İran İmparatorluğu bir taraftan Arap Yarımadasının güneyine doğru büyük bir bölgeyi kapsıyordu ve kuzeyde de bazı bölgeler Bizans İmparatorluğu’nun işgali altındaydı. İşgal altındaki Arabistan topraklarında Mecusiliğin ve Hıristiyanlığın yayılma yolları aradığı görülüyordu. Yerel idarelerde belirleyici olan, devlet tarafından görevlendirilen memurların tavrıydı. Taze mesajıyla yayılmakta olan İslam’ın mensupları, işgalci yönetimlerin nüfuzu yüzünden karşılaştığı engelleri aşmanın yolunu arayacaktı elbette. Evrensel bir mesajı haiz dinin, etrafında oluşturulan söylemlerin ötesinde, mesajı ve amaçlarıyla tanınması gerekiyordu. Böylelikle Hazreti Muhammed (sav) komşu ülkelerdeki hükümdarlara ve onlara bağlı emirliklere mektuplar göndererek kendilerini İslam’a davet etmeye karar verdi. Rivayetlere göre, başta Bizans İmparatoru (Kayser), İran İmparatoru (Kisra) ve Habeşistan Kralı (Necaşi) olmak üzere ulaşabildiği hükümdarlara mektuplar yazdı. Davet mektuplarının bir hayli kısa ve özlü olduğu görülüyor. Bu yazıda sadece Bizans ve İran hükümdarlarına gönderilen mektupları konu etmek istiyorum.
Peygamberimiz, Bizans İmparatoruna davet mektubunu daha önce uzak ülkelere yolculuk etme tecrübesine sahip Medineli bir tacir olan Dıhyetu’l-Kelbî ile göndermişti. Mektup götürecek kişiler belirlenirken daha önce o ülkelere gitmiş ve yabancı dil bilen kişilikler olmasına dikkat ediliyordu. Dıhye’nın götürdüğü mektubun Bizans sarayında bir hayli yadırgandığı tahmin edilebilir. Topraklarının bir kısmı İmparatorluğunun hâkimiyeti altında bulunan bir kavme mensup bir kişi nasıl bir cesaretle Kayser’i dininden vazgeçip de kendi dinine çağırma cesaretine sahip olabilirdi?
Bizans İmparatoru Heraklius, pek övünülecek bir politik geçmişe sahip değildi, darbe sonucu Konstantinopolis’in başına getirilmişti. Kendisine mektup gönderildiği günlerde İran’a karşı büyük bir zafer kazanmış, silahlı güçlerini yerleşik oldukları bir bölgeden dışarı atmıştı. Valilerinden birini Müslüman olduğu için çarmıha germiş, bütün uluslararası teamüllere karşılık Müslüman bir elçiyi öldüren valisini desteklemişti. İranlılara karşı kazandığı zaferin hemen ardından Kudüs’ü ziyaret için Filistin’e geldiğinde Dıhye aşağıdaki mektubu imparatora iletti.
"Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Kulu ve Elçisi Muhammmed’den, Rum’ların Başbuğ Heraklius’a:
Allah’ın selamı, hakikat yolunu izleyen kimsenin üzerine olsun! Seni tam bir İslâm daveti ile (İslam’a) çağırıyorum: İslâm’a tabi olursan esenlik içinde olursun ve Allah sana iki kat ecir verir. Ama bundan kaçınacak olursan, köylülerinin (hükmün altındaki tebaanın) günahları da senin üzerine olacaktır. Ve (siz) ‘Ey kendilerine Kitap gönderilenler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; ve aramızdan hiç kimse çıkıp da Allah’tan başkasını tapınacak Rab (efendi) edinmesin.’ Eğer tüm bunlardan sonra onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman ‘Siz şahit olun ki kuşkusuz biz Müslümanız’ (Allah’a teslim olup inananlardanız) deyiniz.
Mühür: Allah’ın Elçisi Muhammed
Heraklius’un mektup kendisine tercüme edildikten sonra o sırada salonda bulunan Ebu Süfyan’a Hz. Peygamber üzerine sorular sorduğu ve aldığı cevaplardan etkilendiği kaydediliyor. Henüz İslam’ı kabul etmiş olmayan Ebu Süfyan ise, arkadaşlarının sözlerini orada burada anlatacağı kaygısıyla, sorulara gerçeklere uygun cevaplar verdiğini dile getirir rivayetlerde.
Filistin’de Dıhye, bir peygamber elçisi olarak itibar gördü, ancak elçilik görevi konusunda başarılı olmadığını belirtiyor Muhammed Hamidullah. Bu elçilik Bizans tarihçileri tarafından –Zonaras dışında- anılmaya değer bulunmamıştır nedense. Beri taraftan İbn Cevzi (Vefa, sf. 226-27) Heraklius’un Kudüs’te Hz. Peygamber’in elçisini bizzat kabul ettiğini ve bir gece de tek başına davet ederek ona bazı –Hz. Peygamber’le sahabesinin temsillerinin de bulunduğu– minyatürler gösterdiğini kaydetmiştir. O geceyle ilgili çeşitli rivayetlere göre Heraklius mektuptan ve sorularına aldığı cevaplardan etkilenerek İslam’a ısınmış, ancak tebaasının buna şiddetle karşı çıkacağı kaygısıyla sessiz kalmayı tercih etmiştir. Muhammed Hamidullah ise bu rivayetleri tartışırken, “İslam bir takım önsezi ve kehanetlerle değil, kendi getirdiği ilahi kökenli öğretisine dayanarak ayakta durmaktadır” şeklindeki yorumuyla, “minyatürlü gece daveti” hakkındaki bilgileri ciddiye almamak gerektiği kaydını düşüyor İslam Peygamberi’nde.
Buhari de bu beklenmedik davete şaşıran Heraklius’un şehirdeki Müslüman tacirleri huzuruna çağırdığını, ancak Bizanslıların tepkisini çekeceği bir ifade ortaya koyamadığını nakleder. İmparator’un bu diplomatik geri çevirme tavrına karşılık Peygamberimiz bu kez Arap soyundan gelen ancak daha az önemli mevkilerde bulunan Bizanslı başkanlarla ilişki kurmaya başladı. Daha sonra Tebük seferi sırasında da Heraklius’a nispeten mesafeli ve resmiyet içeren yeni bir mektup göndererek İslam’a davetini tekrarladı ve bu daveti kabul etmeyecekse bile tebaası içinde Müslüman olanlara karşı çıkmamasını, onları bu nedenle cezalandırmamasını istedi. Bu arada Heraklius’un aynı dönemde Hz. Muhammed’e bir miktar hediye altın para gönderdiğini de belirtmek gerek. Bu hediye daha önce Hıristiyan Gassanlıların Müslüman bir elçiyi öldürmesinden kaynaklanan huzursuzluğu yatıştırma amacıyla izah ediliyor. Hz. Peygamber tazminat olarak istemediği halde gelen bu parayı savaş ganimeti sayarak askerlerine dağıtmıştı.
Heraklius’a gönderilen mektupla ilgili çeşitli rivayetler bu mektubu bazen bir şayia eseri sahte belge olarak ortaya koysa da veriler ağırlıklı olarak gerçekliğini doğruluyor. Heraklius Hanedanı’nın düşmesi üzerine mektubun İspanya’ya gittiği düşünülüyor. Mağripli tarihçilere göre mektup İspanya Napolyon tarafından işgal edildikten sonra Paris’e gönderilmiştir. Gelgelelim günümüzde her iki ülkenin yetkilileri devlet arşivlerinde böyle bir belgenin bulunduğuna dair bir bilgileri olmadığını beyan ediyorlar. Buna karşılık 1974 yılında bu belge sahici olduğunu düşündüren özellikleriyle yeniden gündeme geldi. Laboratuvar incelemelerine göre bin yıldan daha az yaşlı olmadığı anlaşılan parşömen üzerine yazılan mektubu Abu Dabi devleti, Ürdün’ü terk edip İsviçre’ye yerleşen sahibinden satın almış. Mektubun yüzyıllar içinde çok sayıda el değiştirdiği ve kıtalar arasında dolaştığı anlaşılıyor. Rum Suresi’nin sağlayabileceği iyi başlangıca karşılık Müslüman bir elçinin Bizans topraklarında öldürülmesi, bu mektubun amaçladığı ilişkilerdeki gelişmelere izin vermediği gibi sonraki yüzyıllara da uzanan bir anlaşmazlığa kaynaklık etmiştir.
Hz. Peygamber’in mektup yazdığı bir diğer hükümdar, “Kisra” olarak çağrılan İran imparatoruydu. Bu mektubu, Doğu Arabistan’daki bir İran valisi ile ulaştırması için birçok kez İran’a seyahat eden Mekkeli tüccar Abdullah Huzâfeti’s-Sahmi’yi görevlendirmişti. Çeşitli kaynaklarda yer alan ortak bilgilere göre Kisra kendisine okunmasını istediği halde mektupta yazılanlara tahammül edemeyerek tercümanı durdurmuş, özellikle başında yer alan hitap şeklini şanına uygun bulmadığı için kapıldığı öfkeyle mektubu yırtmıştır. Arapça kaynaklara göre mektubun metni şöyledir:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla başlarım!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den İranlıların Başbuğu Kisra’ya:
Allah’ın selamı, hakikat yolundan giden, Allah’a ve o’nun elçisine inanan, Allah’tan başka tanrı olmadığına, O’nun Tek ve Ortaksız olduğuna, Muhammed’in de O’nun Kulu ve Elçisi olduğuna şehadet edip bunu kabul edenin üzerine olsun! Ben seni tam bir İslam davet ile (İslam’a) çağırıyorum. Zira ben, can taşıyan herkesi uyarmak ve Allah’a inanmayanlar hakkındaki sözünü gerçekleştirmek üzere Allah’ın tüm insanlara gönderdiği bir elçiyim. Öyleyse (İslam’a) tabi ol ki esenliğe kavuşasın; ama reddedersen, o zaman Mecusilerin günahı senin üzerine olacaktır.”
Peygamberimiz mektubuna yönelik çirkin muameleyi öğrendiğinde şunu söylemekle yetindi: “Allah da onun hükümdarlığını başına geçirip helak etsin.”
Nizami’nin Hüsrev ile Şirin kitabında yer alan bazı ayrıntılar ve notlar, sözü edilen Kisra’yı, efsanenin kahramanlarından biri olan Hüsrev olarak tasvir ediyor. Hz. Peygamber’in mektubunu parçalayan Kisra’nın Hüsrev Perviz olduğu, sınırlı kabul gören bir bilgi; ancak zamanlamanın denk düştüğü söylenebilir. 38 yıllık bir hükümdarlığın ardından Hüsrev Perviz, hemen hemen aynı dönemde (627-628) bir suikaste kurban gitmiş, hatta oğlu tarafından öldürülmüştü. Muhammed Hamidullah, dönemi anlatan İranlı bir tarihçi bulunamaması nedeniyle karar vermenin zor olacağını belirtmektedir.
Taberi’nin İbn İshak’a dayanarak verdiği bilgiye göre, öfkeye kapılan Kisra, Yemen’deki valisine bir mektup yazarak Hz. Peygamber’i sarayına davet etmek üzere faaliyete geçmesini istemişti. Valinin tayin ettiği görevliler Medine’ye gelip davet mektubunu ilettiler. Peygamberimiz kim tarafından gönderildiklerini sorduğunda, elçiler Kisra’dan “Rabbimiz” diye söz ettiler. Bunun üzerine onlara geldikleri yere, Yemen’e dönmelerini ve valiye şu sözünü iletmelerini bildirdi: “Bu gece benim Rabbim senin Rabbini öldürdü.”
Elçiler Yemen’e döndükten sonra Kisra’nın oğlu tarafından öldürülmesi haberi valiye ulaşınca, Hazreti Muhammed (sav)’in gaipten verdiği haberin doğruluğunun ayırdına vardı ve İslam’ı kabul etti. Bunu takiben İslam bölgedeki Mecusi ve Hristiyanlar arasında hızla yayıldı. Peygamberimiz Bahreyn Emiri’ne de El-Ala b. el Hadrami ile bir mektup göndererek Mecusiliği terk edip İslam’ı kabul etmesi çağrısında bulundu. Bahreyn Emiri El-Münzir b. Savi hakikate açık bir kişiliğe sahipti. Bu çağrıyı hoş karşılayarak İslam’ı kabul etti. Kavmini de İslam’a davet etti. Kavmi içinde kimileri Müslüman oldu, kimileri ise Mecusi ve Yahudi olarak kalmak istedi. Müslüman olmayanlarla ilişkisi üzerine danıştığında –Vakidi’nin rivayetine göre– Peygamberimiz’in ona, “Yahudi veya Mecusi olarak kalanlara cizye uygula” dediği kaydediliyor.
Taberi’ye göre Hz. Peygamber Kisra’nın ölümü haberini Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı gün almıştır. Farklı Arapça kaynaklarda ise Peygamberimiz’in bu mektubu Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra ve Medine’ye döndüğü zaman aldığı belirtiliyor.
Hz. Peygamber’in Kisra’ya gönderdiği mektup, Nizami’nin Hüsrev ü Şirin isimli eserinde de geçiyor. Nizami olaya, başvurduğu kaynakların, mektup gönderilen kişinin hükümdar Hüsrev Perviz olduğunu teyit ettiğini düşündürecek şekilde yer veriyor bu kitapta. Hüsrev’in Peygamberimiz’den gelen mektubu yırtması üzerine Şirin’in gösterdiği tepki şöyle oluyor: "Keşke yırtmasaydın o mektubu" diyor Hüsrev'e. "Bize iyi bir şey öğretiyor olabilirdi." Bu cümle Hz. Peygamber’in bölgenin güç sahibi ülkelerinin yöneticilerine davet mektuplarıyla yönelmesinin ne denli zekice bir yöntem olduğunun da bir onayı aslında. Mektup tebliği Asr-ı Saadet diplomasisi açısından da bir hayli öğreticidir. Vakur, kararlı, açık bir ifadeyle ona, kendinizde bulunan iyiliği paylaşma talebinde bulunuyorsunuz. Heraklius’un makam endişesi, (Hüsrev Perviz olduğu düşünülebilecek) Kisra’nın da kibri, bu daveti layıkıyla okumaya izin vermedi. Buna karşılık köhnemiş yapılar da yeryüzü tanrılığı (ve giderek yeryüzünde “Tanrı’nın gözü olma”) iddiasıyla ayakta kalmayı veya insanlığa bir umut sunmayı başaramadılar. Tebliğ incelikleri kadar, devletlerin yönetim hastalıklarına iyi gelebilecek bir hidayetten mahrumiyetin insanlığın yüzyıllarını telef ettiğini söylemek yanlış olmasa gerek.