Bölgenin ikinci önemli yerleşimcisi, bir deniz kavmi olan ve daha ziyade bugünün Gazze Şeridi civarında yerleşen Hint-Avrupa kökenli Filistlerdir. Ve nihayet bölgenin üçüncü yerleşimcisi, komşu Mısır'ın idaresi altında yaşayan ve Firavun'un zulmünden kaçarak Hz. Musa öncülüğünde bölgeye yerleşen İsrailoğullarıdır. Bu toprakların Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğini (arz-ı mev'ûd) ileri sürerek bölgedeki Sâmî kavimlerle Filistlere karşı büyük bir savaş başlatan İsrailoğulları, M.Ö. XI. Yüzyıl sonlarında bölgede ilk İsrail Devletini kurmuşlar; Hz. Davud ve Süleyman dönemlerinde de sınırlarını oldukça genişletmişlerdir. İlk Yahudi mâbedi Mescid-i Aksâ'nın inşası da bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Filistin toprakları üzerinde yükselen söz konusu devlet çok geçmeden ikiye ayrılmış; Asur ve Bâbillliler tarafından farklı zamanlarda yıkılan bu iki Yahudi krallığının ardından bölge, iki asır boyunca Mısır'a kadar uzanan geniş bir imparatorluk kuran Pers idaresinde yaşamıştır. Bâbil döneminde bu topraklardan sürülen 40.000 İbranî, Pers hükümranlığı altındaki topraklara yeniden dönmüş; ancak Suriye ve Mısır'ı fethederek bölge üzerinde hâkimiyet kuran Büyük İskender'le Filistin toprakları Helenistik krallıkların eline geçmiş ve katı bir kültürel ve dinî Helenleştirme hareketine maruz kalmıştır.
M.Ö. 63'te Romalılarca istila edilen Filistin toprakları, bu dönemde bütün tarihi kimliğinden neredeyse tamamen arındırılmış; Kudüs tüm kültürel zenginliğinden koparılarak bir Roma şehri olarak yeniden inşa edilmiştir. Filistin'in Nâsıra kasabasında doğan Hz. İsa ile tarihî dokusuna çok önemli bir çeşni daha katan Filistin toprakları, Roma imparatoru Konstantinos'un Hıristiyanlığı kabulü ile ayrı bir kutsallık kazanmış; Hıristiyanlaştırılan şehir, sık sık Yahudi ayaklanmalarına sahne olmuştur. Roma İmaparatorluğu'nun ikiye ayrılmasından sonra Bizans elinde kalan bölgede Hıristiyanlık büyük bir hızla yayılırken, Yahudilere yönelik baskılar da gittikçe artmıştır.
Gazze ve Kudüs, Bizans kalıpları içinde Hıristiyanlık ruhuyla yoğrulmuş iki şehir görünümündedir bu dönemde. Ne Hıristiyanlar, ne de kendileri gibi semavî bir dine mensup olan Hıristiyan Bizans'ın yönetiminde yoğun baskılara maruz kalan Yahudiler bilmekten uzaktır, Kureyş'ten gelen ticaret kafileleri içinde, bölgede kısa zaman sonra yeşerecek yeni ve muazzam bir zenginliğin tohumlarını ekecek bir peygamberin büyük dedesinin de yer aldığını. Mekke ticaretinin güven içinde gerçekleşmesi için önemli adımlar atmış olan Kureyş'in ulusu Hâşim b. Abdümenaf'ı ölüm, ticari amaçlı seferler için geldiği Gazze'de yakalayacaktır. Ve bir yüzyıl içinde Hâşim'in mezarının bulunduğu topraklar, torunu Muhammed (sav)'in insanlığa getirdiği yepyeni dinle yıkanacaktır. İnsanlığın efendisi Muhammed (sav)'in atası olması hasebiyle tarih ona paye verecek; Gazze "Gazzetü Hâşim" lakabıyla anılmaya başlayacaktır.
O vakte kadar çölden gelen kervanları, hep Bedevi Arapların pek de aşina olmadıkları deniz rayihası ile karşılamış olan Gazze, Kureyş'in çevre kabilelerden satın alıp kuruttuğu keçi derilerinin ağırlaşmış kokusunun, kandil yağı, buhur ve baharat kokuları ile birbirine karıştığı başdöndürücü bir şehir olarak iz bırakmıştır Kureyş tacirlerinin zihninde. İslâm tarih kaynaklarında, Ömer b. Hattab'ın İslâm öncesi servetinin esas kaynağının, Gazze'den neşet ettiği nakledilir. Bedir Savaşına yol açan Ebû Süfyan kumandasındaki zengin ticaret kervanının da Gazze'den döndüğünü kaydeder kaynaklar. Gazze'nin büyüklüğü, zenginliği, ulucamiinin güzelliği ve etrafındaki bağ ve bahçelerin bereketi, İslâm coğrafyacılarının eserlerine taşar.
Hz. Ebûbekir döneminde Bizans üzerine gönderilen İslâm ordusu, Gazze, Ecnadeyn ve Kudüs'ü alarak Filistin'de İslâm hâkimiyetini başlatırken, Hz. Ömer döneminde Kudüs halkı halife ile anlaşma yaparak şehri halifeye teslim eder. İslâm Devleti'ne ödedikleri cizye ve harac karşılığında, can ve mal güvenliği ile din ve ibadet hürriyeti kazanan Yahudiler, yeni iktidarla rahat bir nefes alır. Kudüs'ün ardından çok sayıda şehri ele geçirilen Filistin'in tam anlamıyla fethi, Emevi halifesi Muaviye b. Ebî Süfyan döneminde gerçekleşirken, İslâm idaresi altında huzur ve sükun bulur Yahudi zümreler.
Emevî, Abbasî, Fatımî ve Selçuklu yönetimlerinde varlığını devam ettiren Filistin, XI. Yüzyılda mukaddes şehir Kudüs'e dayanmanın hırs ve aşkıyla gözü dönen Haçlıların hedefi haline gelir. İnsanlık tarihinin en acı katliamlarından biri yaşanır Filistin topraklarında. Müslüman vali ve etrafındaki yakın adamları dışında, şehirde bulunan bütün Müslümanlar ve Musevîler kılıçtan geçirilir; altın yuttukları iddiasıyla öldürülen Arapların kılıçlarla karınlarının deşildiği rivayetleri dönemin Hıristiyan tarihçilerinin eserlerine yansır. Mescid-i Aksâ'ya sığınanlar dahil, bütün kadın ve çocukların katledildiği Haçlı seferlerinde Kudüs ve Filistin toprakları kanla sulanır.
İkiyüzyıl boyunca Filistin hasreti çeken Müslümanların, Filistin'e yeniden kavuşmaları, Selahaddin Eyyubî'nin Haçlı Seferleri sırasında kurulan Hıristiyan Krallığı'na son vermesiyle gerçekleşecektir. Zafer sevincinin büyük bir olgunluk içinde kutlandığı Kudüs'ün fethi, Hıristiyanlara şehir içinde kalma izni verirken, Yahudilere de bölgeye yerleşme fırsatı sunacaktır. Memlukler döneminde bu müreffeh yapısını devam ettiren Filistin toprakları, Yavuz Sultan Selim'in Mercidabık zaferinden sonra 400 yıllık Osmanlı hâkimiyetinde büyük gelişme kaydedecektir.
Tarih boyunca büyük kültür ve medeniyetlerin elinde sürekli el değiştirmiş olan Filistin topraklarının bu cazibesinin oldukça somut gerekçeleri vardır. Hz. İbrahim’den beri pek çok peygamberin yaşadığı mukaddes bir bölgede yer alması, içinde Hz. Süleyman tarafından inşa edilen Beytülmakdis’i barındırması; Mûsevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi üç kitabî din için taşıdığı önem, bu toprakları tarih boyunca haklı bir şöhretin sahibi yapmıştır. Hz. Muhammed (sav)’in miraç için Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi, Müslümanların ilk kıblesi olması ve Kur’ân’da bu mekâna yapılan atıflar nedeniyle Kudüs, Mekke ile birlikte İslâm şehirlerinin kalbi sayılmıştır.
Filistin, Yahudi geleneğinde ne olursa olsun varılması, kavuşulması istenen mutlak bir hedeftir. Zira Ahd-i Atîk’te bu toprakların, Hz. İbrahim ve onun soyundan gelenlere “ebedî mülk” olarak verileceği vaat edilmiştir. Tevrat, Hz. İbrahim ve zürriyetine mensup olma şartına, burayı hak etme ve Allah’ın emirlerine ve kanunlarına bağlı olma şartını da eklemiştir. Ve “Mısır diyarından çıktıkları günden beri Rabbe asi olmuşlardır. Öküz kendi sahibini, eşek de efendisinin yemliğini bildiği halde İsrail Rabbini bilmemektedir. İsrailoğulları suçlu bir millettir; haksızlığı yüklenmiş olan bir kavimdir; kötülük işleyenlerin zürriyetidir. Rabbi bırakmışlar, ahdi bozmuşlar, başka ilahların ardında gitmişlerdir.” ifadeleriyle İsrailoğullarının Filistin’i hak edemediğini ilan etmiştir.
Tarih göstermiştir ki Tevrat’ın da haber verdiği üzere “Tanrı’nın vaadi” olan Filistin toprakları gerçekten de Hz. İbrahim’in zürriyetine nasip olmuştur. Ancak onun İshak soyuna değil; Hz. Muhammed (sav)’in de mensup olduğu İsmail koluna.