Sünnet vahyin inşa ettiği aklın hayata akışıdır, hayat olarak canlanışıdır. Peygamber’in davranışları ile “Göklü Söz” insanlaşır, ete kemiğe bürünür, nefes alıp vermeye başlar, bakış ve duyuş haline gelir, yürümeye başlar. Elle dokunulur gözle görülür olur; arza iner, insanların arasına nazil olur. Nebi’ni şahsı, vahyin “yaşanabilir”liğinin sağlamasıdır. Buradan bakınca, vahyin “insan hâli”dir sünnet. Sünnetle birlikte, ayaklarını sağlamca yere basıp dik yürür vahiy.
Ne var ki, sünnete dair algımızı da vahye dair algımız şekillendirir. Vahyi tarihsel bir kayıt diye gören ve ölü bir metin diye okuyan akıllar, vahyin inşa ettiği davranış kodlarına da aziz bir hatıra muamelesi yapar. Vahyi diri bir metin olarak okuyan akıl ise şimdi vahyin inşa ettiği bir tavırla hayata dâhil olur. Hayata hayat katar; hayatı ihya eder.
Vahiy, taze, hâla diri ve diriltici bir oluştur. Şimdi burada devinim halindedir; varoluşun nabzıdır, yaşar, yaşatır. Öyleyse diri vahiyle etkileşime giren Peygamber (sav)’in tavrını, edasını, hâlini hemen şimdi devinen bir gövdeye dönüştürmektir bize düşen. Hayat diye ortaya koymalıyız vahyin mesajını. Gövde olarak yeniden var kılmalıyız Nebevî sözü ve tavrı.
Diyelim ki şöyle bir Peygamber sözü duydunuz: “Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz.” Dilerseniz, bu sözü, meselâ bir umre ziyaretinde, Medine’de, Okçular Tepesi’nde aziz bir hatıra olarak anlatır ya da anlarsınız. Bunda bir beis yok. Yanlış değil ama eksik. Ancak bu eksiklik güncel ve yeni yanlışlar üretecek bir eksikliktir. Masum değildir. “Hatıra”da kalırsanız, Uhud’un eteğinden ayrıldığınızda size bir şey kalmaz bu sözden. Sözün anlamı aklınıza bir sorumluluk yüklemez. Oraya ve o zamana sınırlı kalır. Böylece söz, söz olmaktan çıkar. Yaralamaz. Vurduğu yerde toz çıkarmaz. “Uhud dağını çok severmiş; canım peygamberim benim!” dersiniz. Gölgede kalırsınız; gölge olursunuz. “Canım kurban olsun yoluna!” dediğiniz Peygamber (sav)’e kurban olası bir canınız olup olmadığını sorgulayamazsınız. (Hatırlayın; her candan kurban olmaz. Kurban olmak isteyene canını kurbanlık hale getirme sorumluluğu düşer.) Bu sözün altında akışkan bir hayat kodu vardır. Aktüel ve aktif bir duruşa davet eder sizi söz. “Demek ki Peygamber (sav) taştan bile kalbin eylemini, sevmeyi ümit ediyor. Katı taşta yumuşacık bir kalp görüyor Peygamber. Peki ben şimdi niye görmeyeyim taşın kalbini? Taş beni de sever mi? Ben de taşları sevmeli değil miyim?” Gözünüzü açarsanız, meselâ Bakara’nın 74. ayetinde Elçi’nin aldığı taş dersini fark edersiniz: “…katılaştı kalpleriniz; taş gibi hatta daha da katı. Unutmayın, öyle taşlar var ki içinden ırmaklar fışkırır ve öylesi de var ki yarıldığında içinden su çıkar; bazısı da haşyetinden aşağılara yuvarlanır.”
Vahyin taşlaşan insan kalbini “hiç olmazsa taştan utanın!” diyecek kadar sarstığı bu ders ne tarihe aittir ne Peygamber’in şahsıyla sınırlıdır. Şimdi ve buradadır. Aktüel ve aktif. Akışkan ve diri. Önümüz sıra akan nehir gibi. Göğsümüze uzanan bir kılıç gibi.
Bu taş dersini İsrailoğulları-Musa (as) geriliminin tarihine kilitlersek, ıskalarız dersi. “Bak şu adamlara, Musa’nın Asâsı karşısında taşlar yumuşamış da, Musa’nın Asası karşısında taşların yumuşadığını gördükleri halde kalpleri yumuşamamış, katı kalmış…” deyip hayıflanmakla kalırız. Sözün sorumluluğu başkalarının üzerinde kalır, ulaşmaz bize. Söze muhatap olmaktan çıkarız.
Ayet bize şimdi ne söylüyor? Hadis şimdi bizden ne bekliyor? İşte bu sorular “sözü alıntılayan” değil, “sözden alınan” yapar bizi. Belki gölge olmaktan kurtarıp gövde yapar bizi. O zaman, sadece Peygamber değil hepimiz, sadece Uhud’a değil gördüğümüz her dağa; sadece “bir zamanlar” değil hemen şimdi “taşları yumuşatan” bir bakış borçlanırız.
“Erciyes bizi sever, biz Erciyes’i severiz” diyen bir bakışın ardına koyarız gövdemizi. Uludağ’ın Himalaya’nın, Toros’un, Ağrı’nın, Süphan’ın kalbini görmeye başlarız. Bizimle nefes alıp verir hadis. Dağlar karşısında bizi Peygamberce var eder vahiy. Ayağımızın altındaki taşlara “hürmet” borçlanırız. Hoyratlıktan kurtuluruz. Sadece lafta değil, tavrımızla, edamızla Muhammedî oluruz. Sadece dağlara değil aslında, her nesne ile “bağını merhamet üzerinden kuran” “sıla-yı rahim” Peygamberi’nin hâlini yeniden ve özgünce üretmiş oluruz. Burada ve şimdi. Sünneti hatıra olarak anlamaz, sünneti hayat olarak diri tutarız. Gövde oluruz, gölge değil.