İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemde Arap toplumunda yaygın bir ‘teşe’üm’ yani ‘eşyaya veya hadiselere uğursuzluk atfetme’ anlayışı vardı. Câhiliye Arapları baykuş ötmesi, köpek uluması, merkep anırması gibi durumlara olumsuz manalar yüklemenin yanında, kadında, evde ve atta da uğursuzluk olduğuna inanıyorlardı.[1] Bu ikinci kısım hadislere de konu olmuş, başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere muteber hadis kaynaklarında konuyla alakalı lehte ve aleyhte rivayetler yer almıştır. Bu konuyla alâkalı farklı lâfızlarla gelmiş bütün hadisler bir araya getirildiğinde, rivayetlerin genel olarak iki ana grupta toplandığı görülür; çoğunlukla Abdullah b. Ömer kanalıyla gelen birinci grup rivayetler ‘uğursuzluğun kadında, evde ve atta’ olduğunu ifade ederken, yine Abdullah b. Ömer başta olmak üzere Sehl b. Sa’d ve Câbir b. Abdullah kanalıyla gelen ikinci grup rivayetler ise uğursuzluk diye bir şeyin olmadığını ifade ederek bunu reddeder. Söz konusu rivayetler farklı tariklerden farklı lafızlarla geldiğinden her iki grup için birer örnek vermek yeterli olacaktır. Abdullah b. Ömer (r.a) Hz. Peygamber’den şöyle rivayet etmiştir: “Uğursuzluk üç şeydedir; kadında, evde ve atta.” [2] Bu rivayetin bazı tariklerinde hadis metninin başında: “Hastalığın kendiliğinden bulaşması yoktur. Uğursuzluk da yoktur.” ziyadesi bulunmaktadır.[3] İkinci grup rivayete örnek olarak şu hadis zikredilebilir: “Eğer bir şeyde uğursuzluk olsaydı kadında, atta ve evde olurdu.” [4]
Söz konusu rivayetler arasında bir teâruz (zıtlık) olduğu açıktır. Bir tarafta üç şeyde uğursuzluk olduğu söylenirken diğer tarafta bu inanç reddedilmektedir. Hadisler arasındaki bu ihtilaf ulema tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. İbn Hacer: “Kadının uğursuzluğu çocuk doğuramaması, evin uğursuzluğu kötü komşular, atın uğursuzluğu ise huysuzluğu ve üzerine kimseyi bindirmemesidir”[5] diyerek âdeta Câhiliye halkının bu olumsuz düşüncelerinin gerekçelerini ifade etmiştir. Başka bir deyişle Hz. Peygamber’in bu sözleri, bu üç konuda uğursuzluğun var olduğunu kabul etmek değil, Cahiliye toplumunda böyle bir inancın varlığını nakletmektir. [6] Nitekim konuyla alâkalı başka bir rivayete göre, Hz. Aişe (r.anha), Ebu Hureyre (ra)’nin böyle bir hadis naklettiği kendisine haber verilince buna çok sinirlenmiş ve şöyle demiştir: “Muhammed’e Kur’ân’ı indiren Allah’a andolsun ki, O asla böyle bir şey dememiştir. O yalnızca Câhiliye halkının şu üç şeyi uğursuz saydıklarını söylemiştir.” Aişe (r.anha) daha sonra ise şu ayeti okumuştur: “Yerde vârolan ve kendi başınıza gelen her bela, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılmış)tır.”(Hadîd:57/22) [7]. Hz. Aişe (r.anha) konuyla alakalı bir başka rivayette Hz. Peygamber’in aslında Yahudilerin bu konudaki görüşünü aktardığını, Ebu Hureyre (ra)’nin sözün başına değil de son kısmına şahit olduğu için hadisi eksik rivayet ettiğini ifade etmiştir.[8] Hadisin uğursuzluğu nefyeden tarikleri de bu görüşü teyit etmektedir. Bu mealdeki bazı rivayetlerin ‘uğursuzluk yoktur’ diye kesin bir inkârla başlaması, var olduğu iddia edilen uğursuzluğun kişinin kendi vehminden kaynaklandığına işaret ediyor gibidir. Bir başka hadiste Hz. Peygamber, kendisine oturduğu evin uğursuzluğundan şikâyet eden adama evini değiştirmesini tavsiye etmiştir. İbn Hacer, Hz. Peygamber’in, adamın Câhiliye dönemine ait bir huyundan kurtulması maksadıyla böyle bir tavsiyede bulunduğunu, zira ev değiştirmesiyle içinde bulunduğu sıkıntının geçmeyeceğini anlayarak bu düşüncesinden vazgeçeceğini ifade etmiştir. [9] Allah Rasulü (sav)’nün toplumda yaygın olan bu uğursuzluk inancı bağlamında zikrettiği bir başka hadis bize bu konudaki tavrı hakkında daha ayrıntılı bilgi vermektedir. Urve b. Âmir (ra) anlatıyor: “Rasûlullah (sav)’ın yanında uğursuzluktan bahsedilmişti. Buyurdular ki: ‘Bunun iyisi fe’l(hayra yorma)dir. (Uğursuzluk inancı) bir Müslümanı yolundan alıkoymasın. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görecek olursa şu duayı okusun: ‘Allah’ım! Hayrı ancak sen verebilirsin, kötülüğü de ancak sen defedebilirsin. Güç ve kuvvet de ancak sendendir.” [10] İbnu’l Esir ‘Fe’l’ terimini en-Nihaye’de şöyle açıklar: “Rasûlullah ‘fe’l’ yani hayır temenni etmeyi sevmiştir, çünkü insanlar olumlu veya olumsuz her şartta Allah’ın yardımını umarlarsa hayır üzere olurlar. Beklentileri boşa bile çıkmış olsa ümitli olmak onlar için yine de daha hayırlıdır. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek şer olduğu gibi, uğursuzluk da Allah hakkında su-i zanda bulunmaktır ve âdeta belanın gelmesini beklemektir.[11] Bu hadiste ayrıca kişinin uğursuzluk vehmine kapılarak yapacağı işten vazgeçmemesi tavsiyesi de vardır. Müslüman hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna olan inancı sebebiyle meşru dairede sebeplere tevessül ettikten sonra tevekkül eder, neticeyi Allah’a bırakır. Bu bağlamda zikredilen bir başka hadis uğursuzluğa inanmayı şirk kapsamına alır: İbn Mesud (ra) şöyle rivayet etmiştir: “Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: Uğursuzluk çıkarmak şirktir. (Bunu üç kere tekrar etti) ve sonra; (iradesi dışında kalbinde bunu vehmeden kişi hariç) bizden kimsede bu yoktur. Lâkin Allah onu tevekkülle giderir.” [12]
Hadisin bir tarikinde Hz. Peygamber ‘hastalığın kendiliğinden bulaşmayacağını’ söylemiş, orada bulunan bir bedevi ‘uyuz taşıyan bir devenin nasıl olup da diğerlerine bu hastalığı bulaştırdığını’ sorunca Efendimiz, ‘peki birinciye kim bulaştırdı?’ diye sorarak kaderî plana işaret etmiştir.[13] İlk deve Allah’ın takdiriyle bu hastalığı kapmış, diğer develere ondan sonra bulaşmıştır. Zahiri sebep hastalığın bulaşıcılığı olsa da her şey Allah (cc)’ın takdirindedir. O isterse yaratacağı şeye sebepler dairesinde hayat verir, isterse de bütün sebepler mevcut olmasına rağmen O bir şeyi takdir etmediyse gerçekleşmez. Herhangi bir şeye uğursuzluk atfetmek tevhid akidesine de ters olduğundan yanlış kabul edilmiştir. Hayır ve şerrin yaratıcısının Allah (cc) olduğu inancını zedeleyen, içinde şirk unsuru bulunan her türlü anlayış reddedilmiştir. Ne var ki cahiliye Araplarının İslam’ın ortaya çıktığı dönemde sahip oldukları halk inançları, Hz. Peygamber’in vefatını takiben zaman içinde tekrar kendini göstermeye başlamış, bunu izale etmek için ciddi gayretler sarf edilmişse de bunların İslam kültürünün içinde yerini almasının önüne geçilememiştir.[14] Bu bağlamda söz konusu hadisle de alakalı olması bakımından ‘olumsuz kadın algısının hadislerdeki yeri’ konusuna da değinmek gerekmektedir. Konuyla alâkalı kaleme aldığı makalede Huriye Martı durumu şöyle değerlendirir: “İslam öncesi Arap toplumunda yer etmiş olan ‘kadına menfi bakış’ın Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde kadın lehine yeniden düzenlenmiş olması, Hz. Peygamber’in vefatından sonra bu durumun korunarak devam etmesi için yeterli olmamış, İslam öncesi olumsuz yaklaşımın geleneğe ait veriler ve Yahudi kültürünün de harmanlanmasıyla konuyla alakalı hadisler ya yanlış yorumlanmış veya iş Kur’an ve Sünnet çizgisiyle örtüşmeyen bir düzeysizlikte Allah Rasulü (sav)’nün ağzından kadının aleyhine konuşmaya kadar vardırılmıştır.”[15] Kadınlarla ilgili uydurulmuş veya farklı sebeplerle bağlamından koparılarak eksik aktarıldığı için yanlış yorumlanmış rivayetler bir araya getirildiğinde bu konuda oluşturulmaya çalışılan algıyı net olarak görmek mümkündür; fikirlerine itibar edilmeyen, yaşam alanı ev ile becerileri ise ev işleriyle sınırlı, aklı eksik bir kadın portresi çıkar karşımıza.[16] Hâlbuki İslam dininin kadınla ilgili genel tavrını doğru anlamak için öncelikle Kur’ân’ın konuya yaklaşımını daha sonra ise Hz. Peygamber’in uygulamalarını iyi analiz etmek ve bu konuda gelen hadisleri öncelikle bu kriterler çerçevesinde yorumlamak gerekir. Hadislerin bütüncül bir yaklaşımla ele alınmaması onların yanlış yorumlanmasına yol açan en önemli unsurlardan biridir. Özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra fetihlerle kısa sürede genişleyen İslam dünyasında eski inançlar İslam kisvesine bürünerek tekrar devam ettirilmeye başlanmış, Kur’ân’ın “Câhiliye hamiyeti” diye tavsif ettiği inanç ve düşünceler hatırlatılma gayretine girilmiştir. Kadınlarla ilgili bu tür rivayetleri değerlendirirken bu inançların bir takım te’villerle Kur’ân ve Sünnet ruhu ile uzlaştırılmaya çalışıldığı göz önünde bulundurulmalıdır.[17]
Dipnotlar: