"Biz halk ettik sizi…"
Başlangıcımıza işaret ediyorsun. Hep unuttuğumuz gerçeğe. Yokluğumuzun varlığımızdan çok olduğuna. Eksikliğimizin bir yerde Senin dilemenle kesildiğine. Başladığımız yeri haber veriyorsun. Önemsenmediğimiz, yok sayıldığımız o uzun devrin sonunu hatırlatıyorsun. Yok değil; varız artık. Sen var kıldın diye buradayız. Sen varlığımızı yokluğumuza tercih ettikten sonra ancak yokluktan ve varlıktan söz edebildik.
Yok olanın yokluğundan haberi olur muydu hiç? Âh!
Öncesini bilemediğimiz bir 'önce'de başladı yaratılışımız. Bir 'şey' diye anılmaya değer görülmediğimiz eşikte karar altına alındı varlığımız. Sen 'sen' deyince var oldu 'ben'liğimiz. Karanlıkları karanlığa düşüren 'yokluk'tan çekip aldın da yokluğumuzun uçurumuna baktırdın göz ucuyla. Ki "Biz halk ettik sizi…" dediğini duyuşumuzu Senin bizi halk etmene borçluyuz. Şimdi sözünü işitiyor oluşumu, sözünün doğruluğunun belgesi.
Görünmeyişimizi görmenle başlamış halk edilişimiz. Karanlıklar içindeki karalığımızı nasıl da öyle itinayla tutuvermiş beyazları da aklayan rahmetin. Belli ki görünmeye değer gördüğün için görür ve görünür kılmışsın bizi. Her an yeni gözlerde yeniden yer almak üzere yaratmaktasın yüzlerimizi. Önce kendi nazarında başköşeye koymuş olmalısın ki hakkımız değildi. Önce Senin bakışına değmeye değer görmüşsün bizi ki istemesini bile bilmezdik. Başımıza gelen bu eşsiz güzelliği tasavvur etmeye güç yettiremezdik. Bu benzersiz 'devlet kuşu'nun kanat uçlarından en hafif bir tüye bile dokunamazdı hayallerimiz. Hayal eden bir insan olmak, olmayan aklımızın olmayan ucundan geçemezdi.
'Siz' demeyi lûtfettiğin için 'biz' diyoruz kendimize 'biz'. 'Biz' kendimize 'biz' diyemez haldeyken ciddiye aldın 'biz'i. Ey Rabbimiz, Senin bakışın kadar biziz biz. Fazlası değil. Ötesine yüzümüz yok. Böyle biliriz kendimizi. İmkânsızdık biz; sade Senin mümkününüz şimdi.
"…sonra suret verdik."
Ve sonra suret lûtfettin. Biçim verdin. Her an biçimlendirmektesin. Memnunuz bizi koyduğun halden. Aynalar tanık memnuniyetimize. Aynalarda sevdiğimiz aslında Senin hakkımızdaki takdirin. Aynalarda gördüğümüz Senin bize 'siz' diye bakışın. Senin dileyişinin güzelliğine ayinedir suretlerimiz. Senin bizi görmek istediğin hâlde durur yüzümüz. Bizim görünmemizi dilediğin çizgilerde yoğruluyor tenimiz. Kimliğimiz diye açık ettiğimiz, Senin verdiğin surettir. Yok başka seçeneğimiz. Ki en iyisi bu. En güzeli. En ahseni.
Senin nazarının değdiği yerde çizgileniyor simamız. Her birimizi biricik bildiğinin belgesi olarak gezdiriyoruz yüzlerimizi. Başka gözlere seve seve gösterdiğimiz, Senin bizi görmeyi dilediğin hâldir. Belli ki utandırmak istemiyorsun bizi. Çirkin hallerde kalmamızı istemiyorsun. Ki öbür türlü dilesen itiraz edebilir miydik? Tiksindirsen yüzlerimizden, aynalardan ölesiye kaçar olsak, kim bize yüz verirdi? Kime yüzümüz tutardı ki? Kendimizden uzakta yaşamanın yollarını aramaya çıkmaz mıydık?
"…sonra da melâikeye dedik ki 'Âdem için secde edin!' Hemen secde ettiler."
İlk, Âdem'de görünür oldu yüzümüz. Bizi 'insan' diye dileyişinin kristal hâli oldu Âdem. Çamuruna cevher sakladığın sanat Âdem. Kul olmayı seçerek kul olmanın tohumuna toprak Âdem. Zorla değil, ister istemez değil, bile isteye itaat etme zevki Âdem. Gönüllüce secdenin, aşk ve şevk ile Rabbe dönüşün adresi Âdem.
Meleklerden secde isteyişin, Âdem toprağında saklı o cevher adına. Meleklerden hayranlık bekleyişin, Âdem'in suretinde açığa çıkan takdirinin büyüklüğüne işaret içindir. Elbet secde edeceklerdi. Âdem'e değil, Âdem'de saklı adamlık hatırına Sana. Sadece Sana. Senin takdirine. Suretimiz üzerinden Senin sanatına. Görünmelerimiz üzerinden Senin tasvirine, takdirine, dilemene, vermene... Suretimizin sırladığına.
"…ama iblis secde edenlerden olmadı."
Değerin inkârı böyle başladı. Gözünden düştük iblisin. Ki hiç gözüne giremezdik. Topraktan yaratılmışız bir defa… Kendi ateşliğine yaslanıp topraklığımızı küçümseyenin gözüne girmek için baştan ayağa ateş olsak ne fayda! Surete takılanların nazarında itibar kazanmak için suretlere asılmalı insan. Ki suretler geçici. Görüntüler bivefâ.
O gün bugündür, iblisin bakışına aldanır olduk. Suretinin aslını unutup kendimizi görünmelerde var kılmaya kalktık. Başkalarının gözünde yer tutmak için ne çok yokuşta susadık! Birbirimize iblisin gözünden bakar olduk. Çoğunluğun beğenisini kazanmak için nelerimizi kaybettik, ne asıllardan vazgeçtik! Çamurda kaldı bakışlarımız. Kabuğa kandı. Cevheri göremedi. Özü takdir edemedi. ‘Asl’a varamadı.
Oysa Senin “bak” dediğin yerde, çamur diye görünsek de cevherimiz asıldır. Senin “gör” dediğin açıdan, günah içinde de olsak, günahı günah bilişimiz ardır. Senin nazarında, hatasızlığımız değil hatamızı hata diye itiraf edişimiz kârdır. Düştüğümüzde biz, gözünden düşürmezsin bizi. Yanıldığımızda biz, yanından ayırmazsın bizi. Kir pas içinde kaldığımızda, yakınlığından uzaklaştırmazsın bizi.
Âdem'e secde eden meleklerin itaati, Senin bize bakışının nişanesi… Unutmayalım diye tekrar tekrar hatırlatıyorsun o sahneyi. İblislerin baktığı yerde değil, Senin ve meleklerin baktığı yerde bekliyorsun bizi.
Kirimize değil, kire bulaşmış saflığımıza bakıyorsun. Yüzümüzün kızarıklığı ile tartıyorsun bizi. Düşmana göre kaybımız iken hatamız, hatamızla kazanmak istiyorsun bizi. Yok olma bahanemiz iken kusurlarımız, kusurlarımız üzerinden terbiye ediyorsun bizi. Mahcubiyetimizle değer yüklüyorsun bize.
İşte, Rabbim, dediğince, biz, görünmelerden vazgeçtik, olmalara adadık suretlerimizi. Bizi secde etmekten alıkoymayacak ne ateşli heveslerimiz ne topraktan kazandıklarımız. Meleklerin durduğu yerdeyiz. Secdede… Âdem'ce bir mahcubiyetle…