Dinler ve Dindarlar Arası Rekabet

24 Haziran 2016

Dinler arası rekabetten kastımız, diğer din mensuplarının Müslümanlara karşı takındıkları tavırlar ve ümmet-i Muhammed'e karşı yürüttükleri gizli açık kıskançlık ve düşmanlık uygulamalarıdır. Yoksa ilâhi vahye dayalı dinlerin hem öz ve kaynak hem de zaman açısından birbirleriyle rekabet etmeleri söz konusu değildir. Nitekim bu duruma Kûr'an-ı Kerîm'de şöylece dikkat çekilmiştir.

"Şüphesiz Allah katında tek din İslâm'dır. Ehl-i kitap ise, kendilerine İslâm'ın ve peygamberin hak olduğuna dair bilgi geldikten sonra, aralarında kıskançlık yüzünden ihtilafa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkâr ederse şunu bilsin ki Allah hesabı çok çabuk bitirendir.

Allah'ın dini hakkında seninle tartışırlarsa onlara de ki; Ben ve bana tâbi olanlar, Allah'a boyun eğdik. Kendilerine kitap verilenlere de verilmeyenlere de "Siz de teslim oldunuz mu?" diye sor. Eğer Müslüman olurlarsa doğruyu bulmuş olurlar. Müslüman olmayıp yüz çevirirlerse sana düşen yalnızca tebliğ etmektir. Allah kullarını zaten görüyor.” [1]

Dindarlar arası rekabetten maksadımız ise, aynı dine mensup olmalarına rağmen kimi Müslümanların, hemen her şeyin önüne geçirdikleri ocak gayretleridir. [2]

Her din kendi içinde bir bütünlüğe ve sistematiğe sahiptir. Bu se­beple de dinler, ancak kendi bütünlükleri içinde kendilerini ifade eder ve yaşanabilir. Parçalanmak onların özüne ve niteliklerine terstir. Böyle bir yola gidecek olan dindarları felâketler bekler. Bu gerçekleri ayet-i kerimeler şöyle dile getirmektedir: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir? Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah gâfil değildir, herkesin ne yaptığını bilir." [3]

Örnek alınma ihtimali bulunan geçmiş ümmetlerin mevcut halleriyle gerek inanç, gerekse kulluk açısından bozulmuşluk ve tutarsızlık içinde oldukları bilinmektedir.  Hâlbuki kendilerinden böylesi bir karmaşa değil, teklik ve netlik istenmiştir. "Oysa onlar bâtıl dinlerden uzaklaşıp saf bir inançla yalnız Allah'a kulluk etmek, namaz kılmak ve zekât vermekle emir olunmuşlardı ki, dosdoğru din de (dindarlık da) zaten budur." [4]

Hıristiyanların tevhid inancını ve Allah'a kulluğu başka un­surlarla karıştırıp üçlü hale getirmeleri(teslis), Yahudilerin tanrıyı özelleştirip sadece kendi milletlerine özgü kılmaları(tahsis) onları, kendilerine Allah tarafından gönderilmiş bir "delil", yol gösterici olan Hz. Peygamber sallahu aleyhi ve sellem geldikten sonra iyice anlaşmazlığa ve amansız bir rekabete düşürmüştür. Dolayısıyla da tam bir duygusal ve davranışsal açmaza sürüklenmişlerdir.

Bu acınası durum kendilerini Müslümanlara karşı rekabet ve çekememezlik duyguları içinde kıvrandırmaya başlamış ve netice itibariyle Müslümanları Allah yolundan alıkoyma girişimlerinde (saddun an sebilillah)  bulunmuşlardır.

Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerîm'de bir yandan onların bu durumlarını açık ederken bir yandan da inançta tevhid ve toplumda vahdet özellik ve erdemine yönelik olarak Ehl-i kitaptan gelecek tehlikelere karşı Müslümanları uyarmıştır:

"De ki: 'Ey Ehl-i kitap! Allah yolunun doğru olduğunu bile bile, onu eğri göstermeye çalışıp müminleri ondan niçin alıkoyuyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir."

"Ey müminler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyacak olursanız, onlar sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden kâfirler haline döndürürler."

"Allah’ın ayetleri size okunup dururken, üstelik O'nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl olur da küfre dönersiniz? Allah'ın dinine sımsıkı sarılan kimse, elbette dosdoğru yola iletilmiş olur."

"Ey iman edenler! Allah'ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı olun ve yalnızca Müslüman olarak ölün." [5] Böyle bir güzel sonuç (hüsn-i hâtime) için de "(Ey müminler!) Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılığa düşmeyin!" [6]

Müslümanlara yönelik İslâm ile yaşama uyarı ve çağrısına rağmen, yine de insan olmanın neticesi olarak öncekilerden etkilenme, onların yolunu takip etme gibi bazı olumsuz gelişmeler ortaya çıkabilir. Bu tür değişimlerin temelinde dinler arası rekabet ve çekememezlik uygulamalarının ve planlı özel gayretlerin varlığı ve etkisi inkâr edilemez.

Allah Teâlâ, bu emirlerinin o günkü muhataplarına yönelik ihsan ve ikramlarını hatırlattıktan sonra, kendilerinden ve dolayısıyla tüm Müslüman nesillerden beklenen vahdet toplumuna sahip çıkabilmenin yolunu da göstermiş bulunmaktadır: "İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik ve emredip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun..."

Birlik çağrısı

İşte tam da bu noktada Yüce Rabbimizin birlik/vahdet çağrısı ile karşılaşmaktayız.

"(Ey müminler!) Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılığa düşmeyin!" [7]

Yüce Rabbimizin, doğrudan Müslümanlara hitap edip "Ey iman edenler! Allah'ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve yalnızca Müslüman olarak can verin" buyruğunun hemen ardından "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılığa düşmeyin!" emrini vermiş olması, toplumda birliğe/vahdete sahip çıkmanın, Müslümanlar için dünyevî ve uhrevî boyutta ne denli önem ifade ettiğini ortaya koymaktadır.

Allah Teâlâ, bu emirlerinin o günkü muhataplarına yönelik ihsan ve ikramlarını hatırlattıktan sonra, kendilerinden ve dolayısıyla tüm Müslüman nesillerden beklenen vahdet toplumuna sahip çıkabilmenin yolunu da göstermiş bulunmaktadır: "İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik ve emredip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun..." [8]

Bu ayet-i kerimede varlığının gereğine vurgu yapılan kadronun işlevi, hayra çağırma, emir bil'maruf ve nehiy ani'l-münker olarak tüm toplum kesimlerini kucaklayıcı bir kapsamda ve "Allah'ın ipine/ dinine sımsıkı sarılma" çizgisinde olmakla belirlenmiş bulunmaktadır. Hiçbir özel grup, ocak ve cemaatten söz edilmemektedir. Esasen sonraki ayet-i kerimede de hemen Her şey açık seçik ortaya konulmuş iken, tefrikaya, dinde ayrışmaya düşenler gibi olunmamasıemredilmektedir.

Dinler arası düzeyde Hıristiyanların misyoner teşkilatı aracılığıyla insanları ve diğer din mensuplarını görünürde Hıristiyanlığa, aslında ise, Ortodoks, Protestan, Katolik vs. kendi mensup oldukları Hıristiyan mezhebine çağırdıkları bilinmektedir. Kimi Müslümanların da ümmet arasında, onlara benzer bir mezhep, meşrep, gurup ya da ocak çağrısı yaparak ayrılığa, içten içe bir parçalanmışlığa sebep olmaları talihsiz bir çaba ve büyük bir acıdır.

1978 yılında Ramazan vesilesi ile gittiğim Almanya'nın bir şehrinde, gündüz vakti içkiden duvarın dibine sızmış Türk işçilerini görmüştüm. O şehirde kiliseden dönüştürülmüş merkez camiinde yöneticilerle sohbet sırasında aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:

“-Bayramlar dahil bu merkez camiye gelip giden Müslümanların sayısı yaklaşık ne kadardır?

-En iyimser rakam üç bin olabilir.

-Peki, bu şehir ve çevresinde kaç Türk işçisi bulunmaktadır?

-On beş bin.

-On iki bin kişiden ne haber?

-Onu biz de bilmiyoruz.

-Diyorsunuz ki 500 metre doğuda falancıların mescidi var. 500 metre kadar batı tarafımızda da falancıların mescidi var. Onların cemaati kimlerdir?

-Onlar, buradaki cemaati paylaşma gayretindeler.

- Yani on iki bin kişi ile ilgilenen kimse yok öyle mi?

-Evet, ne yazık ki öyle. Bizler buradaki hazır cemaati paylaşma kavgasındayız. Acı da olsa gerçek bu.”

Bu acı gerçeğin o Ramazan ayında oradaki Müslümanlar arasında ne tür rahatsızlıklara vesile olduğunu hala unutabilmiş değilim.

İstemeden de olsa, tüm olanlar da ümmetin vahdetine, birliğine olmaktadır. "Sen onları birlik içinde sanırsın hâlbuki kalpleri darmadağınıktır" çizgisi, can yakıcı bir gelişme olarak müminler arasında belirginleşmektedir.

İslâm'ı insana ulaştırma, bir başka ifade ile Allah'ın son dinini Allah'ın kullarına duyurma görevi demek olan tebliğ hizmetini Şia ve Vahhabiler gibi kendi mezheplerinden, kimi grupların da kendi cemaatlerinden olma çağrısına dönüştürmeye kimsenin hakkı olmasa gerektir. Müslümanların, öncelikle kaç Allah kulunun hidayetine vesile olduklarına bakmaları daha doğru olur. Zira Peygamber Efendimiz’in Hz. Ali'ye hitaben "senin vasıtan ile bir kişinin hidayete ermesi, İslâm'ı seçmesi, senin için dünyanın en değerli mal varlığına sahip olmandan daha kıymetlidir" diye verdiği müjde, [9] din-iman-ümmet bağlamındadır; mezhep, ocak, cemaat, grup bağlamında değildir. Gariptir ki kimi saf ve samimi Müslümanlara pirdaş çoğaltma gayreti her şeyin üzerinde heyecan vermektedir. İşte tam da bu noktada dindarlar arası rekabet ve ayrılığı ile "bizden mi ihvan mı" soruşturmalarıyla karşı karşıya kalınmaktadır. İstemeden de olsa, tüm olanlar da ümmetin vahdetine, birliğine olmaktadır. "Sen onları birlik içinde sanırsın hâlbuki kalpleri darmadağınıktır" [10] çizgisi, can yakıcı bir gelişme olarak müminler arasında belirginleşmektedir. Bu ise, Allah korusun, iman kimliğini nifak kimliğine kaydırma tehlikesini ortaya çıkarmaktadır. Oysa biz, rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed (sav)'den razıyız ve bu değerlerimize asla alternatif aramayız. İslâm kardeşliğinin her türlü bağdan üstün, kapsayıcı ve öncelikli olduğunu da kabul ve itiraf ederiz.


1. Al-i İmran (3), 19-20
2. Biz bu olguyu "dindaşları değil,  pirdaşları artırma çabası" diye de vurgulayabileceğimizi düşünmekteyiz.
3. el-Bakara (2), 85
4. el-Beyyine (98), 5
5. Âl-i İmran (3), 99-102
6. Âl-i İmran (3), 103
7. Âl-i İmran (3), 103
8. Âl-i İmran (3), 104
9. Buhari, Fedailü'l-ashab 9, Meğazi 38, Cihad 102, 143; Müslim, Fedailü's-sahâbe 34
10. el-Haşr (59), 14