Buruc: Dünya-Ah Zalımın Çukuru

Bismillâhirrahmânirrahîm.

“Düşün büyük burçlarla dolu göğü,

Ve tahayyül et vaad edilen Günü,

Ve O her şeye tanıklık eden ile O'nun tarafından tanıklık edileni!

Onlar yalnızca kendilerini yok ederler, o çukuru hazırlayanlar,

İmana ermiş olanlara karşı şiddetle yanan ateş çukurunu!

Hani, onlar keyifle o ateşi seyretmişlerdi,

Müminlere ne yaptıklarının bilincinde olarak;

Yalnızca Kudret Sahibi, bütün övgülere layık olan Allah'a inanmalarından dolayı nefret ediyorlardı o müminlerden,

O Allah ki göklerin ve yerin hükümranlığına sahiptir. O Allah ki her şeye tanıktır!

İnanan erkekler ile inanan kadınlara işkence edenlere ve sonra hiçbir pişmanlık duymayanlara gelince, onları cehennem azabı beklemektedir: evet, yakıcı azap beklemektedir onları!

Ama imana ermiş olup da doğru ve yararlı işler yapanlar, öteki dünyada içinden ırmaklar akan bahçeler bulacaklardır; bu, büyük bir kurtuluştur! 

Şüphesiz, Rabbinin yakalaması son derece çetindir!

 O'dur insanı yoktan var eden ve sonra yeniden hayata getiren.

Ve yalnız O'dur gerçek bağışlayıcı, sevgide kapsayıcı,

Şanlı kudret tahtının sahibi,

Dilediği her şeyin mutlak Yapıcısı.”

…                              

Bu zulmün tanığıdır Allah!

Sen de tanıklık ediyorsun böylesi bir zulme.

Tanıklık ediyor dünya; yer ve gök, dağ, taş, çiçekler, karınca halkı ve kelebekler…

Kâbe, Aksa Mescidi, Süleymaniye, Roma ve Vatikan…

Bir inanca olan kin ve düşmanlığı; o kaybolmayan kini, kasten toplanmış ve birikmiş hıncı, önü alınmaz düşmanlığı, kin, öfke, hınç ve zulmü iyiden iyiye görüyor.

O mazlumlar; o sırf “başka” oldukları için yaşatılmıyor. Her insanın en temel hakkından, yaşama, ecel hakkından; içebileceği kadar suyu yudumlama, yiyebileceği kadar ekmeği yeme, çalışıp emek verme; güle oynaya evine, yakınlarına dönme, mışıl mışıl uyuma, evlenme, çoluk çocuk sahibi olma, iş yapma, farkını ortaya koyma, kendi özgünlüğüyle dünyasına, geridekilere insanlık izini bırakma, ekmek için, onur için kavga vererek insan olma hakkından mahrum bırakılıyor.

O mazlumlara Allah ömür vermişken, zalimler ölüm veriyor.

“Başka” oldukları için…

Aynı soydan olmadığı için, soydaş değil diye,

aynı ırktan olmadığı için,

aynı renkten olmadığı için

aynı statüde olmadığı için

aynı inançtan olmadığı için, “mümin kardeş” değil diye,

aynı mezhepten olmadığı için,

aynı felsefeden, bakış açısından olmadığı için,

kendisi gibi, tıpkı, birebir, aynı düşünmediği ve yaşamadığı için bilinçli olarak zulme uğratılıyorlar.

Bilinçli ve onlar için özel olan günleri seçmeleri de daha çok acıtmak, daha çok zulüm için… Daha dayanılmaz kılmak, daha büyük bir öfkeye rağmen zulme tam anlamıyla karşı duramamanın çaresiz acısını daha derinden hissetmelerini sağlamak için.

Çukura ateş basıyorlar, acılar, kederler, ağıtlar, gözyaşları ve kan.

Çevresine en yakınlarını, insan yakınlarını, iman yakınlarını, dünyayı diziyorlar.

Ve zulmü oynuyorlar.

Bu dünyanın çukurunda müminlerin sokağından canlar, kan ırmağında birer yaprak gibi sürüklenip duruyorlar. Yapraksız kalıyor ağaçları, gövdeleri müminlerin. Topraksız kalıyor ağaçları…


Sahi iyiler nerde? Ben nerdeyim? Çayımı yudumluyorken satır aralarındaki kanı “sil” tuşuyla temizleyebiliyor muyum? Parmaklarımdan kan damlamıyor mu benim de? Benim yüzüme o ateş çukurlarından yükselen alevler değmiyor mu?

Barış ve esenliği sadece uzakta söylenen hoş bir şarkı biliyorlar. Sayılı sakin günlerde belki ekranlardan seyrediyorlar. Yaşamaksızın. Uzak bir türküdür barış onlar için, güzeldir. Fakat asla neşe ve sevinci birbirlerinin bakışlarından ödünç alıp karıştırarak serince kalplerine dökerken mırıldanabilecekleri kadar değil. Hep başka milletler söylüyor o milli şarkıları. Onlar hiç söylemedi. Söylememek için ezberlerinde tutuyorlar.

Onlar çocuklarını bakkala gönderemiyorlar sabahları.

Geri gelmeme ihtimali çok yüksek olan evlerinden çıkarken gizli saklı, kaçak göçek bir ifadeyi ağırlıyor yüzleri. Gergin ve mutsuzlar.

Bir çay bahçesinde birbirlerini süzemiyor âşık adayları. Gelecek, gelmez. Biliyorlar. Akşamın olup olmayacağı belli değil. Gün de, an da ihtimal dâhilinde. Belirsizlik kolluk kuvvetleri gibi geziyor hayallerinde.

İşe güce bir heyecan koyulamıyorlar.

Her yaptıkları, yaşadıkları son olarak yapılıyor olabilir. O yüzden her şey daha yoğun, daha koyu… Sevinç de neşe de unutulası değil. Elde var bir. Bin ihtimalin kesinliği işte… Nasılsa.

Belki az önce bebeğini son kez öpmüştür.

Eşine son kez sarılmıştır.

Çayını son kez yudumlamıştır. Bardağında yarısı kalmıştır.

Yarının olmadığı bir gündür bütün günler. Bütün günler işte bugündür. An kendinden ibarettir. Şimdi kelimesi bitemeyebilir. Geçmiş mi ürkütücü. Gelecek mi yok! Hiç kalmadı!

Buruc Suresi şimdi Doğu’nun orta yerinde yaşanıyor.

Buruc suresi şimdi Ortadoğu’dur. Doğu Türkistan’dır. Myanmar’dır. Mısır’dır. Suriye’dir. Irak’tır. Filistin’dir.

Gazze’dir Buruc suresi.

Dünya zalimlerin zulüm çukuru olmuştur.

Ateş çukurları var.

İnsanların ne kendilerini, ne yakınlarını, ne sevgilerini, gündelik hayatlarını, bir işe gitme, kazanma, harcama, paylaşmalarını, ne sofralarını, çay, dost muhabbetlerini,  ne doğum ne ölümlerini huzur içinde tadacakları bir günleri yok dünyalarında. Onların günlerini, hayatlarını zalimlerin keyfi kinleri, düşmanlıkları, daha çok kazanma, harcama arzuları, bencillikleri yok ediyor, katlediyor…

Daha hiç “ınga” demeden ölüyor çoğu. Bazıları agu derken… Sahilde oynuyorken kimileri.

Evinde kahvaltı yaparken. İşine gücüne gitmek isterken her insan gibi “Yetiremiyorum, artıramıyorum” konuşamıyor, bir kenara çekilip ölümün kol gezdiği günlerin hiç birinde. “Dünya telaşı işte” diyemiyor komşusuna, selamla, hatır sormayla, şakalaşmayla başlayamıyor güne, hayata.

Taş üstüne taş koyma hakkı yok. Hep yıkım. Hep yok etmenin zulmü altında inliyor. Yatırım da ne. Üretim yok. Hayat yok. Ölüm var. Ayrılık var.    

Şu an yeniden iniyor dünyaya Buruc suresi.  Ateş çukurlu beyinler tarafından yaşatılıyor. Allah ve insan tanık buna. Dünya dönmeyi terk edeceği kadar tanık. Durmak isteyeceği kadar tanık. Mevsimlerin kendini şaşırdığı, baharın yazın kendisinden utanacağı kadar tanık.

Yer gök, insan, insanlık, masum olan herkes, her varlık mahcubiyet, çaresizlik, utanç, kınama dolu.

Zalimlerin maddi güç ve iktidarlarına nasıl bu kadar göz yumulabildi, şerefsizlik ve kötülük bu dünyaya nasıl bu kadar hükmedebildi; buna izin verilinceye, iş bu raddelere varıncaya kadar iyiler nerelerdeydi. Biz iyiysek, kalbimiz temizse, dindarsak koyusundan, adaleti seviyorsak ve istiyorsak deliler gibi; barış ve esenliğe, insanlığa ve onura söylemler düzebiliyorsak, gazete köşelerine döşenebiliyor, kürsülerde nutuklar verebiliyor, şiir yazabiliyor, iş güç, kahve çay, akşam buluşma, tatil, bayram derken yaşayabiliyorsak biz, biz iyiysek nerde, bu çukurun, bu ateşin, bu zulmün neresindeyiz?

Zalimlerin ne kadar yakınındayız? Mazlumların ne kadar uzağındayız biz?

Sahi iyiler nerde? Ben nerdeyim? Çayımı yudumluyorken satır aralarındaki kanı “sil” tuşuyla temizleyebiliyor muyum? Parmaklarımdan kan damlamıyor mu benim de? Benim yüzüme o ateş çukurlarından yükselen alevler değmiyor mu? “Of. Yaz ne kadar bunaltıcı mı. Bir serinlik, bir sahil mi istiyor insanın canı. Çok yorulduk değil mi bütün sene. Çok koşturduk kendimize. Geçmişimize bakabiliriz bir akşam, hatta bu akşam fotoğraflardan. Ve geleceğimizi konuşabiliriz bir heyecanla biz…”

Ben nerdeyim? Sen nerdesin?

Dünya mazlumun atıldığı bu çukurda, bu dünyada; bir duruş olarak, bir bakış açısı, bir kimlik, bir söylem ve eylem, yaşam olarak ben nerdeyim?

Adaletin elçileri, adil yöneticiler, güçler, hakiki iktidarlar neredeler?

Neden kolay kolay hiç yoklar?

Yoksa ben bir parça barışıkken dünya, barış zamanlarında, rahat zamanlarda hiç savaşmadım mı iyilik için, iyi şeyler için. Çabasız bir boşluktan ibaret miydim?

İyilerin yetişmiş, işinin ehli, profesyonel yöneticileri, siyaset adamları, orduları, savaşçıları, çalışanları, emekçileri, işçileri, köylüleri, eğitimcileri, bilim insanları, sanatçıları yok mu?

İyiler bu dünyada neredeler?

Hepsi öldü kaldı mı?

Sorumsuz, duyarsız bir ölü gibi davranarak bu yangın çukurunu seyr mi ediyorlar?

Kendilerini sorumluluğa, çalışıp didinmeye,  üretmeye, başkasına karşı duyarlılığa, daha iyi olmaya teşvik etmiyorlar mı?

Sahipsiz, arkasız, kimsesiz kalmış insanları, yetim, yoksul, haklarından edilmiş, ödev yükü altında ezilmiş, sömürge altında kalmış dünya halklarını terk edecek kadar bencil mi oldular?

İyiler nerdeler? İnsan insanı terk mi etti?

Şu an yeniden iniyor dünyaya Buruc suresi.  Ateş çukurlu beyinler tarafından yaşatılıyor. Allah ve insan tanık buna. Dünya dönmeyi terk edeceği kadar tanık. Durmak isteyeceği kadar tanık. Mevsimlerin kendini şaşırdığı, baharın yazın kendisinden utanacağı kadar tanık.

Tanıklık edilirken zalimlerin yangın çukurlarına…

Allah tanık. Allah –Allahualem- sorumluluk ve yönetimini verdiği insana, bu dünyada tanıdığı süre ve inisiyatife saygısı, insan-lığın iradesine saygısı nedeniyle müdahil davranmıyor.

İnsan tanık. İnsanlık tanık.

Bu tanıklık “locasına oturmuşluk ve seyr” olmadan. “Bana ne”cilik, “bize ne”cilik olmadan, umursamama, hiçe sayma, gözden çıkarma olmadan, ayağa kalkan, neyse yapılacak olan yapılan, ihmallerin tesbit edilip, herkesin bir an evvel sorumluluğuna koyulduğu bir tanıklık olmak zorunda.

Zalimler bu çukur sahnede daha fazla oyunlarını sahneleyememeli! “Zalimlerin çukurunu nasıl kazmalı?” bunun yollarını aramalı. Durmamalı. Duramamalı…

Buruc suresi “inmemeli/ yaşanmamalı” bir kez daha… Tarihte yaşanmış bir acı hatıra olması dışında…