İktisatçı yazar ve akademisyen Mustafa Özel ile “İşgalci ve soykırımcı İsrail’e destek verenleri boykotla durdurabilir miyiz”, “Yahudi sermayesinin dünyadaki gücü nedir”, “İslam ülkeleri Batı hegemonyası karşısında nasıl hareket etmeli” gibi sorular çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirdik.
Filistin işgalinin temelinde ne yatıyor? Neden 20. yüzyılın ortalarından itibaren bu ülkenin Müslüman (kısmen de Hıristiyan) insanları bu acıları çekiyor?
Filistin meselesi, esas itibariyle Kapitalist/Hıristiyan Avrupa’nın vicdan azabını İslam dünyasına ihraç etmesinden kaynaklanan bir “İsrail sorunu”dur. Yahudiler, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu her yerde, hak etsin veya etmesinler, hep Shylock muamelesi göregeldiler. Shakespeare’in Venedik Taciri oyununun baş karakteri Shylock, lanet bir Yahudi tefecidir. Dürüst bir tüccara verdiği borç vadesinde ödenmediği için, borçlunun etinden bir miktar kesilip kendisine verilecek, yani “faizli kredi, kan ile ödenecek”tir! Antisemitik olmakla suçlanan İngiliz şairin dehâsı, aslında binyılların finans deneyimini özetlemekte ve Yahudilerin şahsında bütün tefecileri lanetlemektedir. Modern kapitalizmin hazırlık evresi sayabileceğimiz 16. yüzyılda, “Shakespeare’in oyunu, okumaları yaşadıkları zaman ve mekâna tepkilerinden ve bizzat kendi kişiliklerinden etkilenen birçok okur neslinin tahayyüllerini kapsıyordu.”[1] Faiz yükü altında kan ağlayanlar, Yahudileri günah keçisi saymaktan kendilerini alamıyordu. Eric Auerbach, İstanbul’da yazdığı meşhur eseri Mimesis’te, yüksek ve soylu insanları temsil eden Hamlet, Kral Lear veya Macbeth’in aksine, Shakespeare’in Yahudi tefeci Shylock’u “trajik muameleye layık olmayan düşük bir şahsiyet olarak” kurguladığını belirtiyor.[2] Bu imaja rağmen, Yahudilerin İngiliz toplumunda ve özellikle de başkent Londra’daki varlıkları zaman içinde güçlendi. O kadar ki 1800 dolaylarında “Yaklaşık iki yüz bin Yahudi’nin yaşadığı Londra, şehirli Yahudi hayatının başlıca merkezlerinden biri ve Amsterdam’dan sonra Yahudilerin en kalabalık olduğu şehirdi. … On dokuzuncu yüzyıl boyunca Yahudi bankerler İngiliz devletini finanse ettiler; Yahudiler Britanya İmparatorluğu’nun Orta Doğu ilişkilerinin etkin bir parçası oldular; İbranice ve İbranî İncil, Protestanların modernlikle ilişkilerinde teolojik tutarlılık sağlamalarında merkezî bir rol oynadı ve Yahudilerin içinden Benjamin Disraeli gibi biri, ülkenin önemli başbakanları arasına girdi.”[3]
Yahudi varlığının belirgin olduğu Almanya’da “Yahudi imgesi” daha korkunçtu. Marx gibi demokrat bir toplumcu bile 19. yüzyıl ortalarında, Yahudilere de yurttaşlık statüsü ve oy hakkı verilmesi tartışma konusu yapıldığında şunları yazabiliyordu: “Yahudiliğin dünyevî temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar. Yahudiliğin dünyevî ibadeti? Bezirgânlık. Yahudi’nin bu dünyadaki Tanrısı? Para. Yahudi, paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi suretiyle kendini Yahudice bir biçimde kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır. (Yeni Hıristiyan’ın) putu artık Mammon'dur (servet tanrısı) ve ona sadece dudaklarıyla değil, beden ve ruhunun bütün gücüyle yakarır. Dünya onun için bir borsadan başka bir şey değildir. Bezirgânlık ruhu çarpmıştır onu. Para, İsrail’in kıskanç tanrısıdır, önünde başka hiçbir tanrının duramayacağı tanrı. Yahudilerin tanrısı dünyevileştirilip bütün insanların tanrısı haline getirildi. Hıristiyanlık Yahudilikten doğdu, şimdi ise Yahudiliğe geri dönmüştür. Yahudi’nin toplumsal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten kurtarılmasıdır.”[4]
Yirminci yüzyılın iki “dünya” savaşı, aslında “Yahudileşmiş” yani “İsrail’in kıskanç tanrısı” paranın hükmü altına girmiş Avrupa ulusları arasındaki paylaşım savaşlarıydı. Bu savaşların bir tarafındaki Almanya, Yahudilikten kurtulma iradesini fazla zorlayınca, ortaya insanlık tarihinin büyük soykırımlarından biri (belki en büyüğü) çıktı. Ne var ki savaşı kazananların da Yahudi karşıtlığı bağlamında sicilleri parlak değildi. Dolayısıyla, vicdanlarını temizlemek adına, Siyonist projeye desteklerini zirveye çıkardılar. Böylece asırların Yahudi sorunu bir Hıristiyan Avrupa sorunu olmaktan çıkarılıp, bir Müslüman Orta Doğu sorunu haline getirildi.
7 Ekim’de başlayan saldırılar, topyekün bir soykırım ve sürgüne dönüştü. Bizimse elimizden dua ve beddua dışında, sadece Siyonist rejime açık destek veren marka ve şirketleri boykot etmek gelebiliyor. İktisat perspektifinden baktığımızda, etkili bir boykotun sermayeyi hizaya getirebileceği söylenebilir mi?
Küresel bir ekonomide, her türlü boykot ancak kısa vadede etkili sonuçlar doğurabilir. Orta ve uzun vadede ise esas olan küresel kapitalizmin putlarına tapınmaktan vazgeçme iradesini gösterebilmemizdir. Kapitalist, malı değil, müşteriyi üretir. Marka, moda ve bunları zihnimizde kökleştiren reklam, sistemli bir boykotun asıl hedefi olmalıdır. Küresel toplumun Cahiliye Mekke’sinden farkı yoktur: Kâbe gibi değerli sayılan alışveriş merkezlerimizde 360 kadar put (markalı ürün) bulunmakta ve 7/24 bunları vecd içinde tavaf etmekteyiz. Kısa vade boykotları, markalara değil, onlar arasında şu anda tarihin en büyük soykırım ve soygunlarından birini yapan Siyonist İsrail devletine açık destek veren şirketlere yöneliktir. Elbette haklı bir siyasettir ve birtakım sonuçlar doğuracaktır. Ama marka bağımlılığımız devam ettiği müddetçe, fazla vakit geçmeden işler normale dönecek ve eski hamam eski tas oluverecektir.
Peki, günümüz ekonomik düzenini oluşturan karmaşık ilişkiler ağı içerisinde (tedarik, nakliye, istihdam, bayilik sistemi vd.) boykot hareketlerinin zararlı da olabileceği söylenebilir mi?
Belirttiğiniz hususlarda büyük kapitalist merkezlerin zaten her zaman yapageldikleri manipülasyonlar, mevcut boykotla kıyas kabul etmeyecek derecede kritik sonuçlar doğurabilmektedir. Mesela pandemi döneminde ABD’nin Çin’den gelen konteynırlara el koyması, nakliye fiyatlarını dört beş katına çıkarmıştı. Şimdi de Hürmüz Boğazı’ndaki gerilim yüzünden yük gemilerinin Ümit Burnu’na yönlendirilmesi birkaç hafta içinde nakliye fiyatlarını iki-üç misline çıkardı. Bu ve benzeri gelişmelerden zarar görenler, genellikle “az gelişmiş” veya “gelişmekte olan” ülkelerdir. Marka bağımlılığımızı devam ettirip, sadece bazı markaları kısa vadede boykot etmenin yerli markaları da zorda bırakma riski vardır elbette. Fakat boykotun psikolojik boyutu, ekonomik boyutundan daha önemlidir. Soykırımcı bir rejime destek olanlara, etki derecesi ne olursa olsun, tavır koymayı sürdürmeliyiz.
İsrail’e maddi yahut manevi açık destek veren küresel şirketlerin motivasyonunu ne ile açıklarsınız? Sizce bu bir karşılıklı çıkar ilişkisi mi, yoksa ekonomik sistemin güçlü aktörlerinden olan Yahudilerin baskısıyla mı gerçekleşiyor?
Yahudiler, özellikle iki alanda dünyadaki nüfuslarına nispetle büyük bir ağırlık sahibidirler: Finans ve medya. Bu iki güç alanı onları siyasî iktidarlar üzerinde oldukça etkili kılıyor. Sonuçta, dünyanın her yerinde boy gösteren markalar, zamanı geldiğinde bu iki güce temenna çakmaktan geri duramıyorlar. Tabii, bu markaların bazıları bizzat Yahudiler tarafından geliştirilmiş veya şirketlerin çoğunluk hisseleri onlar tarafından satın alınmış da olabilir.
Dünya genelindeki Yahudi sermayesinden bağımsız olarak, bizzat İsrail’in ekonomik gücüne dair neler söyleyebiliriz? Kendi kendine yeten bir ülke mi İsrail, yoksa (uyguladığı işgal ve yıkım politikalarının gerektirdiği devasa askeri harcamalar da düşünüldüğünde) dışarıdan gelecek maddi desteğe muhtaç mı?
İsrail ekonomisinin, diasporadaki Yahudi kapitalistler tarafından da desteklenen bir iç dinamiği var elbette. Fakat sonuçta Türkiye’nin ancak yarısı kadar bir ekonomik büyüklüğe sahiptir (500 milyar $). Çevresindeki Müslüman toplum ve ekonomilere meydan okuyabilmesi, tamamen küresel sistemin merkezindeki hesaplarla ilgilidir. Uzak Doğu’da Güney Kore nasıl (Rusya ve Çin’e karşı) güçlendirilmişse; Orta Doğu’da da İsrail, İran-Türkiye-Mısır üçgenine karşı güçlendirilmesi gereken bir üs olarak görülmüştür. Bugün de ABD, İsrail’i hem Orta Doğu Müslümanlarını dizgin altında tutmak, hem de Çin ve Rusya’nın etki alanlarını genişletmelerine ket vurmak maksadıyla azami ölçüde desteklemektedir. ABD’nin İsrail’i desteklemesindeki Evanjelizm-eksenli dinî faktörleri de ayrıca hesaba katmalıyız.
Gazze’ye yönelik İsrail saldırıları soykırım seviyesine vardığı için, milyonlarca insan “Ben ne yapabilirim” sorusuna cevap arıyor. Bu bağlamda, alt ve orta sınıflara mensup insanların kısa ve uzun vadede yapabileceklerine dair neler söyleyebilirsiniz?
Üç şey söyleyeyim: Birincisi, derin düşünmeyi göze alamıyor, hatta hor görüyoruz. Bu yıl Necip Fazıl fikir/araştırma ödülüne layık görülen felsefe profesörü, ödül konuşmasında talebelerinin sadece kermes düzenlemekle meşgul olduklarını, kimsenin ciddi bir kavrayış sahibi olmayı dert edinmediğini üzülerek dile getiriyordu. Başta siyaset olmak üzere, toplumun bütün odakları ilmi “kendi başına değerli” bir faaliyet olarak görmedikçe, “Ben ne yapabilirim” sorusuna sağlıklı cevaplar veremeyiz. İkincisi, modern ekonominin motor gücü, kapitalist (anonim) şirkettir. Yani küçük birikimler bir araya getirilip, büyük bir sınâi-ticarî girişimin emrine verilmezse, ekonomik gelişme olmaz. Düşünün ki 19. yüzyıl boyunca önce İngiltere ve Fransa, arkalarından Almanya ve ABD baş döndürücü bir hızla şirketleşir ve sanayileşirken, 20. yüzyılın başlarında bütün Osmanlı mülkündeki anonim şirketlerin sayısı 100’ü bulmuyordu. “1908 yılına kadar Osmanlı ülkesinde kurulan ya da esas faaliyetlerini Osmanlı topraklarında gerçekleştiren anonim şirket sayısı 86 idi. 1908-1918 arasında ise toplam 236 şirket kuruldu.”[5] Aradan bir asır geçmesine rağmen, şirket felsefemizin köklü bir dönüşüme uğradığını söylememiz çok zor. Çünkü günümüzde “anonim şirket” etiketi taşıyan organizasyonlarımızın büyük bir kısmı gerçekte şahıs şirketleridir; yasa gereği anonim şirketmiş gibi görünüyorlar. İslam dünyasının iktisaden en ileri ülkesinde bile durum böyle ise gerisini siz tahayyül edin. Şirketleşmeyi beceremeyen bir ümmet, şirketleri boykotla ne kadar mesafe alabilir? Üçüncüsü, ferden derin düşünmeyi, içtimaen de şirketleşmeyi (ekonomide ortak hareket etmeyi) başarabilirsek, İsrail çapında güçlerin Gazze ve benzeri yerlerde kardeşlerimize acı çektirmeyi akıllarına bile getiremeyeceklerini görürüz. Bu istikamette ciddi adımlar atmadan, sadece sayılara takılıp “İki milyar Müslüman, 60 İslam ülkesi” gibi ifadeleri tekrarlamak bizi bir yere götürmez. Siyaseten gerçek anlamda “egemen” İslam ülkelerinin sayısı bu rakamın onda biridir; iktisaden egemen olanlar ise onların yarısı bile değildir. Sözünü ettiğiniz alt ve (bilhassa) orta sınıflar, siyasetin dümen suyunda gitmeyi marifet saymak yerine, gerçek bir fikrî ve iktisadî atılım içinde olmadıkça daha çok acılar çekilir maalesef.
Dipnotlar:
1) Michael Shapiro: “Literary Sources and Theatrical Interpretations of Shylock,” eds. Edna Nahshon ve Michael Shapiro: Wrestling with Shylock, Cambridge: Cambridge University Press, 2017, s. 32.
2) Zeno Ackermann ve Sabine Schülting: Precarious Figurations: Shylock on the German Stage, 1920-2010, Berlin: De Gruyter, 2019, s. 1.
3) Michael Scrivener: Jewish Representation in British Literature 1780-1840, New York: Palgrave Macmillan, 2011, s. 11.
4) Karl Marx: Early Writings, “On the Jewish Question (1843)”, Londra, 1947, s. 211-241.
5) Zafer Toprak: Millî İktisat-Millî Burjuvazi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995, s. 113.