan Yunus b. Metta'nın şehrinden miydi Adas..." Bu soru üzerine açılan sohbetin ardından,  "sahipleri"nin öfkesine rağmen, Adas müslüman olduğunu ilân edecekti.

Adas'ın müslümanlığı, giderek daha da güçlenecek bir devrimin haberini veriyordu. Daha fazla köle kılınamaz, zilleti kabule zorlanamazdı insan. Darlık yıllarını ferahlama getiren bir dönem izledi bir kez daha. Mut'im'in himayesiyle tebliğini sürdürüyorken, Miraç nasip oldu; gözün gördüğü son noktaya kadar adım atabilen bineği Burak'ın sırtında yedi kat semaya uzanan bir yolculuğa çıkarıldı Muhammed(s.a.v).

(1)Muhammed Gazali, "Fıkhu's Sîre-Resulullah'ın Hayatı" , sf. 141, Çeviri: Resul Tosun, İstanbul, 1987.