Hz. Muhammed’in (sav) Arabistan coğrafyasında gerçekleştirdiği büyük medeniyet hareketini sağlıklı anlayabilmenin yolu, yaşanan süreci, ondan öncesini ve ondan sonrası diye ikiye ayırmaktan geçer. Bu karşılaştırma yapılmadığı takdirde ulaşılacak sonuçlar sağlıklı olmayabilir. Bu yaklaşım İslâm ahlâkının genel yapısını anlamak açısından da son derece önemlidir. Çünkü Kur’an’da zikredilen ve ilahi buyruk olan emirleri genel hatlarıyla iman, ibadet, muamelat ve ahlâk olarak dört kısımda gruplandırmak mümkündür ve sonuncuyla ilgili ayetler bütünü Kitab’ın çok büyük bir yekûnunu oluşturmaktadır. Hz. Muhammed’in (sav) bireysel yaşamına odaklanmak da bu dönüşümü anlamak açısından elzemdir. Çünkü hareketin önderi olarak sergilediği yaşamla insanların gönülleri İslâm’a ısınmış ve her şeylerini onun uğruna feda edecek duruma gelmişlerdir.
İslâm ahlâkının doğup gelişmesinin iyi anlaşılabilmesi ve öncesi ile mukayese edilebilmesi için İslâm’ın tebliğine kadarki putperest dönemin cahiliye şiirinin, atasözlerinin Kur’an ve hadise müracaatla iyi bilinmesi ve bunun İslâm sonrasıyla karşılaştırılması son derece önemlidir. Bu yapıldığı takdirde İslâm’ın insanlığa sunduğu yeniliğin ve dönüşümün farkına varmak kolay olacağı gibi, din temelli ahlâkın diğer ahlâk teorilerine göre toplumu erdemli hale getirmede kıyaslanamayacak derecede başarılı olduğu görülecektir.
İslâm, putperestlik ile bağlarını temelli koparmış, eski inanışa ait izleri toplumun önünden kaldırmış, belleğinden tamamen silmeye çalışmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethiyle birlikte ilk yaptığı icraat Kâbe’yi putlardan arındırmak olmuştur. Eski döneme ait İslâm’ın temel esprisiyle uyuşmayan ve çok tanrılı inanışın bir sonucu olan ilginç adetlere ve düşüncelere de cephe açılmış, sihirbazlara inanılması, uğursuzluk inanışı, ay güneş ve yıldızlara bir takım sıfatlar yüklenmesine şiddetle karşı çıkılmıştır.
Bu tespite karşın, İslâm’ın yeni bir din olarak ortaya çıkması ve inanç noktasında putperest anlayışı tamamen reddetmesi nedeniyle, cahiliye dönemindeki ahlâki kabulleri de toptan reddettiği ve ortaya öncekiyle hiçbir bağlantısı olmayan bir ahlâk anlayışı koyduğu, dolayısıyla cahiliye döneminin ahlâkî açıdan hiçbir güzelliği barındırmadığı yaklaşımı son derece yanlış bir yaklaşım olacaktır. Esasında İslâm -hukuksal alanda olduğu gibi- tevhid anlayışıyla sürtüşmedikten sonra cahiliye döneminin ahlâkî erdemlerini, onları yeniden canlandırarak benimsemiştir.
Cahiliye dönemindeki Arapların özellikle de bedevilerin sahip oldukları cömertlik, yardımseverlik, misafirperverlik gibi hasletlerin hem cahiliye şiirlerinde hem de o dönemi anlatan eserlerde bolca yer aldığını hatırlamak gerekir. Bu arada Hz. Muhammed’in (sav) Kur’an ‘da “ Şüphesiz sen büyük, yüce bir ahlak üzerindesin.”[1] hitabıyla teyit edilen karakterinin, İslâm sonrası oluşmadığını belki var olan ahlâkî güzelliklerinin daha da kemale erdiğini söylemek durumundayız. Hz. Muhammed (sav) İslâm’la birlikte erdemlerle donanmamıştır. O, sahip olduğu bütün güzel hasletlerini cahiliye döneminde kazanmıştı. Cahiliye dönemindeki yaşantısını ahlâkî açıdan lekeleyen bir rivayet bulunmayan Hz. Muhammed (sav) ahlâk açısından cahiliye döneminin bir ürünüdür. O, cahiliye döneminde de Arapların aralarında en çok güvendiği kişiydi. Çözemedikleri sorunlarda, ahlâkına olan güvenlerinden dolayı onu hakem tayin ederlerdi. “Bilirlerdi ki Hz. Muhammed, kimsenin hakkını yemez, kimseye zulmetmez, ne pahasına olursa olsun doğrudan vazgeçmezdi”[2]
İslâm’ı kabul etmesinden önce Roma İmparatoru Hirakl tarafından bilgisine müracaat edilen Ebû Sufyan’ın Hz. Peygamber’i öven sözleri yanında, Hz. Ali’nin onun tüm yaşamını özetlerken kullandığı ifadeler bu gerçeğe vurgu yapmaktadır: “O hepimizin eli en açık olanıydı. Yüreği en pek, dili en doğru olanımızdı. O bizim sözüne en sadık, aklı en selim ve dost ilişkilerinde en asil olanımızdı. Onu ilk kez görenler ondan korkarlar, tanışanlar severlerdi. Doğrusu ben onun gibi birisini hiç görmüş değilim.”[3] Esasında bu ifadeler cahiliye döneminde erdemli insanın nasıl tanımlandığını da açıklamakta, ahlâkî meziyetlerin toplumun temel değerleri olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in ahlâkın güzelliklerini tamamlamak üzere gönderildiğini belirtmesi[4], cahiliye döneminde de ahlâkî değerler manzumesinin mevcudiyetini, gönderildiği ahlâkın önceki ahlâkî değerleri tamamlayıcı özellikte olduğunu, ayrıca İslâm ahlâkının tamamlanabilir bir ahlâk olduğunu göstermektedir.[5]
Aynı şeyi ahlaki özellikleri nedeniyle örnek gösterilen Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve diğerleri içinde söylemek durumundayız Nitekim Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber’in huzuruna getirilen Sâib b. Yezid, iyi ahlâkı nedeniyle Hz. Peygamber’e övülerek takdim edilince, Resulullah (sav) “Bana onu anlatmayın. Cahiliye döneminde arkadaşımdı zaten.” buyurmuştur. Ardından da ona şu nasihati yapmıştır: “Ey Sâib! Cahiliye dönemindeki ahlâkını İslâm’da da devam ettir. Misafiri ağırla, yetime ikram et ve komşularına iyilikte bulun. Cahiliye döneminde yapıp da pek itibar görmeyen bu işlerine Müslümanken de devam et.”[6] Keza Hz. Peygamber, “İnsanlar madenler gibidir. Cahiliye devrinde hayırlı olanlar İslâm döneminde de hayırlıdırlar.”[7] buyurmuştur. Dolayısıyla cahiliye dönemi tamamen karanlıklar dönemi değildir.[8]
Bu gerçeklik yanında Allah, ahlâkî kavramları, vahiy almış bir toplum tarafından üretilen kelimelerle yapmıştır. Birkaç semantik düzeltme ve yenilik dışında Kur’an İslâm öncesi ahlâkî dili, kavramları olduğu gibi kullanmıştır.[9] Çünkü dinin görevi, “ahlâkî kavramların belirlenmesinde yahut tanımlanmasında iş gören bir unsur olarak değil, teşvik ve terkip edici bir unsur olarak gücünü göstermesidir.”[10] Bu gerçek, hem İslâm öncesindeki olgusal vakıayı hem de İslâm’ın bunları benimseyip kabul ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
İslâm özellikle bedevilerin sahip oldukları güzel hasletleri adeta İslami bir kimlik giydirerek insanlığa sunmuştur. Örneğin Araplar arasında son derece önem verilen ve cömertlik, yiğitlik, hürriyet, namusa düşkünlük, cesaret, sabır, misafirperverlik, güvenilirlik, doğru sözlülük, yardımlaşma ve dayanışma gibi faziletleri kapsayan mürüvvet[11] kelimesinin içeriğindeki bütün erdemler Kur’an’da tavsiye edilmiştir. Kur’an bu şekilde kelimeleri İslami literatüre taşırken, bunları, içlerinde bulunan olumsuzluklardan soyutlamış, bazen kelimenin anlamında daraltmaya bazen de genişletmeye gitmiştir. Kelimelere yeni bir anlam boyutu kazandırmıştır. Nitekim mürüvvet kelimesini yeni dinin içine alırken onda bulunan tüm zararlı alışkanlıkları temizlemiş ve daha medeni bir formata büründürmüştür.[12]
Bu olumlu yönlerine, erdemi ve erdemli kişileri barındıran yapısına rağmen, cahiliye dönemini ahlâkın egemen olduğu erdemliler toplumu olarak tanımlamak haksızlık olur. İslâm ahlâkını, cahiliye döneminden ayıran en önemli özellik ahlâkî davranışın zeminine tevhîdi almasıydı. Tevhîd inancının kapsamında bulunan Allah’a kul olmak ve güzel hasletlerle bezenmek anlayışı, cahiliye döneminde bireylerin kendilerine bırakılan ahlâki tavırdan çok farklı bir şeydi. Öncelikli hedef, bir olan Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nu memnun etmek olduğundan, yaşanması gereken hayat tarzı ve kişilik de mutlak mükemmeliyete uygun olmalıydı. Oysa cahiliye döneminde, bilinç düzeyinde de olsa ilahi murakabeden yoksun bir ahlâk anlayışı, kabile anlayışının ve asabiyetin zirvede olması nedeniyle, ahlâkî çöküntüyü de peşinden getiriyor, değerler yerine kabile menfaatleri her zaman ön planda oluyordu. Müslümanlıkla birlikte, cahiliye döneminin bütün olumsuzluklarından soyutlanma düşüncesinin ve öncelikle tevhidi yerleştirme gayretinin, İslâm ahlâkına çok canlı ve hızlı bir ivme kazandırdığını söyleyebiliriz.
Cahiliye dönemindeki ahlâk anlayışının en temel ve güçlü sâiki atalardan kendilerine aktarılan geleneklerdi. İslâm, çok tanrıcı anlayışı ortadan kaldırırken bu anlayış çerçevesinde oluşmuş olan atalar geleneğini de iptal ediyordu. Kur’an düşüncesiz arzunun peşinden gidilmesi[13] yanında körü körüne bağlılığı kendi ahlâk düşüncesinin karşısındaki iki temel düşman olarak görmüştür. Hiçbir ayrım gözetmeden geleneği olduğu gibi sürdürmeyi eleştirmiş[14] ve yer yer bu hususa vurgu yapmıştır.
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denilince, ‘Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız.’ derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru olmayan kimseler idiyseler?”[15] “Yoksa onlara daha önce bir kitap verdik de ona mı bağlanıyorlar? Hayır; ‘Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinden gitmekteyiz.’ derler. Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıkları sadece: Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz.’ dediler. Gönderilen uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ dedi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ dediler.”[16]
Ayetlerde de görüldüğü üzere, bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı atalardan öğrenilen gelenekle ölçülmekteydi. Bunun zaman zaman doğrunun dışına çıkmaya neden olabileceği ve geleneğin her zaman tercih nedeni olması nedeniyle asabiyete sebebiyet verebileceği açıktır. Bu durum, geleneklerle elde edilen ahlâkî tavırların bile büyük oranda ahlâkın değil de geleneğin bir parçası olduğunu göstermektedir.
Burada bir yanlış anlama olmamalıdır. Şayet İslâm evveli Araplar için doğru ve yanlış yahut iyi olan ile kötü olan arasında hiçbir ayrım olmadığını iddia edersek, onlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Tam aksine, meşhur kitap el- Eğani gibi bir dokümanı dikkatlice okumamız, bizi putperest Arapların hakikatte belirgin bir ahlâk duygusu ile zengin bir biçimde mücehhez oldukları konusunda hemen ikna edecektir. “Çölün başıboş çocukları” denilen bu insanların da, kişisel olsun, aşireti alakalandırsın, herhangi bir eylemin, standarda vurup, doğruluğuna yahut yanlışlığına, iyi ya da kötü oluşuna hükmedebilmelerini temin eden kılı kırk yarar davranış kuralları vardır. Ancak, “iyi” ve “kötü”sü, “doğru” ve “yanlış”ı, tutarlı, nazari bir temelden yoksun idi. Bu görüşlerini haklı gösterebilecek, ancak “x iyidir işte!” gibi yararsız bir kısır döngüye indirgenmesi mümkün bir ölçüte sahiptiler”[17] Dolayısıyla sahip oldukları ahlâk evrensel ve yüksek bir ahlâk anlayışına dayanmıyor, dar kalıplı olan ahlâki değerler dünyevi ve kabileci bir anlayışla ortaya çıkıyordu. Ahlâkî erdemlerin arkasında çoğu kez kişinin veya kabilenin gururunu yükseltme, şeref ve öfke duygularını tatmin etme, asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, itibar ve saygı görme, insanlarda hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma, övülme isteği, dolayısıyla arzulara uyularak oluşturulan ahlâkî rölativizm yatmaktaydı. [18] “Hürmet görmek; asaleti, sehâveti ve cesareti ile herkes arasında şöhret kazanmak, korku ve hayranlık ilham etmek… İşte Arabın en yüksek ideali.”[19] bu idi.
Cahiliye dönemi Arapların en önemli özellikleri cesaretleri ve yiğitlikleriydi. Cahiliye dönemi şiirlerine bakıldığında, yiğitliğin ve kahramanlığın ne kadar onurlu bir haslet olduğu bolca anlatılır. Hatta Arap adını kahramanlıkla birlikte anmak yerinde bir tanımlama olur. Ancak bu yiğitliğin hakkı ve adaleti yerine getirmek, yüksek ahlâkî erdemleri yaşadıkları bölgeye hâkim kılmak için değil de, kişinin kendi bireysel namına veyahut kabilesinin adını duyurmanın bir unsuru olarak işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Kahramanlık insanın onuru demek olduğundan, bütün sorunların çözümünde başvurulan yöntem genelde savaş olmaktaydı. Bu nedenle de kabileler arası savaşlar bitmek bilmez, zamanlarını birbirleriyle çatışma ve didişme ile geçirirlerdi. Temel sâik asabiyet olduğu için, bu tür çatışmalarda eli silah tutan her kabile ferdi haklı veya haksız olsun kendi kabilesinin yanında yer alırdı. İnsanın rahatlaması, hasım olan kimseye bir şekilde galebe çalmakla sağlanırdı. Hatta Arabın yiğitliği kendi kabilesi uğruna öldürdüğü insanların sayısıyla ölçülürdü.[20]
Kur’an İslâm’ı kabul eden insanların zaman zaman depreşen bu duygularını köreltmek hem de İslâm’ın onlara nasıl bir kardeşlik sunduğunu hatırlatmak amacıyla “Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”[21] buyururken, diğer iki yerde de iyi Müslümanların hasletleri sadedinde birini şöyle der: “Onlar bollukta ve darlıkta sarf ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.”[22] “İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın.”[23] Hz. Muhammed (sav) de affetme ve aynı dini paylaştığı insanı anne baba bir kardeşten daha yakın görme sevgisini yerleştirmeye çalışırken, bir taraftan da “İnsanları mağlup eden kuvvetli değildir. Kuvvetli ancak kızgınlık anında nefsine hâkim olandır.”[24] buyurur.
Cahiliye Arap ahlakının kabileci anlayışı yanında en öne çıkan özelliklerden birisi de ahiret inancından yoksun oluşuydu. Kur’an, onların bu yönüne dikkat çekmektedir: “Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek değiliz.” dediler.”[25] “Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler” derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar.”[26] “Bu inkârcılar da diyorlar ki: İlk ölümümüzden başka bir şey yoktur. Biz yeniden diriltecek değiliz.”[27]
Evrensel ilkeleri olmayan ve atalar âdeti olarak devam eden, kabilecilik esaslı olarak yürüyen bir ahlâk anlayışının egemen olduğu bölgede, bir takım sıkıntıların yaşanacağı ortadadır. Buna ahiret inancının da yoksunluğu eklenince, dünya bireylerin eğlence alanına dönmekte, zevk ve sefadan alabildiğince nasiplenmeye bakılmakta, gücü elinde bulunduran kendisini herhangi bir kayıt altında hissetmeyebilmekteydi. Kur’an’da dünyanın nasıl algılanması gerektiği, esas olanın ahiret olduğu yönündeki vurguları bir de bu bakış açısıyla okuyacak olursak; cahiliye dönemi Araplarının, dünyayı bedensel isteklerin tatmin edildiği yer olarak gördükleri, insaniliğin, sosyal ve ekonomik adalet duygusunun zayıfladığı, ahlâkın zenginler elinde yozlaştığı hemen anlaşılacaktır. Övünme, asalet, güçlü olanın zayıf olanı ezmesi, tevazu gibi erdemlerin zafiyet sayılması, her hâlükârda kabileden olanı destekleme, kabileler arası değer ölçüsünün güç oluşu, yağmalamalar, kölelerin insan olarak bile değerlendirilmeyişi, kadınların mal gibi el değiştirmesi, tefessüh gibi hususlar bunun örnekleridir.
Kur’an, Hz. Peygamber’in evrensel ahlâk ilkelerini oturtma sürecinde, İslâm öncesine ait ahlâkî zafiyetlere sürekli vurgu yapmıştır. Öncelikli olarak toplumsal yaşamda hiçbir yeri olmayan zayıflar, güçsüzler ve kölelere değer vermiştir. Yetimlerin ve yoksulların korunmasını istemiş, bunlara sahip çıkılmamasını merhametsizlik ve cimrilik olarak nitelemiş, Allah’a inanmayışla oluşan kalp katılığıyla irtibatlandırmıştır.[28] Keza zulüm, hainlik, iftira, yalancılık, ahde vefasızlık, zina, içki içmek, kumar oynamak, cinsel sapıklık, faiz alıp vermek, başkalarının mallarını hak olmayan yollarla yemek, gasp, haksızlık etmek, anne babaya kötülük yapmak, akrabalık bağlarını gözetmemek, komşuya kötü davranmak, alay etmek, kaş göz işareti yaparak başkalarını gülünç duruma düşürmek, lakap takmak, başkalarının gizliliklerini araştırmak ve onlar hakkında kötü zanlarda bulunmak ve benzeri bayağı davranışlar ile sağlıklı bir fıtratın nefret ettiği, doğru ve rüştüne ermiş akılların kabul etmediği hususlar, düzeltilmesi gereken davranışlar olarak Kur’an’da zikredilir.[29] Esasında cahiliye şiirinin temel teması olan içki, aşk, kadın ve kabile savaşları da bu gerçeği teyit etmektedir.
Hz. Muhammed’in (sav) evlenmesinden bir süre sonra Hira mağarasına çekilmesinin bir nedeni de sahip olduğu ahlâkî duyarlılık yanında, Mekke toplumunun içinde bulduğu ahlâkî çöküntüydü.[30] Çünkü toplumun hayata bakışını, birbirleri arasındaki ilişkileri, ideallerini ve ahlâk kurallarını anlamadan, insanın kendi bireysel ahlâkını gerçekleştirmesi imkânsızdır. Kendini gerçekleştirebilmek için ise, yaşanan toplumdaki değerlerin en azından önemli bir kısmının kabul edilmesi gerekir. Aynı topluma ahlâkî alanda bir başkaldırış için, bu zeminin korunarak yanlışlıkların düzeltilmesine yönelmek, ahlâkı daha sağlam bir düzleme oturtmak için çabalamak şarttır.[31] Hz. Peygamber’in Hira dönemi bu başkaldırışın bir başlangıcı olduğu gibi, Kureyş toplumunda var olan ahlâkî değerlerin daha sağlıklı bir zemine oturtulma hareketinin de ilk safhasıydı.[32]
Not: Bu yazı, Prof. Dr. Enbiya Yıldırım’ın “Din- Ahlak Ekseninde Hz. Muhammed” kitabından alınmıştır. (Rağbet Yayınları, 2007, Sf: 177-186)
Dipnotlar:
1- 68 Kalem 6.
2- Mehmet Baktır, Bir Dinî Otorite Olarak Hz. Peygamber, s. 85.
3- İbn Hişâm, es-Sîretu’n-nebeviyye, I/266.
4- Ebubekir Ahmed b. El-Huseyn Beyhakî, X/191; Hâkim, Müstedrek, II/670.
5- İsa Yüceer, İnanç Ahlâk İlişkisi, s.62
6- Musned, II/425.
7- Buhârî, Menâkıb, 1.
8- Mustafa Fayda, Cahiliye, DİA, VII/18; Özaydın, İslam’dan önce Araplarda Sosyal ve İktisadi Hayat, DİA, III/321-4.
9- İlhami Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu, s. 36.
10- Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s.246.
11- Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I/143-4.
12- Konuyla ilgili örnekler ve değerlendirme için bkz. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ev Ahlâkî Kavramlar, s. 36, 11 vd., 72-94.
13- 4 Nîsa 135, 38 Sâd 26.
14- M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlâkı, s.5.
15- 2 Bakara 170.
16- 43 Zuhruf 21-4.
17- Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ev Ahlâkî Kavramlar, s.71. Ayrıca bkz. s.72, 94.
18- Mustafa Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlâk, s. 4; Güler, İman Ahlâk İlişkisi, s. 108; Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 105 vd.; Hüseyin Algül, İslâmTarihi, I/92-109; Çelikel, İslâm Öncesi Mekke ; Neşet Çağatay, İslâm Dönemine Dek Arap Tarihi.
19- De Goeje, Arabistan ( Etnografya Maddesi), MEB İA, I/485.
20- Bkz. Şemseddin Günaltay, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 118; T.H. Weir, Cahiliye, MEB İA, III/11-2. Cahiliye Arplarının öne çıkan özellikleri ve bunların yorumların için bkz. Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, s. 39-48.
21- 3 Âl-i İmrân 103.
22- 3 Âl-i İmrân 134.
23- 5 Mâide 2.
24- Buhâri, Edeb, 76.
25- 6 En’am 29.
26- 45 Câsiye 24.
27- 44 Duhan 34-5. Ayrıca bkz. 36 Yâsîn 78; Paçacı, Kutsal Kitaplarda Ölümötesi, s.45.
28- Bkz. 107 Mâûn 1-7. Kur’an Hz.Peygamber’i de zaman zaman uyarmış ve cahiliye döneminin olağanlarından olan bazı yanlışlara düşmemesini istemiştir. Bkz. 80 Abese 1-10; 93 Duha 6-11; Rahman, İslam, s. 16; İzutsu, Kur’anda Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 97, 99-100.
29- Bkz. M. Ali Haşimi, Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Toplumu, s. 352.
30- Bkz. Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslam’ı Yeniden Düşünmek, s. 152.
31- Bkz. W. Montgomery Watt, Dinlerde Hakikat, s. 128.
32- Kur’an öncesi Araplarda din ve hayat ilişkisi hakkında bkz. Mehmet Paçacı, Kutsal Kitaplarda Ölümötesi, s.49-57.