Alak'a Can Kulağı Kesilmek

Bir özge vakte geldik. Yanımızdan usulca akıp giden zaman nehri yeni bir çağıltı kazandı. İçimizde bir yerlerde bir titreyiş, bir zelzele başladı. Düzenimizi dağıttı oruç, yeni bir düzen kurmaya geldi. Toprağımızı karıyor şimdi. Dokunuyor bize. Yağmuruna kavuşan tohumlar gibi kabuklarımızı soyunmaya hazırlanıyor. Çözüyor benliğimizi.

İnsana dair en önemli gerçek "unutmak" olsa gerek. Pürüzsüzlük unutturur insana. Sallantısızlık uyutur insanı. Dertsizlik yumuşak bir yastık gibi gelir insana. Rahatlık sürdükçe, içine kıvrılır insan. Kendi kendinden hoşnut olur. Yenilenme cehdini ihmal eder. Kolay kolay yokuşa sürmez kendini.

Oruç bir sancının ortasına sürdü bizi. Gönüllüce ateşe attık kendimizi. Savunmasız olduğumuzu idrak ettik önce. Alnımıza yazılmış olan başımıza geldi. Biz yer'lileri yerinden etti göklü gündem. Bir hilal dokunuşuyla irkildik. Vaktin oku alnımızdan vurdu bizi. "Şakk-ı kader" bu. Kader kırılması…

Ne kadar da benziyor Hira'nın gecesine… Yine Ramazan'dı. 'Yer'inde duramayan "Güvenilir Muhammed" de şaşırdı. Sarsıldı. Vicdanının toprağını öylesine çok kazmıştı ki, hesap kitap yapmadan, bilmeden, beklemeden bu yağmura hazırlanmıştı.

"Oku..." denildi Hira'nın yalnızına. Varlığı okuması bekleniyordu kendisinden. Okumaya değer bir evren vardı önünde. En önemli haber bu. Gecesi gündüzüyle, yeri göğüyle, deresi tepesiyle, dağı taşıyla parçalardan oluşuyor varlık. Bağ kurmak ister insan. Parçalı olan her şey, "ilgiden yaratılma" insan için ille de bir bütünlüğe konu olmalı. Nasıl ki harfleri birbirine vurarak bir kelime bütünlüğü arıyorsa, varlığın hecelerini de bir "kelime"ye dönüşebilmeli. Bütünleştiremediği parçalara ilgisini kaybeder insan. Anlamlı olarak bir araya getiremediği cüzleri önemsiz bulur; bir kenara atar.

"Oku…" sözü, insanın eline tam da aradığını verir. Özlediği sesleri duyar artık: "Karşında, birbiriyle ilişkilendirebileceğin parçalardan oluşan, anlamlı bir bütün olarak görebileceğin bir varoluş var. Okunmaya değer bir tablonun karşısındasın. Hem ayrıca sen de okuyucu olmaya değer birisin. Okumayı senden bekliyor Rabbin. Bu muazzam tablonun karşısına takdir edici olarak seni yerleştirdi. Bu sanat galerisinin saygın davetlisi sensin. Bu güzelliğin ölçeği senin beğenin. Seni 'okuyan' olarak yarattı Rabbin. Seni 'okumaya değer' sayfaların karşısına koydu. Rabbinin nakşettiği anlamı Rabbinin adına sen çözeceksin. Varlığın boşa var edilmediğini sen bileeksin. Her şeyin ardında sakladığı anlamı çözme işini sana emanet etti Rabbin. Bu yüzden seni ilgiden yarattı. Sen ilgi kurmadan edemezsin. Sen parçaları bütünlemeden rahat edemezsin."

Oruç gelir ve bu rüyanın gömleğini yırtar. Der ki insana: "Sen sana yetmiyorsun ki… Bak ellerinden çekildi imkânlar. Bak, çaresiz kaldı sana çare sunduğunu sananlar. Yardımlar kesildi."

"İyi ama…" diye bir itiraz yükselebilir içinden. "Ben nereden hak ettim ki bu eşsiz konumu?" Cevap yetişir hemen. Zira vahiy insan vicdanının yatağında akar. Vicdanın her sorusunu, her kıvrımını birebir izler. "Senin Rabbin kerem sahibidir… Sana ikramıdır bu konum. Niye şaşırıyorsun ki? Karşılıksız vermekte biriciktir senin Rabbin."

"Hem O kalemle öğretir… Evrenin beyaz sayfasına senin duygularını bir mürekkep olarak akıtır. Eşyanın sessiz anlamını senin üzerinden seslendirir. Sana bilmediğini bildirir. Sen senden fazlasın aslında. Sende senden ötesi saklı. Seni cevher bilir Rabbin; değerli görür; işler. Daha daha güzel olasın diye emek verir…"

Alak Sûresi'nin içimizin tozunu kaldıran, her vicdana incecikten sızabilecek bu uyarısı, ne var ki sağır bir duvara çarpıp susabilir. Yarattığını çok iyi bilen Rab, "ah işte…" diye yazıklanırcasına, "Kellâ…" diye keser sözün akışını: "Ne var ki insan azar. Kendini kendine yeter görür de azar." Kendini bildi bileli, "ben" öznesi içinde yaşayan insan, tekilliğini ve bağımsızlığını, ihtiyaçsızlığını ve biricikliğini bir duyarsızlık kalkanına dönüştürebilir. Gördüğüne kanabilir. Aslını bilmediği bir rüyaya aldanabilir.

Oruç gelir ve bu rüyanın gömleğini yırtar. Der ki insana: "Sen sana yetmiyorsun ki… Bak ellerinden çekildi imkânlar. Bak, çaresiz kaldı sana çare sunduğunu sananlar. Yardımlar kesildi."

Oruç, o sağır duvarı yıkmaya gelir. Yalnızlaştırır insanı; kendi Hira'sına çağırır.

Okuma gündemi böylece açılır insana. Kendine yetişemediğini gören insan, anlam arayışına düşer. Mukabele eder Cebrail gibi üçer beşer yedişer kanatlı söz meleklerine. "Ben okuma bilmem…" dedikçe, kaburgaları birbirine geçecekmişçesine yeniden sıkar insanı okuma önceliği. "Okumadan edemezsin ki!"

Belli ki Rabbi insanı kendi haline bırakmak istemiyor. Sıkıyor, sıkıyor, sıkıyor ki cevheri posasından ayrılsın.

İnsan kendi haline bırakılsa, Rabbinin takdir ettiği makamdan kendisini alaşağı edecek! Bir anlam sütunu olarak dikilmişken varlığın ortasına, kendi kendini devirecek. Kendine kulluğu yasaklayacak. "Görür müsün nasıl da Rabbinin seni koyduğu konumdan uzaklaştırmaktasın kendini? Görür müsün nasıl da Rabbinin senin için hazırladığı planı yakıp yıkarsın? Nasıl da Rabbinin sana lâyık gördüğü, seni yücelten 'okuyan kul' olma projesinden desteğini çekmektesin!"

"Oruç, görüyorsun ki şaşkınlıktan kurtarıyor, doğru yere alıyor seni. Görüyorsun ki takvaya çağırıyor seni. Rabbini ciddiye almaya başlıyorsun. Yoksa, yalanlayacaksın sana verileni, yüz çevireceksin kendi gerçeğinden… Allah'ın seni gördüğünü görüyorsun değil mi?"