İhtiyaçtan İtmi’nâna

18 Ekim 2023

Canlılar içerisinde, dünyaya geldiği andan itibaren bir başkasına en çok ve en uzun süre ihtiyaç duyan varlık insandır desek abartmış olmayız sanırım. Kâinatı bir başkasına muhtaç olmak penceresinden gözlemlediğimizde, tüm imkânların kendisine verildiği ve diğer varlıkların emrine musahhar kılındığı insanın fiziksel, duygusal, metafizik ihtiyacının hayatı boyunca devam ettiğini fark ederiz. Bu ihtiyaçları en geniş çerçevede varlıksal ve varoluşsal ihtiyaçlar olarak iki kısma ayırabiliriz. Varlıksal ihtiyaçlar insanın yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli olan yeme, içme, barınma gibi fiziksel gereksinimlerdir. Varoluşsal ihtiyaçlar ise insanın kendine özgü olan, insan olması hasebiyle muhtaç olduğu anlama, inanma, değer görme, güven duyma gibi ihtiyaçlarıdır. Bu iki grupta yer alan maddeler hem birbiriyle iç içe hem de birbirinden bağımsızdır.

Varoluşsal ihtiyaçlar, fiziksel gereksinimler karşılandıktan sonra mevzubahis olur diyemeyiz. Zira insan yavrusu doğduğu anda bu iki grupta yer alan ihtiyaçlarla eş zamanlı bir şekilde muhatap olur. Yeni doğmuş bir bebek, hem açlığının ya da ağrılarının giderilmesine hem güven duymaya hem de sevilmeye muhtaçtır. Büyüdükçe ihtiyaç listesine yenileri eklenmeye devam eder. Bu muhtaçlık insanın diğer insanlarla sağlam bağlar kurmasına vesile olabilir. Kişi gereksinimlerini karşılamayı öğrenebilmek için de ailesine, arkadaş çevresine kısaca diğer insanlara muhtaçtır çünkü. Kendi başına yemeyi, yürümeyi, konuşmayı başta anne ve babası olmak üzere ailesinden ve yakın çevresinden öğrenen insan; sevmeyi, sevilmeyi, inanmayı, güven duygusunu, itaati de aynı kişilerde görür ve içselleştirir. Bu bakış açısıyla, Allah’a kulluk edin dedikten hemen sonra anne-babaya itaati emreden ayetler üzerinde düşününce, anne-babayla ve yakından uzağa akraba ve komşularla ilişkinin İslam’da niçin bu denli önemli olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.

Modern zamanlarda fiziksel ihtiyaçları büyük ölçüde karşılanmasına rağmen insanların derin bir mutsuzluk ve doyumsuzluk içerisinde olmasının arka planında -pek çok sebebin yanında- söz, fiil ve davranışlarına sağlam ve doğru bir dayanak bulamamaları yatmaktadır.

Nisa Suresi 36. ayette Rabbimiz; Allah’a kulluğun hemen akabinde, kendisine iyi davranılması gereken kimseleri sıralıyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’a kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin (idarenizin) altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.” Ayet temelde, bahsi geçen kimselere iyi davranmanın ne kadar mühim olduğu mesajını içermektedir. Fakat bu ayeti okuduğumda, insanın hayat serüvenindeki her duyguyu bu halka içerisinde öğrendiği bilgisi canlandı zihnimde. İnsan tüm ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını yakından uzağa doğru çevresi sayesinde öğrenmekteydi. Güven, inanmak ve itaat de insanın fıtratında var olan bir ihtiyaçtı ve bu duyguların öğrenilmesi de büyük ölçüde ayette geçen kişilerle ilişkiler neticesinde olacaktı. İnsan öncelikle yatay düzlemde, kendi varlık kategorisinde olan diğerlerine güvenerek, severek, itaat ederek; güvenmeyi, sevmeyi, itaat etmeyi ve diğer tüm duyguları öğrenip aktifleştirecek daha sonra aktifleştirdiği bu duyguları dikey düzlemde aşkın olan yaratıcıya yönlendirebilecekti. Sufiler arasında “Leyla’dan Mevla’ya ulaşmak” şeklinde tarif edilen süreç de aşk duygusunun madde aleminde aktif hale gelip mânâ alemine yansıtılmasından başka bir şey değildi. Sanki biz fizikötesi alemle olan ilişkilerimizin provasını çocukluktan itibaren en yakın çevremizde olan kişilerle yapıyorduk. Bu nedenle de önce anne-babamızla, daha sonra da kuvvetli bağlarımızın olduğu ve birlikte çok vakit geçirdiğimiz kimselerle olan ilişkilerimiz hassas davranmayı gerektiriyordu.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, duyguların asıl dayanak noktalarının doğru tespit edilmesidir. Örneğin, İslam kültüründe anne-babaya itaatin Allah ve Rasûlü’ne itaatten sonra geldiğini düşündüğümüzde itaat kavramının önemini kavramakla birlikte sınırlarını da belirlemiş oluruz. Ankebut Suresi 8. ayet ve Lokman Suresi 15. ayetlerde yer alan emirler anne babaya itaatin ancak Allah ve Rasûlü’ne aykırı olmayan durumlarda mümkün olduğunu bize gösterir. Allah’a isyanı emreden anne-babaya itaat edilmez. Öyleyse itaat kavramı üzerinden düşünecek olursak esas kıymetli olan itaat duygusunun kendisi değil, gerçekleşme sebebi ve kişiyi yönlendirdiği asıl hedeftir. Yani işin sırrı kime ve neden itaat ettiğimizde gizlidir. Yazımızın başından beri ifade ettiğimiz üzere küçük halkanın içerisinde, yakın çevremizde öğrendiğimiz bütün duygularımız, söz ve davranışlarımız netice itibariyle Allah ve Rasulü’ne itaate götürüyorsa, Allah ve Rasûlü’nü sevmekle neticeleniyorsa ve Allah ve Rasûlü’nün hoşnutluğu sonucuna varıyorsa övülmeye layıktır. Ve ancak o zaman varoluşsal ihtiyaç dediğimiz eksikliklerimiz tamamlanır ve itmi’nana erişilir.

Modern zamanlarda fiziksel ihtiyaçları büyük ölçüde karşılanmasına rağmen insanların derin bir mutsuzluk ve doyumsuzluk içerisinde olmasının arka planında -pek çok sebebin yanında- söz, fiil ve davranışlarına sağlam ve doğru bir dayanak bulamamaları yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, aile içerisinde sevgi, güven ve huzur ortamının sağlanmasının, ailesinde sevgiyi gören, güvenli bağlanmayı gerçekleştirebilen bir kimsenin burada oluşturduğu temelle ruhunu tatmin yolunda doğru adımlar atabilmesi için ne denli önemli olduğu aşikâr olur. Günümüz insanının haz, hız ve hırs sarmalından kurtulması da ancak -uygulamaya çekirdek ailesinden başlayarak- duygularını yerli yerine oturtmasıyla mümkün olabilecektir. İslam dini gerek evlatların anne-babalarına karşı davranışlarını düzenleyecek emir ve yasaklarıyla gerek çocukların emanet oluşu üzerinden anne-babalara yüklediği sorumluluk ve tavsiyeleriyle gerekse akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık gibi yakın ilişkilerde dikkate değer noktaların üzerinde durmasıyla insanın dünyada ve ahirette mutlu ve mutmain olmasının yolunu göstermektedir.