Devrim, reform, “Arap baharı”, yeniden İslam’a dönüş… Müslüman toplumların yaşadığı “ne yapmalı?” sorusunun akabinde yaşanan hareketlilik ince veya kalın hatlarla İslam’a bağlanırken, “bütün bu mücadelenin amacı ne?” şeklindeki soruyu öne çıkartıyor.
Bir açıdan alabildiğine sade İslam: Lailahe illallah, Muhammed Rasulullah. “Hak geldi bâtıl zail oldu!” Daha zamandaş bir ifadeyle, “İslam gelecek, dertler bitecek” diye haykırıyor Müslümanlar tarihin kriz dönemlerinde. Annemarie Schimmel’in Muhammed İkbal’in tefekkürünü irdelerken işaret ettiği üzere: …geniş ufuklu bir Müslüman olan İkbal için hayatın sırrı, “Allah’tan başka ilah olmadığına iman etmektir. Onun şiirlerinde “La ilahe illa Allah”, her zaman insanın başarılarının kaynağı olarak görünür. “Lâ”dır insanı dünyanın çekiciliğinden kurtaran. La ve İlla ise beraber yaradılışın kapısını açarlar. “Aşk” ve “fakr”, yani Allah’ın sonsuz zenginliğine güvenmek, işbu kelime-i şahadetten doğar. İkbal “Lâ” kelimesini Allah’tan başka ne varsa kesip atan bir kılıç olarak görür. Arapça harflerle yazılınca da birazcık kılıca benzemez mi “Lâ”… *
İslam medeniyeti, kelime-i tevhidi açma çabasının bir tecessümü. Öte taraftan ortaya çıkan medeniyet giderek sade gerçekliği geri plana iten bir karmaşa ve ayrıntı sunmaya başlıyor. O sade anlama ulaşmak için zaman zaman “Lâ”ya tutunarak en az el sürülmüş alanlara uzanmak gerekiyor, Tolstoy’un Anna Karenina’da Levin kişiliği aracılığıyla emekçi köylünün dünyasını tanıma çabası üzerinden ulaşmaya çalıştığı veya Ali Şeriati’nin “Şeriati irfanı” olarak isimlendirilen kendini kurmaya dönük kazıma işlemiyle aramayı sürdürdüğü, o yalın gerçeklik…
Asr-ı Saadet okumaları o nedenle önemlidir. İslam’ın bir derdi, bir kaygısı varsa, bu öncelikle maddi kalkınma olmamalı. Toplumun bedeninde gerçekleştirilen devrim aslında neyi hedef alıyordu? Sanırım kelime-i tevhid bir başlangıçsa bu soruya cevap verme konusunda, Veda Hutbesi bir tür hitame konumunda bulunur.
Bu yargıya çok erken bir yaşta vararak 1985’te Veda Hutbesi isimli küçük bir kitap yazdım. Her şeyden önce Veda Hutbesi’ni kendime açıklamaya dönük bir kitapçık. “Kanın, malın ve onurun tıpkı büyük haccın ayı ve günü gibi kutsallığını” işaretleyen hutbe, tefeciliği, putperestlik günlerinde işlenmiş cinayetler adına yürütülen kan davalarını yasaklıyor. Zayıflar, köleler ve kadınlara karşı sorumlulukları hatırlatıyor ve Müslümanların kardeşliğine vurguda bulunuyor. Sınıfsal ve ırksal kökenine bakılmadan bütün insanların Allah önündeki eşitliğini öne sürüyor. İşte o kaba saba bir genellemeyle anlaşılmaması gereken eşitlik idealidir ki “Lâ” ile başlatılan seferberlikleri anlamlı kılıyor.
“Müslüman Müslümanın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir.” Bu hüküm İslam tarihi boyunca verimli, hayra vesile olacak ihtilaflarla sınırlı kalacak şekilde somutlaşmış mıdır acaba… Bu sorunun cevabı bana kuşkulu geliyor ve tarihsel dönemler boyunca sürdürülen, kitlelerin canına mâl olan mezhep kavgalarını hatırlamadan edemiyorum. Peygamberimiz'in Veda Hutbesi’ndeki kardeşlik mesajının kitleler tarafından kabulünden kaç yıl sonra gerçekleşti ki Kerbela… Buna rağmen ümmet arasında siyasal iktidarların perspektiflerini aşan derin bir anlayışın her zaman mevcut olduğunu da düşünüyorum. İran-Irak savaşı sırasında Sünni Anadolu insanının medya kanalıyla dolaşımda tutulan her türlü karşı propaganda malzemesine karşılık İran’a destek vermesi, bu anlayışın bir göstergesi.
Söz konusu anlayış elbet aradaki sınırlara rağmen İran ve Türkiye arasında akışını sürdüren kültürel verilerden besleniyor, yüzyıllardır.
Kendinde olanı anlamanın bilmenin, kendini bilip de Rabbine ulaşmanın yolu, ilişki halkalarıyla örülü. Muhammed Gazali Peygamberimiz’in davetinin Medine’de ilk andan itibaren ortaya koyduğu esasları “ilişki” kavramı üzerine yoğunlaştırıyor, ümmetin Allah’la, birbiriyle ve kendi dinlerinden olmayan kişilerle ilişkileri bağlamında. “İlişki”, açılması gereken bir bağlam, aksi takdirde kendinden geriye düştüğünde ilinti seviyesinde seyredecektir. Medeniyete giden kültürel üretim, halka halka genişleyen ilişkileri açma ve tahkim etme deneyimiyle akışını sürdürüyor.
Medeniyetin halkaları hakikati zengin birikimlerin içeriğine ve ötesine yayarak anlaşılmaz kılıyor, bu yüzden de bazen “umran” duraklama hatta gerileme dönemlerinin sebebine dönüşüyor. İranlı âlim Muhammed Müctehid Şebusteri, dinî hakikatin üç özelliğine çeviriyor dikkatimizi:
1-Dinî hakikatte bulunması gereken dinamizm ve hareketlilik.
2-İnsanı doğrudan muhatap alması, “ben”in karşı karşıya geldiğinin “şey” değil de “O” olması, dini hakikatin sahip olduğu ikinci özellik.
3-Dinî hakikatin sahip olduğu üçünce özellik ise muhatap olan kişinin öznelliğinden kaynaklanan –Şeriati’nin “dört zindan’ metaforuyla ifade ettiği- algılama ve üstlenme sınırları yüzünden her zaman mevcut olacak gizlilik ve sınırlılık boyutudur. Bu sınırları aşmak için sürekli bir seçme ve taşma his ve fikriyatına sahip olunmalıdır.
Nebevi davetin özelliklerini ise Şebusteri, “akılcılık, sosyal adaletçilik, gerçekçilik ve merhamet “ unsurlarıyla tarif ediyor, “Resmi Dini Söylemin Eleştirisi” isimli kitabında yer alan bir söyleşisinde. (Mana; 2011) Günümüz “anlama-dinleme” koşullarından bakıldığında İslam’ın mesajına dair öne sürülen tek boyutlu açıklamalara karşı daha bütüncül bir anlama çabasına duyulan ihtiyaca işaret ediyor Şebusteri ayrıca.
Ümmet bilincinin bir taraftan “ulus-devlet” sınırlarıyla daralmaya zorlandığı, diğer taraftan ise yoğun göçlerle yeni bir dinamizm ve üretim sahası imkânına kavuştuğu bir dönemi adımlıyoruz. Bu dönemde sınır, mekân ve gurbet gibi kavramlar elbet yeni çözümlemelere tabi oluyor. Bana öyle geliyor ki “Lâ”ya tutunarak kaynaklara dönmenin anlamı her zamanki kadar berrak. Her kuşak kendi bulunduğu zeminde ilk ilke ve hedefleri geleneğin sunduğu birikimden de yararlanmak suretiyle çözümleyerek, kendi zaman ve mekânının kavrayışını üretme sorumluluğunu taşıyor.
*Annemarie Schimmel, Çağın Mevlâna’sı Muhammed İkbal, Çev. Senail Özkan, Kırkambar Kitaplığı, Eylül 2001.