Ramazan ayının kendine has manevi atmosferini güzelleştiren detaylardan biri de Rasûlullah Efendimiz’den (sav) günümüze kadar ulaşan emanetleri ziyaret etmek. O’nu görememiş milyarlarca insanın yüreğinde hissettiği hasreti bir nebze olsun dindiren bu emanetlerin başında Hırka-i Şerif geliyor. Her yıl Ramazan ayında dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların aşkla ziyaret ettiği emanetin Yemen’den İstanbul’a uzanan yolculuğunu, Hırka-i Şerif Vakfı Genel Müdürü Sümeyra Kır Güldal Hanımefendi ile konuştuk.
Hırka-i Şerif’in Rasûlullah Efendimiz’den (sav) İstanbul’a uzanan yolculuğu nasıl başladı?
Klişe bir ifade olacak ama derinliğine indiğimiz zaman bize ötelerden gayet büyük bir mesaj veriyor bu yolculuğun başlangıcı, basit ve büyük bir mesaj: “Anne sözü dinlemek insana Peygamber hırkası giydirir.” Siz annenizin sözünü dinleyip o koşullarda kilometrelerce yol aldıktan sonra, sırf “Evde değilse sakın başka bir yere uğrama, hemen geri dön!” sözüne sadık kalıp hemen geri dönüyorsanız, Peygamber Efendimiz’in hırkasıyla şereflenirsiniz. Veysel Karanî, Yemen’de doğmuş büyümüş, deve çobanlığı yaparak ve annesine bakarak hayatını devam ettiren biri. Bunun karşılığında da iaşesini sağlayacak kadar ücret alan bir zat. Ferîdüddin Attâr’ın kitabında diyor ki: O, günlük yiyeceğini yiyeceği kadar alırdı. Diyelim kazandığı parayla üç hurma aldı ama bunun iki tanesi kendine yetti, kalan o birini bir başkasına verebilen biri. Az yiyip az uyuyarak, hayatını tamamen ibadete adayarak geçiren biri. Tabii İslam’dan da haberdar, Efendimiz’i (sav) duymuş ve O’nu görme arzusuyla yanan, en sonunda niyetini gerçekleştirmek için yola çıkan ama göremeden geri dönen birisi.
Hz. Peygamber’in Hz. Ali ve Hz. Ömer’e “Ben öldükten sonra bunu Yemen’deki Üveys el Karani’ye götürün” dediği, kızıl saçlı ve ela gözlü olduğuna dair tasvirlerde bulunduğu, sağ elinde beni olduğu Ferîdüddin Attâr’ın kitabından öğrendiklerimiz. (Bu arada, hepimiz tarafından bilinen sağ elinde beni olduğudur ancak Veysel Karanî’nin 58. kuşaktan torunu Gülden Hanım, “Herkes sağ elinde beni var der ama bizim sırtımızda benimiz vardır ve sırtında ben olan kişilerden nesebimiz devam eder” diye belirtir.) Bu şekilde alametleri söylüyor Efendimiz ve Hz. Ali ile Hz. Ömer de bu nişanlar üzerine Yemen’e giderek Veysel Karanî’yi araştırıyorlar. İnsanlar çok garipsiyor tabii bu durumu çünkü hiç kimsenin bakmadığı, zaman zaman çocukların dalga geçtiği birini bu insanlar niçin arıyor diyorlar. Hz. Ali ve Hz. Ömer, Veysel Karanî’yi çorak bir dağda namaz kılarken buluyor. Meramlarını anlatıyorlar. Efendimiz (sav) sana hırkalarını gönderdiler ancak ümmetin affı için de dua etmenizi istediler diyorlar. O hemen alıyor bir kenara koyuyor hırkayı ve secdeye kapanıyor. Sürekli Allah’la arasında bir diyalog geçtiği yazıyor kitapta yine. İşte bir nazlaşma diyelim buna. Secdede o bütün ümmetin affını istiyor ona gelen mesaj daha az sayıda insanın af olunduğu, tekrar secdeye gidiyor gene az sayıda, gene secdeye gidiyor. Bu şekilde bir diyalogdan bahsediliyor. En sonunda tabii Hz. Ali ve Hz. Ömer merak ediyorlar, neden hâlâ kalkmadı secdeden diyerek gidip dokunuyorlar. O da o sırada esefle onlara diyor ki; “Ben bütün İslam ümmetinin affı için dua ediyorum, gelecekti, yavaş yavaş olacaktı bu. Niçin gelip beni kaldırdınız?” Hatta kitapta şöyle bir ifade vardır: Evs ve Hazrec kabilelerinin koyun ve develerinin tüyleri kadar ümmetin af olunduğu gibi bir tarif var. Dediğim gibi, bunların hepsi temsili olabilir, tarif olabilir ya da bizim küçük akıllarımızın alması için yapılan benzetmeler olabilir. Ne olursa olsun ortada bir gerçeklik var. Anne sözü dinlemenin insana peygamber hırkası giydirdiği gerçekliği.
Veysel Karanî’nin vefatından sonra kimler muhafaza ediyor Hırka-i Şerif’i?
Veysel Karanî hiç evlenmiyor. Yaşlı ve gözleri görmeyen annesine bakmakla yükümlü kılıyor kendisini. Evlenmediği için de kardeşi Şehabettin Sühreverdi El-Üveysi’ye geçiyor bu emanet vefatından sonra. Nesiller boyu ailede bu şekilde tevarüs ile devam ediyor. Tabii bu emaneti bünyelerinde barındırdıkları için yaşadıkları yerlerdeki savaşlar ve çatışmalar dolayısıyla sürekli yer değiştiriyorlar. Kuzey Irak, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu derken en sonunda Aydın Kuşadası’na geliyorlar ve orada Hacı Lolo diye bir mevkiye yerleşiyorlar. Aile burada yaşarken tabii eğitim noktasında üst seviyede olan aile efradı da var. Büyüyorlar, tanınıyorlar. 1611 yılında Sultan I. Ahmet, muhtemelen sadrazamlarından birinin vesilesiyle aileden haberdar oluyor ve İstanbul’a davet ediyor. 1611 yılında aile İstanbul’a geliyor ve kendilerine bir mekân arayışına giriyorlar. Ancak sürekli ev değiştiriyorlar. Sürekli ev değiştirmelerinin sebebi de emanetin onlara verdiği mesaj. Ya ev sallanıyor ya bir şey oluyor, aile muhakkak bir şekilde emanetin orada huzur bulmadığını anlayıp sürekli ev değiştiriyor. Ta ki Hırka-i Şerif Camii’nin şu an olduğu yerde bir evde huzura erinceye kadar. Burada ev tutuluyor, yaşamaya başlıyorlar ve ellerinde böyle kıymetli bir emanet olduğunu bilen halk evde ziyaret etmek istiyor. Ev bu ziyaretler için yeterli gelmeyince, 1780’lerde I. Abdülhamit tarafından caminin avlusunda ilk ziyaretgah dediğimiz, hattatından tuğrakeşine kadar dönemin tüm ileri gelenlerinin emeğiyle bir mekân yapılıyor. Kare biçiminde basık kubbeli bir yapı. İçeride Mehmed Es’ad Yesârî’nin bir kuşak yazısı var. Dışarısında Osman el-Üveysi’nin şiirini yazdığı bir yazı var. Girişinde hattat Rakım’ın tuğrasını çektiği bir giriş kitabesi var. O yüzden çok kıymetli bir yazı müzesi gibi gerçekten orası. 1800’lerde orası da yeterli gelmeyince II. Mahmud tarafından yenileniyor. Hatta bunlardan daha önce Çorlulu Ali Paşa bir mekân yaptırıyor. Akseki Camii Sokağı’nda çeşmesi var zaten. Muhtemelen şimdi kız Kur’an Kursu olarak kullandığımız yer Hırka-i Şerif’in ilk ziyaret ettirilmesi için yaptırılan yerdi. İlk ziyaretgâh da yetmiyor zamanla ve Sultan Abdülmecid, dönemin ekonomik koşulları zor olmasına rağmen tamamen kendi ceyb-i hümâyunundan caminin yapılmasına karar veriyor ve 1847 yılında caminin yapımına başlanıyor. O sırada emanet Yavuz Sultan Selim Camii’ne transfer ediliyor. Orada da aile için yine bir konak tutuluyor ve ziyaret devam ettiriliyor. 1851’de caminin yapımı bitince Hırka-i Şerif Camii’ne nakledilmesi gerekiyor emanetin. Bir arabaya konuluyor taşınması için ama atlar hareket etmiyorlar, ta ki aile efradından birisi o arabaya bininceye kadar. Daha sonra emanet camiye geliyor. Sultan Abdülmecid ile aile arasında bir anlaşma var. Özetle ifade edecek olursam Sultan, ben camiyi yaptıracağım siz de burada ziyaret ettireceksiniz ve muhafaza edeceksiniz şeklinde bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşmaya binaen cami yapılıyor. Aynı zamanda ailenin yaşaması için bir konak ve emaneti korumakla görevli bir bölük jandarma için de bir kışla binası yapılıyor. 1851‘deki öngörünün yüksekliğine bakar mısınız? 1851’de böyle bakılırken, emaneti korumak için bizim ilk canlı güvenlik almamızın tarihi 2000-2001 yılıydı.
1611’de geliyorlar dediniz İstanbul’a. Öncesinde de yine ziyarete açılıyor muydu yoksa sadece muhafaza mı ediliyordu?
Yok, muhtemelen yalnızca bilenlere, yani evlerine gelenlere açıyorlar. Biliniyordur zaten, en azından mahalleli tarafından ve ziyaret ediliyordur.
Peki korunmasına yönelik çalışmalar olmuş mu o zamandan bugüne kadar?
Camiye gelinceye kadar kendilerince -bizim halk arasında kırk bohça dediğimiz yöntemle- saklamış olduklarını düşünüyorum. Çünkü gerçekten o kırk bohça sağlıklı bir saklama koşulu. Kat kat örtmeler emanetin korunmasında iyi bir muhafaza yöntemi. Çünkü ısı ve ışık dengesini koruyor.
Şimdiki yerine taşındıktan sonra nasıl muhafaza edildi?
Gümüş kaplama ahşap bir sanduka içerisinde ve bohçalar içerisinde saklanıyordu emanet. Altında bir sehpası var, onun üzerine sandıkta açılıyor ve o şekilde ziyaret ettiriliyor. Rahmetli Haşim Köprülü, emanet çıplak kalmasın, insanların nefesleri direk temas etmesin diye üzerine bir cam parçası kestiriyor onu koyuyor. Şimdiki gibi bir düzenek yok tabii. Gelip giderken insanlar yakınından, dibinden geçiyorlar, elleyip dokunmasınlar vesaire diye tedbir olarak üzerine ayaklı bir cam parçası koyuyor. Hırkaya da temas etmeyecek, biraz üzerinde duracak şekilde. Tabii bu emanet, manevi kıymetini bir yana koyup müzecilik açısından bakarsak ünik bir eser bizim için. Yıllar içerisinde nem, ısı ve ışık koşullarına maruz kalmış. Yıllar içerisinde sağlıklı koşullarda saklanmayan, bir ay boyunca binlerce insanın nefesine maruz kalan emanet zamanla yıpranıyor. Bu kaçınılmaz bir durum.
Bildiğimiz kadarıyla 15 yıl kadar önce restore edildi emanet. Bu restorasyon süreci nasıl gerçekleşti?
Rahmetli Nuriye Köprülü Hanım, 57. kuşak kendisi, Haşim Köprülü Bey’in de eşi aynı zamanda, emanetteki yıpranmayı fark edince bir restorasyon çalışması başlatmak istiyor. 2002’lerden bahsediyorum. Ülkemizde müzeciliğin ayaklar altında gezdiği, güvenlik, koruma tedbirlerinin asla bilinmediği, tekstil hususunda en azından bilinen bir uzmanımızın olmadığı, bu noktada bir teşebbüsümüzün dahi bulunmadığı yıllardan bahsediyoruz. Dolmabahçe Sarayı’ndan bir beyefendinin girişimi oluyor, ona müsaade ediyorlar ama Nuriye Hanım onun çalışma tarzını beğenmediği için çalışmayı durduruyor. Emanet 2010 yılına kadar o şekilde ziyaret ettirilmeye devam etti. Tabii yıpranma da ilerledi. 2010’da Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt’ın bir ziyaretinde bizler tekrar bu temennimizi dile getirdik. Yusuf Bey’in yönlendirmesiyle, İl Özel İdaresi’nden rahmetli Sabri Kaya’nın da gayretleriyle iyi bir bütçeyle Hırka-i Şerif’in restorasyonuna karar verildi. Bunun için yurt dışından üç ekip getirildi. Yanılmıyorsam ikisi İtalya’dan biri de İngiltere’den geldi. Emaneti incelediler ve raporlarını yazdılar. Bu noktada İtalya’dan gelen Marina Zingarelli Hanım’ın raporu aileyi ikna ettiği için onun bu çalışmayı devam ettirmesini arzu ettiler. Firma olarak Hilmi Şenalp Bey’in kurucusu olduğu Hassa Mimarlık tercih edildi. Marina Hanım da zaten emanetimize dokunmadan önce gene yeryüzündeki en eski tekstil parçalarından birine müdahale etmiş birisiydi. Tek başına yaptı bu işi. Üç aylık bir süresi vardı çünkü Ramazan’a yetişmesi gerekiyordu. Zaten bir önceki yıl emanet tamamen açıldığı için tekrar kapanıp sandukasına konulmasın diye o yıl ziyaret ettirilmemişti. Hatta o günlerde birçok gazete hırka ütülendi, yandı, o yüzden ziyarete açılmadı gibi saçma sapan haberler yapmıştı.
Ne tür işlemler uygulandı restorasyon esnasında?
Marina Hanım öncelikle çok hassas cihazlarla, çok küçük aspirasyon cihazlarıyla Hırka-i Şerif’in üzerindeki tozları vesaire üzerine konan her şeyi vakumladı. Sonra soğuk buhar verilerek kumaşın neminin yükseltilmesi yoluna gitti. Soğuk buharı alınca tabii biraz daha yumuşadı, o kırılganlığı kayboldu emanetin. Sonra üzerine kalın cam ağırlıklar konularak kırışıklıkları açıldı. Tekstil restorasyonunda soğuk buhar verip hemen üzerine bir ağırlık koyduğunuzda uğraştığınız eser dümdüz olur. Marina Hanım bu şekilde milim milim devam etti ve üç aydan daha önce bitirdi çalışmasını. Hatta 1800’lerin sonunda Osmanlı devrinde yapılan müdahaleler dahi alındı o çalışmada. Yani Efendimiz’den (sav) Veysel Karanî’ye nasıl geçtiyse o hale getirildi. Hırkanın iki yüzünün birbirine zamanla yapışmaması için arasına aynı zamanda hacim de kazandıracak bir pet konuldu. Yapılan laboratuvar çalışmalarında Hırka-i Şerif’in kendi boya maddesinin bir çöl bitkisinden olduğu tespit edildi. Araya koymak için hazırlanan ped parça Hırka-i Şerif’in kendi boyar maddesiyle boyandı. Böylelikle emanete değen yerler de aynı nitelikten oldu. Arasına bir kat maket hırkacık daha geçirildi ve böylece biraz daha hacim kazanmış oldu.
Sergilendiği vitrinden de bahseder misiniz biraz?
Önce çeşitli vitrin çalışmaları düşünüldü, bunların çizimleri yapıldı. Ardından karar verilen çizim Almanya'ya gönderildi. Almanya’da hazırlandı vitrin ve geldiğinde vinçlerle içeriye aldık. Bu vitrin kesinlikle hava geçirmeyen, bakterilerden arınmış, kendi iklimlendirme sistemi olan belki de İstanbul’daki ilk vitrindir diyebilirim. Hakikaten çok profesyonel bir müzecilik anlayışıyla yaklaşıldı ve o şekilde de devam ediyor. Vitrin ısısıyla ortamın ısısı birbirinden ayrı. Hem ortamın ısısı ve nemi dengeli bir şekilde kontrol ediliyor hem de vitrinin zaten kendi cihazı var ve o kendi ayarında devamlı bir şekilde çalışmaya devam ediyor. Bu şekilde korunduğunda dışarıdan hiçbir şekilde açıp müdahale etme gereği hissetmiyorsunuz. Çünkü artık hava bile girmiyor içeriye, kendi atmosferinde yaşamaya devam ediyor.
Cami yapıldıktan sonraki ziyaretlerin periyodu da bugünkü gibi miydi, yalnızca Ramazan ayı ile mi sınırlıydı?
Evet, tamamen Ramazan’la sınırlıydı. Çünkü göze maruz kalan şey muhakkak surette eskir ve yıpranır. Nazar dediğimiz gerçek bir şey yani. Bakışın bir etkisi var ve bu kıymetli eserlere, emanetlere kesinlikle zarar veriyor. 58. kuşaktan Gülden Hanım’dan öğrendiğime göre eskiden Ramazan’ın 15. günü açılırmış. Öğlen namazıyla ikindi namazı arasında ziyaret ettirilirmiş. Kendi çocukluğu döneminden bahsediyor Gülden Hanım. Sonra gene Ramazan’ın 15’inde açılıyor ve tüm gün ziyaret ettiriliyor. 1980’lerde nüfusun artması, ziyaretçilerin kalabalıklaşması sebebiyle de Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir kararla Ramazan’ın ilk cuma gününe alınıyor açılış ve sabahla akşam saatleri arasında ziyaret ettiriliyor. Yalnızca Kadir Gecesi, teravihten sonra görevli personelin sahur yapacağı kadar bir zaman bırakılıyor. Teravihten sonra, yaklaşık gece saat 3’e kadar devam eden bir ziyaret periyodu oluyor.
Ziyaretçi profiliyle alakalı neler söyleyebilirsiniz?
Yaz mevsimlerinde benim gördüğüm gurbetçilerimizin çoğunun memlekete gelişlerini Ramazan’a denk getirmeleri. Tabii Ramazan’ı burada idrak etmek onlar için daha farklı olduğundan yazları turist sayısında da bir artış oluyor. Ama buradan feyizlenen kişiler ne zaman olursa olsun bunu bir periyot olarak hayatlarına yerleştirmiş durumdalar. Eskiden çok fazla sırada bekliyorlardı insanlar ziyaret için. Biz bir düzenleme yaptık. İnsanların beklediği yerdeki sırayı daraltıp tek sıra haline düşürdük. Böylelikle bu sistemde en fazla yarım saat kadar bekliyorsunuz, hatta o kadar bile sürmüyor. Ben çokça sıraya girip bunu kendim bizzat denemişimdir, ne kadar sürede girip çıkıyor bir insan diye bu şekilde bakıyorum. Tabii insanlar orada durdukları, bekledikleri kadar, o heyecanı giderecekleri derecede önünde duramıyorlar emanetin. Hem bakıp hem yürümelerini telkin ediyoruz. Mümkün mertebe konuşmamaya çalışıyoruz, çünkü büyük bir heyecanla geliyorlar buraya. Hiç unutmam, bir sabah kıymetli komşumuz Kenan Gürsoy Hoca’yla avluda rastlaşmıştık. Sohbet ederken aile efradı geldi, muhafız ailemiz, onlar açtılar emaneti. Ben de hocamıza, hocam buyurun ziyarete geçebiliriz biz de ailemizin arkasından dedim. Hoca bana şöyle demişti: “Müsaade ederseniz ben sıradan girmek istiyorum çünkü onun atmosferi başka oluyor. Orada manen kendimizi hazırlıyoruz” demişti. Oraya girdiğinizde gerçekten yüreğiniz titriyor ve burnunuzun direği sızlıyor o salavat sesleri arasında. Farklı bir ambiyansı var hırka dairesinin. Yine bir gün ziyaretçiler hırka dairesinde ilerliyor, tabii biz de o şekilde telkinlerde bulunuyoruz. Ben de yine sıradayım ve önümde bir hanımefendi var. İlerledi ilerledi ve bir yerde durdu. Ben de dedim ki hadi hanımefendi ilerleyelim tıkanıyor sıra. Bana döndü ve dedi ki ben çok uzaktan geldim biraz daha kalabilir miyim? Nereden geldiniz diye sordum, Kanada’dan geldim dedi. Tabii şimdi böyle olunca kıyamıyorsunuz, yardımcı olmaya çalışıyorsunuz.
Son yıllarda, İslam’ın aşırı yorumlarını içselleştirmiş bazı kişilerin kandil gecelerine, mukaddes emanetlere vs. düşmanca yaklaşımları oluyor. Hırka-i Şerif özelinde bu tür can sıkıcı durumlarla karşılaştınız mı hiç?
Hayır. Buraya gelen herkes ne yaptığının farkında. Biz sadece Efendimiz’i (sav) biraz daha yakın hissetmek, O’na duyduğumuz hasreti emanetin gölgesi altında biraz daha gidermek adına ziyaret ediyoruz ve herkes bu duyguyla geliyor. Hiç böyle yadırgayacağımız tavır ve davranışlar içine giren kimseyle karşılaşmıyoruz. İnsanlar büyük bir edep içerisinde sırada bekliyor. Hiç kimseyi bir yere girerken dakikalarca sırada bekletemezsiniz, bekleyeceği şeyin beklediği zamana değmesi gerekiyor değil mi? Ama insanlar burada beklemeyi bile mutlulukla yapıyorlar ve ben o insanlara baktığım zaman, bazen sokağa çıkıp sırayı düzenlemek icap ettiğinde gözlerim doluyor inanın.
Ayrıca eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Hepimiz insanız, ziyaretçilere karşı bir kusurumuz, eksiğimiz oldu ise büyüklükle bizi affetsinler, bunu bekleriz. O’nun adı geçince yüreği titreyen, gözleri nemlenen insanlardan oluruz inşallah. Ve ona yaraşır bir ümmet oluruz. Hep beraber sancağı altında buluşanlardan oluruz. O’na layık olmayı nasip etsin Rabbimiz inşallah.