Osmanlı Devleti'nin siyasi ve ekonomik düzenin bozulmaya yüz tuttuğu, hikmetin, hakikatin yerini rüşvet ve haksızlığa, Celâlî isyanlarına bıraktığı 17. yüzyıl, artık devletin gerileyip çökeceğinin ayak seslerinin duyulmaya başladığı bir dönemdir. Devletin buhranla karşılaştığı içte ve dışta karışıklıkların yaşandığı bu yüzyıl, toplumun kendi kaderini tayin etmesinin yavaş yavaş yitirmeye başladığını hissettiren bir yüzyıldır.
Urfa'dan İstanbul'a
Bu karışık dönemde 6 padişahı idrak eden Yusuf Nâbî, 1642 yılında Urfa'da dünyaya geldi. Urfa'da iyi bir eğitim aldıktan sonra İstanbul'a arzuhalci olarak gelen Nâbî'nin kıymeti, kendine has üslubuyla devlet erkânına yazdığı şiirlerle anlaşılmış; Nâbî zamanla devlet erkânının takdirini kazanarak Musâhib Mustafa Paşa'nın divan kâtipliği pâyesine, hak ettiği mevkilere erişmiştir.
Edebiyat tarihimizde "Hikemî Şiir" türünün öncülerinden olarak sayılan şair, hâmisi Mustafa Paşa'nın yardımıyla, Hacca gitmeye niyet eder. Padişah IV. Mehmed de çok sevdiği şairin yol boyunca rahat etmesi için kendisine özel bir ferman verir.
İstanbul'dan Mukaddes Topraklara
Padişahın da gözü yaşlı hacıları ve Nâbî'yi de bizzat uğurlamaya gelmesiyle, Surre alayı yükünü toplayıp ‘lebbeyk!’ nidaları ile tehliller getirerek Üsküdar'dan hareket etti.
Her mola verilen menzilde Nâbî heyecandan yerinde duramıyor, en güzel sözlerini gözyaşları ile yoğurarak, dua ve salatlarla süsleyerek kendini kâinatın sultanının huzuruna hazırlıyordu.
Surre alayı içinde bulunan paşalar bu yolculuğa çıktığından beri, meclislerini şiirleri ve hoş sohbeti ile süsleyen Nâbî'yi tanıyamıyorlardı. İçi içine sığmayan âşık, maşûkuna kavuşmanın heyecanıyla dolup taşıyor; pervanenin şemden, Mecnun'un Leyla'dan esirgemediği canını, âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce Peygamber'e sunmak için kendini hazırlıyordu.
Kervan menzillerde durup o mukaddes aşk menziline yaklaştıkça, bütün hacılarda aşk ve maneviyat ziyadeleşiyordu. Ravza'nın yakınlarındaki son durakta kervan mola verince günün sıcağı ve yolun meşakkatinden kervandaki bazı paşalar, kendilerini hasırların üstüne rastgele atmış, ayaklarını Medine'ye doğru uzatmışlardı.
Şeyh Edebâlı'nın evinde konaklayan Osman Gazi, yatağının ayakucundaki duvarda Kur’ân'ı Kerîm olduğunu görünce, sabaha kadar saygısından uyumamış, ayaklarını o tarafa uzatmamıştı. Bu saygı ve samimiyetinden dolayı Allah, bir uç beyine, bir cihan devleti ve saltanatı ihsan etmişti. Bu hakikate vâkıf olan Nâbî, bu cihan devletinin paşasının bu şekilde saygısızca ayaklarını Medine'ye, aşk ikliminin sultanının şehrine doğru uzattığını görünce, kendinden geçti ve kendine has üslubuyla paşayı bu şekilde yatmaması için ikaz etti. Yorgunluktan dolayı söylenenleri dikkate almayan paşaya Nâbî, bir anda kalbine ilham olan şu şiiri irticalen söyledi:
Naat
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makam-ı Mustafâ'dır bu
(Allah'ın nazar ettiği Muhammed Mustafa (sav)'nın makamında edepsizlik etmekten sakın, burası Allah'ın sevgilisinin beldesidir.)
Felekde mâh-ı nev, Bâbü's-selâm’ın sîneçâkidir
Bunun kandili Cevzâ matla’-ı ziyâdır
(Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği parçalanmış yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki Cevza yıldızı bile O’nun nûrundan doğmaktadır.)
Habib-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu
(Burası Allah'ın Sevgilisi’nin istirahat ettikleri yerdir. Fazilette ise, Arş-ı âlânın bile üstündedir.)
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı 'adem zâil
Amâdan açdı mevcûdât dü ceşmim tûtiyâdır bu
(Bu mübarek yerin toprağının parlaklığıyla yokluğun karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar, iki gözünü bu toprağı sürme sürdükten sonra körlükten kurtuldu.)
Müraât-ı edeb şartıyla gir Nâbî'ya bu dergâha
Metâf-ı Kudsiyândır cilvegâh-ı enbiyâdır bu
(Ey Nâbî! Bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu, durmadan hacılar gibi tavaf ettiği, peygamberler bile edeb ve hürmet gösterdiği yerdir.)
Bu şiiri duyar duymaz Paşa, kendini toparladı. O kadar yakından tanıdığı şairi, hiç böyle müşfik ve celâlli görmemişti.
Kervan sabah güneşini beklemeden, hareket etmeye başlamıştı. Gece yolculuk âdet olmamasına rağmen, Medine'ye çok yaklaşıldığı için sabah namazını Ravza'da kılmaya niyet edilmişti. Sabah namazı vaktinde Surre alayı şehre girince, minarelerde sabah ezanı okumak için çıkan müezzinler, imsak keserken Nâbî'nin bu naatını okumaya başlamışlardı. Başta Nâbî ve kervandakiler âdeta şok olmuşlardı. Birkaç zaman önce ilticâlen söylenen şiiri, bu Arap diyarlarında, dilleri dahi Türkçe'ye aşina olmayan müezzinler bir ağızdan nasıl okuyorlardı?
Kervan halkı, bu şiiri nereden bildiklerini ve neden okuduklarını gözleri yaşlı müezzinlere sorunca, müezzinler gece rüyalarına âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (sav)'in teşrif ettiğini, ümmetinden Nâbî adlı şairin bu şiirini, o mübarek beldeye “hoş geldin” dercesine minarelerden okumalarını tensib buyurmuşlardı.
Bu ilahi hikmeti duyan Nâbî gözü yaşlarla salat ve selâmlar getiriyordu.
Elveda
Allah, habibi Hz. Muhammed (sav)'i sevenleri dahi dünyadayken hoşnut ediyordu.
Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Medine'den ayrılırken Nâbî'nin aklı ve gönlü burada kalmıştı. Ve gözünde yaşla dilinde yazdığı başka bir mısra dökülüyordu:
Yâ Resullâh nigâh-ı şefkatin her hâlde
Eyle Nâbî-i hazîn üzre nigeh-bân elvedâ
(Elveda Yâ Rasûlullah, her hâlinde şefkatin bakışı vardır. Üzgün Nâbî'den bakışlarını esirgeme.)
Hacdan döndükten sonra bir dönem Haleb'te ikamet eden Nâbî, 12 Nisan 1712'de cihana veda etti. Kâbe yolculuğuna başladığı, mukaddes harem toprağı Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı'na sırlandı.