Bir Merhamet Mürebbisi: Hz. Muhammed (sav)

12 Kasım 2017

En Zor Anlarında Bile

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Cenab-ı Hak tarafından kendisine bahşedilen şefkat, merhamet ve sevgi dolu yüreğiyle insanlık âlemi için hep ümitvar olmuştur. Kendisine zulmeden insanlara bile lanet etmemiş, onların helaki için beddua etmesi teklif edildiğinde her defasında şu cevabı vermişti: “Hayır, ben lanet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim.” (Müslim, Birr, 87.) Onun insanlar hakkında beslediği bu duyguların en çarpıcı örneği Taif yolculuğu esnasında yaşanmıştı. Taif’teki yakınlarından destek almak ve bir anlamda onları vasıta kılarak tebliğini insanlara ulaştırmak maksadıyla, yanında manevi oğlu Zeyd b. Hârise ile birlikte bu şehre doğru yola çıkan Sevgili Peygamberimiz, İslam dinini anlatmaya çalıştığı Taiflilerden sert tepkiler görmüş, şehir halkının tahrikiyle çocukların taş yağmuruna hedef olmuştu. Zorlukla bir bahçeye sığınan Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz, yorgun ve bitkindi. Dahası, kaybettiği eşi ve amcasının acısı hâlâ yüreğini kanatıyordu. Hüzün üstüne hüzün yaşadığı bu anlarda ellerini açıp şöyle yalvardı Rabbine, sonradan gelecek ümmetine örnek olacak tazarru ve niyaz cümleleriyle… “Allah’ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlar tarafından hor ve hakir görülüşümü Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi!.. Herkesin zayıf görüp üzerine yüklendiği çaresizlerin Rabbi Sensin… Eğer bana karşı bir gazabın söz konusu değilse, başıma gelen bu belalara, çektiğim bu sıkıntılara aldırmam!... Ancak Senin rahmetin bunları da göstermeyecek kadar geniştir...” (İbn Hişam, cilt 2, s. 68.)

Duasından sonra kendilerine üzüm ikram eden Addas isimli bir kölenin imanına vesile olan Rasûl-i Kibriyâ, karşılaştığı muameleden dolayı buruk bir şekilde Mekke’ye doğru yola çıktığında vahiy meleği Hz. Cebrail gelerek şöyle dedi: “Allah, insanların senin hakkında söylediklerini işitmiştir. Onların seni korumaya yanaşmadıklarını da biliyor. Sana, dağların sevk ve idaresinden sorumlu şu meleği gönderdi. Ne istersen emrine amadedir.”

Melek, Peygamber Efendimiz’e selam vererek şöyle dedi: “Ey Muhammed! Evet, ben bunun için buradayım. Sen istersen eğer, şu iki yalçın dağı üzerlerine çöktürüp onları helak ederim. Emredersen eğer, bunu hemen yaparım…” Eşsiz şefkatin ve merhametin timsali Rasûl-i Ekrem Efendimiz, o günden bugüne tüm tarih kitaplarını süsleyen güzellikteki ifadesiyle şöyle buyurdu: “Hayır! Bunu kesinlikle istemem. Ben; Rabbim’den, onların neslinden gelecek insanlardan, sadece Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil lutfetmesini diliyorum.” (Buhari, Bed’ül Halk, 7.)

Bir zamanlar, kendisiyle alay eden toplumunun eziyet ve işkenceleri karşısında, “Rabbim! Ben gerçekten yenildim artık. Ne olur bana yardım et! (Kamer, 10.) diye yalvaran Hz. Nuh (as) misali, Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz de aynı şekilde içinde bulunduğu çaresizlik hâlini Rabbine arz etmişti. Ancak Hz. Nuh (as), duasının devamında “Rabbim! Şu inkârcılardan bir tek kişiyi bile yeryüzünde bırakma, onların tümünü helak et.” (Nûh, 26.) derken, şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz, ondan farklı bir tavır göstererek, kendisini taşlayan toplumunun helak edilmesi teklifini kabul etmemişti… Çünkü O, “âlemlere rahmet” olarak gönderilmişti.

Sevgili Peygamberimiz, yavrusunun da yeterince beslenebilmesi için hayvanın sütünün tamamen sağılmaması hususunda uyarılarda bulunmuş ve bir defasında keçisini sağmakta olan bir adama rastlayınca, “Aman, yavrusu için de süt bırak” diye tembihlemişti. Bir başka gün rast geldiği bir deveyi, açlıktan karnı sırtına yapışmış bir halde görünce dayanamamış ve şu uyarıda bulunmuştu: “Bu dilsiz hayvanların haklarını verme hususunda Allah’tan korkun.”

Şefkati, Can Taşıyan Her Varlığa

İnsanlara karşı böylesine bir şefkat ve merhamet sahibi olan Sevgili Peygamberimiz, can taşıyan hayvanlara karşı da aynı duygulara sahipti. Aşağıda aktaracağımız hatıralar, bu konuda asırların eskitemeyeceği güzellikle ışıldayıp duruyor karşımızda.

Çok farklı alanlarda inkılaplar gerçekleştiren Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hayvanlara muamele konusunda da toplumunda önemli bir değişimin yaşanmasını sağlamıştı. Çoğu cahiliye döneminden kalan; hayvanları dövüştürmek, işkence ve eziyet etmek, hayvanların yüzünü dağlamak gibi davranışları yasaklamış, onları canlı nişan hedefi haline getirenleri ise lanetlemiştir. Yine, develer üzerinde uzun uzun şiir okuma yarışmaları yapılmasına karşı çıkarak, “Allah, bu hayvanları sizin hizmetinize yalnız güçlükle gidebileceğiniz yerlere rahatça ulaşabilesiniz diye tahsis etti. Yeryüzünü de sizin için yarattı. Bu sebeple diğer ihtiyaçlarınızı yeryüzünde giderin.” (Ebu Davud, Cihad, 61.) diyerek, hayvanlara eziyet vermeyi uygun görmemiştir.

Zevk için avlanıp sonra hayvanı bir kenara atmayı “haram” olarak nitelendiren Şefkat Peygamberi’nin şu uyarısı ne kadar anlamlıdır: “Haksız yere bir serçeyi veya daha küçük bir hayvanı öldüren insandan Allah bunun hesabını mutlaka soracaktır.” (Nesai, Dahaya, 42.) Manevi torunu sayılan Üsâme b. Zeyd’e yaptığı tavsiyede de aynı hassasiyeti görmekteyiz: “Üsâme! Senin sorumluluğunda olan hayvanlar konusunda aman dikkatli ol! Yoksa kıyamet gününde onlar tarafından Allah’a şikâyet edilirsin.”

Hayvanlara şefkatle muamele konusunda Sevgili Peygamberimiz öylesine hassastır ki sırf onlara acı vermeleri ihtimaline karşı, hayvan sağan kimselerin tırnaklarına özen göstermelerini ve mutlaka tırnaklarını muntazaman kesmelerini emretmişti. Öte yandan yavrusunun da yeterince beslenebilmesi için hayvanın sütünün tamamen sağılmaması hususunda uyarılarda bulunmuş ve bir defasında keçisini sağmakta olan bir adama rastlayınca, “Aman, yavrusu için de süt bırak” diye tembihlemişti. Bir başka gün rast geldiği bir deveyi, açlıktan karnı sırtına yapışmış bir halde görünce dayanamamış ve şu uyarıda bulunmuştu: “Bu dilsiz hayvanların haklarını verme hususunda Allah’tan korkun.” (Ebu  Davud, Cihad, 44.)

Peygamberimiz’in konuyla ilgili hassasiyetine şahit olan ve onun müstesna terbiyesinde yetişen ashab-ı kiramda bu tavsiyeler anlamlı bir yankı bulmuştu. Sözgelimi kaynaklar, Hz. Enes (ra)’den şu sözleri nakletmişti: “Bizler seyahat esnasında bir yerde konakladığımızda develerimizin üzerindeki ağırlıkları indirmeden ne namaz kılar ne de yemek yerdik!..” Yine tarihe not düşen tarihçiler, ecdadımızın uzun bir göç yolculuğu yapan yaralı ya da bakıma muhtaç leyleklerin ve diğer kuşların bakımı ve tedavisi için “Gurebâhâne-i Laklakân” isimli kuş bakım evlerinin ve bu evlerin giderleri için vakıfların kurulduğunu zikrederler.

Tüm bunlar, merhamet mürebbisi Hz. Muhammed (sav)’in, getirdiği ilahi mesajlar ve hadis-i şeriflerinin topluma ve tarihe yansımalarıdır.

Şayet bir mümin, Sevgili Peygamberimiz’in bu tavsiyeleri doğrultusunda onlara şefkatle ve merhametle davranarak kendisine hizmette bulunan kişinin ücretini tam öderse, ona ayrıca ikramlarda bulunarak hoşnut kılacak olursa işte o kişi, asırlar sonra Nebiyy-i Muhterem’in yolunda gidebilmeyi, Hz. Ebu Zer ve Hz. Ömer gibi olmayı başarabilen bahtiyar kullar arasına girebilir diyebiliriz.

Peygamberimizin hizmetçilere Şefkati

İnsanlar dünyaya hür olarak gelirler. Fakat toplumlar ve sistemler, bazı dönemlerde hür insanları köle olarak sınıflandırır ve çoğunlukla onlara zulmederler. İslam dini, tüm insanlık âlemine Sevgili Peygamberimiz ile gönderildiği esnada, Bizans ve İran gibi önemli medeniyetler de dahil olmak üzere, Arabistan yarımadasında kölelik tüm katı kurallarıyla hüküm sürmekteydi.

Arapların anlayışında, bir kölenin hayatı boyunca kölelikten başka seçeneği yoktu. Böyle bir ortamda insanlığın kurtuluşu için gönderilen İslam ve onun Yüce Peygamberi, kölelik müessesesini tedricen ve fakat bir daha dönmemek üzere kaldırmıştır diyebiliriz.

Sevgili Peygamberimiz’in bu başarısında onun “Âlemlere rahmet” olma özelliği yanında, bizzat örnek oluşu, konuyu sık sık gündeme getirmesi ve uyarılarda bulunması önemli bir rol oynamıştır. Diyebiliriz ki O'nun kölelik konusundaki hassasiyeti, vefatından önce yaptığı şu son vasiyetinde de müşahede edilmektedir: “Elinizin altında bulunan kölelerinizin hakları konusunda Allah’tan korkun…”

Uzun yıllar topluma yerleşmiş, kök salmış bir uygulamanın bir anda sökülüp atılmasının mümkün olmayacağını hepimiz biliriz. Gerek savaş esiri olarak gerekse satın alınma yöntemiyle hürriyetini kaybeden kimselerin yeniden hürriyetlerine kavuşabilmeleri hususunda Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in birtakım uygulamaları olmuştur. Onun bu uygulamalarının birçoğu kendisine Kur’ân-ı Kerîm’de emredilen ayetlere dayanmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de, insanların kölelikten kurtulması hususunda teşvik edici pek çok ayet bulunmaktadır.

Rasul-i Ekrem Efendimiz insanların hürriyetlerine kavuşturulması ve bir kölenin hayatı boyunca köle kalamayacağı hususunda ilk örneği kendi hayatında gösterdi insanlara… Kölesi Zeyd b. Harise’yi hürriyetine kavuşturup manevi evladı olarak ilan etti. Bu uygulamasının ardından, “Bir kimse mümin bir köleyi özgürlüğüne kavuşturacak olursa, Allah Teala da o kölenin her azası karşılığında kendisinin bir azasını cehennemden kurtarır.” (Buhari, Itk, 1; Müslim, Itk 24.) müjdesinde bulunmuştu. Bu tavsiye Hz. Ebubekir (r.a.) gibi zengin sahabeleri teşvik etmiş ve aralarında Hz. Bilal ve Hz. Süheyb gibi meşhur sahabelerin de bulunduğu yaklaşık kırk kişi, onun sayesinde hürriyetlerine kavuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz insanların hürriyetlerine kavuşmaları hususundaki bu gayretlerine devam ederken bir taraftan da herhangi bir kişinin yanında hizmetçi/işçi olarak çalışan köle ve cariyelere iyi davranılması konusunda uyarılarını sık sık tekrarlardı. “Onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin hizmetinize vermiştir. Kim bir hizmetçiye sahip ise ona kendi yediğinden yedirsin, kendi giydiğinden de giydirsin. Gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemesin ya da bu konuda ona yardımcı olsun.” (Buhari, İman, 22; Ebu Davud, Edeb, 133.) RasÛl-i Ekrem Efendimiz’in bu tavsiyeleri ashab-ı kiram arasında son derece etkili oldu. Gün geldi, Hz. Ebu Zer (ra) güzel bir elbiselik kumaşı ikiye bölerek hizmetçisiyle paylaştı. Gün geldi Hz. Ömer (ra) Kudüs seyahatinde deveye binme sırası hizmetçisinin olduğu için şehre yürüyerek girdi. Onlar, şartları gereği kendilerine hizmette bulunarak geçimlerini sağlayan ve hayatlarını böylece devam ettiren bu insanları hiç hor görmediler ve verilmesi gereken değerin en güzelini verdiler. Onlar için Sevgili Peygamberimiz’in şu tavsiyesi hep yol gösterici oldu: “Sizler hizmetçilerinize ‘kölem veya cariyem’ demeyiniz. Bilakis onlara ‘oğlum, kızım’ diye hitap ediniz. Onlar da size ‘Efendim’ desin. Çünkü sizler hepiniz kulsunuz. Rabbiniz ise Allah’tır.” (Müslim, Elfaz, 14.)

Sevgili Peygamberimiz’in uygulamalarının ve tavsiyelerinin günümüzdeki yansımalarının neler olabileceği hususunda şunları söyleyebiliriz. Sosyal hayat içinde hizmet üreten, hizmet sunan, böylece geçimini sağlayan insanlar vardır. Resmî ve özel kurumlarda farklı kadro adları altında hizmette bulunan kişiler veya evlerimizde temizlik işlerine yardımcı olanlar vardır. Kırsal kesimlerde geçici süreliğine hizmette bulunan işçiler ya da daimi olarak hizmetçilik görevinde bulunan kimseler de vardır günümüzde. Şayet bir mümin, Sevgili Peygamberimiz’in bu tavsiyeleri doğrultusunda onlara şefkatle ve merhametle davranarak kendisine hizmette bulunan kişinin ücretini tam öderse, ona ayrıca ikramlarda bulunarak hoşnut kılacak olursa işte o kişi, asırlar sonra Nebiyy-i Muhterem’in yolunda gidebilmeyi, Hz. Ebu Zer ve Hz. Ömer gibi olmayı başarabilen bahtiyar kullar arasına girebilir diyebiliriz.

Gözleri görmeyen birine yol göstermek sadakadır. Sağır ve dilsiz durumdaki kişilerin dertlerini anlatmalarına yardımcı olman da bir sadakadır.” buyurarak, Allah’ın rızasına nail olmak için engellilere şefkati, merhameti ve hizmeti tavsiye ediyordu.

Peygamberimizin Engellilere Tesellisi

İnsanoğlu bütün mukaddes dinlerde “değerli” bir varlıktır. Özellikle İslam dini, insanı “yaratılmışların en şereflisi/değerlisi” olarak görmektedir. Çünkü insan, “en güzel yaratılış üzere yaratılmış”, “bedenine Allah Teala tarafından ruh üflenmiş”, böylece ilahî bir nitelik kazanarak yeryüzünde “Allah’ın halifesi” olmayı hak etmiştir. Böylesi bir ayrıcalığa sahip olan insan, gerek yaratılıştan, gerekse sonradan birtakım uzvi/bedeni engeller taşısa bile, yine değerinden bir şey kaybetmiş olmayacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığında pek çok ayet yanında, bir tek Abdullah b. Ümm-i Mektum hadisesini anlatan ayetler bile, İslam dininin engellilere bakış açısını ortaya koymak için yeterli bir örnektir. Hatırlanacağı üzere, Abese suresinin ilk ayetleri, bir görme engelli olan Abdullah b. Ümm-i Mektum’un Sevgili Peygamberimiz’e gelerek İslam hakkında bilgi almak isteyişinden ve sonrasında yaşanan hadiselerden bahsetmekteydi.

Rahmet Peygamberi Efendimiz, kendisini uyaran ve bu konuda şahsında bütün müminler için davranış şeklimizi belirleyen ayetlerden sonra Abdullah b. Ümm-i Mektum’a her zaman ayrı bir ilgi ve yakınlık göstermiştir. Sanki Abese suresi, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in toplumun içinde her asırda, her dönemde var olan/var olacak engellilere yönelik çağlar üstü mesajlarını vermesi için bir vesile olmuştur.

Bizler Sevgili Peygamberimiz’in hayatına ve uygulamalarına baktığımızda net bir şekilde şunları görebiliriz: O, engelli insanlarla bizzat ilgilenmiş, onları güçlerinin yetmediği hususlarda sorumlu tutmamıştır. Yeteneklerine göre birtakım kamu görevleri de verdiği engelli insanların toplum nezdinde saygın kimseler haline gelmesine vesile olmuştur.

Böylece onları, sürekli diğer insanlara muhtaç bir durumda kalmaya mahkûm hale düşmekten korumuş, değer vererek, ilgi göstererek topluma kazandırmaya çalışmıştır. Sözgelimi, durumlarına göre özürlülerin bir işte çalışmasını sağlamak maksadıyla onların ticaret yapmasını kolaylaştırıcı hükümler getirmiştir.

Sevgili Peygamberimiz’in, gözleri görmeyen bir sahabe olan Abdullah b. Ümm-i Mektum’u, Medine dışına çıktığı zamanlarda vekil olarak bırakmış olması da dikkat çekicidir. Böylesi bir uygulama yanında, onun engelli insanlara yönelik teselli dolu ifadeleri ve onlara iyi davranılması hususunda uyarıları da vardır. Gelin, müjdeleyen ve uyaran, bir diğer ifadeyle Beşîr ve Nezîr olan Sevgili Peygamberimiz’in çağları aşan sözlerine kulak verelim: “Allah Teala buyurdu ki ‘İki gözünü alarak imtihan ettiğim bir kulum bu durumuna sabrederse o iki sevgili gözüne karşılık ona cennetimi veririm.’” (Tirmizi, Zühd, 58; Buhari, Merdâ, 7.) Bu ve benzeri müjdelere karşılık şöyle bir uyarıyı da göz ardı etmemeliyiz: “Gözleri görmeyen (âmâ) bir kimseyi yolundan saptırana Allah lanet etmiştir.”

Sevgili Peygamberimiz’in uygulamalarından ve tavsiyelerinden sonra netice olarak şunları söyleyebiliriz: İnsanlara lakap takmak, Hucurat suresinin 11. ayetiyle haram kılınmıştır. Bu sebeple, engelli kişilere “kör, topal, sağır, çolak, aptal, geri zekâlı, deli” gibi ifadelerle hitap etmek ya da onları gıyaplarında bu ifadelerle tanımlamak müminlere yakışmaz! Bu davranış Rasul-i Ekrem Efendimiz’i de incitir. O ki, ümmetine; “Gözleri görmeyen birine yol göstermek sadakadır. Sağır ve dilsiz durumdaki kişilerin dertlerini anlatmalarına yardımcı olman da bir sadakadır.” (Ahmed b. Hanbel, V. 168-169, 154.) buyurarak, Allah’ın rızasına nail olmak için engellilere şefkati, merhameti ve hizmeti tavsiye ediyordu. Bizlere her yönüyle örnek olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatından, günümüzdeki yaşantımıza da yansıması dileğiyle bir asrısaadet hatırası aktararak konuyu tamamlamak istiyoruz.

Ashab-ı kiramdan birinin gözleri neredeyse görmez olmuştu. Namazlarını kılmak için mescide gelmekte sıkıntı çekmekteydi. Kendi evinde kılmak zorunda kaldığı namazlarını gönül rahatlığıyla kılabilmek için Sevgili Peygamberimiz’i evine davet etmek istedi ve ondan şu ricada bulundu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Evime kadar gelip de iki rekât namaz kılabilir misiniz?” Ertesi gün Sevgili Peygamberimiz, yanında sadık dostu Hz. Ebubekir ile birlikte o sahabenin evine gitti ve istediği yerde namaz kılarak onun bu arzusunu yerine getirdi.

Ümmetin üstüne titreyen Sensin
Müjdeci, uyaran, gel diyen Sensin
Kulunu Allah’a sevdiren Sensin,
Gecemi, gündüze çeviren Sensin
Ey Hakk’ın şâhidi yüzünü göster
Kul, şehâdetinle tanınmak ister. [Hayrettin Karaman]