Asr-ı Saadet'te bugün anlaşılan manada tasavvuf yoktu, doğrudur. Ancak Asr-ı Saadet'te İslamî ilimlerin diğer dalları da henüz oluşmamıştı. Bugün anlaşılan manalarıyla tefsir ilmi var mıydı? Hadis ilmi var mıydı? Fıkıh ilmi var mıydı? Yoktu... |
Günümüz dünyasında İslam'ın ve Hz. Peygamber'in gerek ifade ediliş biçimi gerekse de tarihsel mirasın yorumu konusundaki tartışmaların yoğunlaştığı odak noktalardan biri de tasavvuf.
Konunun önde gelen uzmanlarından Prof. Dr. Mustafa Kara ile tasavvufta peygamber algısının yanı sıra tasavvuf-sünnet ilişkisi ve ekole yöneltilen başlıca eleştiriler hakkında konuştuk. Mustafa Kara ayrıca, Kerbela hadisesi hakkında da tasavvuf ehlinin incelikli ve duyarlı tavrını özetledi.
-Hz. Peygamber zamanında bugün anladığımız manada bir tasavvufi yaşantının olmadığı ve bu yüzden tasavvufun İslam'ın özüne aykırı olduğu yönünde eleştiriler var. Öncelikle bu konudan başlayabilir miyiz?
-Asr-ı Saadet'te bugün anlaşılan manada tasavvuf yoktu, doğrudur. Ancak Asr-ı Saadet'te İslamî ilimlerin diğer dalları da henüz oluşmamıştı. Bugün anlaşılan manalarıyla tefsir ilmi var mıydı? Hadis ilmi var mıydı? Fıkıh ilmi var mıydı? Yoktu...
Peki, Asr-ı Saadet'te ne vardı? Asr-ı Saadet'te tüm ilimlerin özü, nüveleri vardı. Ama bu tohumların toprak altında çatlayıp yeryüzüne çıkmaları, neş vü nemâ bulmaları, büyümeleri, dal budak salmaları ve en nihayetinde çiçeğe, meyveye durmaları sonraki yüzyılların hadiseleridir. Dolayısıyla tasavvufa bu açıdan yöneltilen o tenkid geçersizdir. Diğer ilimlerin olduğu gibi tasavvufun da özü, Hz. Peygamber'in ve Dört Halife'nin yaşadığı yıllarda vardır.
İslam dünyasında ortaya çıkan bütün tasavvuf anlayışları doğru bir çizgide ilerlemişler anlamına da gelmez söylediklerimiz. Çünkü diğer mezheplerde nasıl doğrular ve yanlışlar, hak ve batıl varsa tarikatlerde de vardır. |
-Tasavvuf için dile getirilen bu eleştiri tarikatlere de yöneltiliyor. Tarikatlerin bir meşruiyet problemleri var mıdır?
-Bu müstakil olarak var olma konusu tarikatler söz konusu olduğunda daha net ortaya çıkıyor. Bugünkü manasıyla bildiğimiz tarikatler İslam'ın ilk beş-altı asrında yoktu. Mevlanâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Hoca Ahmet Yesevî, Abdülkadir Geylanî ve Ebu'l Hasan Şâzelî gibi tarikat pirlerinin hepsi Selçuklular devrinde yaşamışlardır. Yani Selçuklular devrine kadar bugün anlaşılan manada bir tarikat yoktur. Ama tekkeler, dergâhlar, zâviyeler, mürşitler, sufiler ve faaliyetleri vardı önceki yüzyıllarda. Ama Hicrî I. Yüzyıla giderseniz tekke ve dergâh da yoktur.. O zaman bu kurumların özü nerede? Bu kurumların özü de aslında Asr-ı Saadet'te, Mescid-i Nebevî'dedir. Mescid-i Nebevî'ye bu gözle bakıldığı zaman şunu görürüz: Mescid bütün ilmî, fikrî siyasî faaliyetlerin merkeziydi. Sadece dinî bir merkez değildi. Bugünkü birçok sosyal kurumun görevini o zaman Mescid-i Nebevî görmekteydi, hatta dışarıdan gelen Hıristiyan elçiler dahi orada ibadet ederlerdi. Hicretin III. Asrına geldiğimizde artık böyle bir kurum yoktur. III. ve IV. Asırlarda artık kurumlar müstakil hale gelmiştir. Medrese, tekke, kışla, sosyal ve siyasî kurumlar artık ayrılmıştır.
Bu ayrılma diğer İslamî ilimler için de geçerlidir. Nasıl İslam medeniyetindeki bütün kurumların özü, nüvesi Mescid-i Nebevî çatısı altındaysa İslamî ilimlerin de özü Asr-ı Saadet'te vardır ve daha sonraki yüzyıllarda bunlar bağımsız hale gelecekler ve kendi kulvarlarındaki yürüyüşlerine devam edeceklerdir.
-Aralarındaki onca farklılığa rağmen özleri aynı yerde diyebilir miyiz yani?
-İslam dünyasında ortaya çıkan bütün tasavvuf anlayışları doğru bir çizgide ilerlemişler anlamına da gelmez söylediklerimiz. Çünkü diğer mezheplerde nasıl doğrular ve yanlışlar, hak ve batıl varsa tarikatlerde de vardır. Yani insanoğlunun ürettiği bir şey tamamen yanlış veya tamamen doğru olmaz. Doğru olanı da vardır, yanlış olanı da... Dolayısıyla bir genelleme yapamayız meşruiyet konusunda. Tasavvufta da mezheplerde olduğu gibi sivri ve uç noktalar vardır. Çizmeyi aşan yorumlar da vardır.
On Muharrem İslam tarihinin en acı olayıdır. Dolayısıyla bu olaydan ibret almak için bunu hatırda tutmak lazım. Ve bunu birilerine hakaret etme meselesi haline getirmiyor mutasavvıflar. Hz. Peygamber'in torununa, dolayısıyla İslam'ın izzeti ve şerefine yönelen bu hareketten ibret alalım. |
-Meşruiyet zemini oluşturma açısından Tasavvuf erbabının seyyid ve şeriflerle kurduğu mensubiyeti nasıl değerlendirebilirsiniz?
-Seyyid ve Şerif terimlerinin tasavvufta çok farklı bir özellikleri yok. Fakat, Ehl-i Beyt, Hz. Ali ve onu takip eden On İki İmam önemlidir. Şii kültüründe olduğu gibi bizim tasavvuf kültürümüzde de Hz. Ali ve onun takipçileri önemlidir.
Bizim tasavvuf kültürümüzde önemli olan bir diğer husus da tarikatlerin silsileleridir. Bu silsilelerin de kimilerinde On İki İmam'ın bir kısmı yer alır. Dolayısıyla tasavvufta Ehl-i Beyt ve On İki İmam vurgusu öne çıkar. Hz. Ali özellikle tarikat silsilelerinin olmazsa olmazıdır. Yani Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ali gelir ve bütün tarikatlerde Hz. Ali ortaklığı vardır. Dört Halife'den diğerleri için böyle bir vurguyu göremiyoruz. Dolayısıyla seyyid ve şerif olmaktan çok Ehl-i Beyt ve On İki İmam'a olan muhabbet ön plandadır.
Sünnî tasavvuf kültüründe çok önemli olan bir husus da Aşura'dır. Muharrem ayı ve Hz. Hüseyin'in şehit edilişidir. Aşura bizim dergâhlarda son derece yoğun ve hüzünlü duygularla, özellikle Muharrem ayının ilk on günü kendine has ritüellerle yaşanır. Mersiyeler okunur, başta Fuzuli'nin Hadîkatü's-Süedâ'sı olmak üzere bu konuda yazılmış eserler sırayla okunur. (Hadîkatü's-Süedâ on bölümdür ve her gün bir bölümü okunarak ilk on günde bitirilir.)
Muharrem ayının ilk on gününde dergâhlarda Hz. Hüseyin'in Kerbela'da susuz kalışına hürmeten su bile asgari düzeyde içilirdi.
Bütün tasavvufî tarikatlerin silsileleri, yani üstadlar zincirleri Hz. Peygamber'le başlar. Dolayısıyla bu yolun ilk ve en büyük mürşidi O'dur. |
-Ehl-i Beyt'e olan bu muhabbetin şii dünyasına bir tepkiden ziyade silsilelerin Hz. Peygamber'e dayandırılması amacıyla olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Sufilerin şiilere tepki verme gibi bir derdi yok. Burada yaşanan hadisenin bir facia olduğunu belirtmek amacı var.
Bizim Sünnî dünya Aşura konusuna biraz farklı bakıyor. Zamanla Sünnî dünyada şöyle bir görüş oluştu: "On Muharrem çok acı bir gündür, bunu örtelim. Bu yarayı kaşımayalım..." Bu yüzyıllar önce olmuş yanlış bir iştir, bunu her yıl ortaya çıkarıp Müslümanlar arasındaki nefreti tahrik edebilecek davranışlardan kaçınalım demişler. Sünnîler bu konuyu zamanla nisyana terk etti. Şiilerse tam aksine "Her Muharrem'de kan revan içinde kalalım, Hüseyin'in acısını bir kez daha yaşayalım..." diyorlar. Her iki görüş de uç noktadır. Bence sufiler bu noktada tam ortada yer alıyorlar. Ne kan revan içinde kalıyorlar ne de tatlı aşura yiyip günlerini gün ediyorlar. Sufiler şunu söylüyorlar: On Muharrem İslam tarihinin en acı olayıdır. Dolayısıyla bu olaydan ibret almak için bunu hatırda tutmak lazım. Ve bunu birilerine hakaret etme meselesi haline getirmiyorlar. Hz. Peygamber'in torununa, dolayısıyla İslam'ın izzeti ve şerefine yönelen bu hareketten ibret alalım. İbret almak için de bunu unutmamak lazım.
Bu tavırlarından dolayı sufiler için "müteşeyyi" denilmektedir. Yani şii meşrebindeler... Ama bu tabir şii mezhebinden oldukları manasında değil, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in yanında oldukları manasındadır.
Mesele Kerbela ise sufiler Hz. Hüseyin'in yanındadır, Hz. Peygamberin sevgili torununun yanındadır.
Efendimiz aracılığıyla "tebettül" bize de emrediliyor. Tebettülü gerçekleştirerek Kur'ân'daki tabiriyle "kalb-i selîm" ile Allah'a yönelmektir tasavvuf. |
-Sufilerin Hz. Peygamber'e duydukları sevgi ve bağlılığın tezahürleri neler? Bunların bizim sosyal ve kültürel yaşantımıza ne tür etkilerinden bahsedebiliriz?
İslam'ın iki temel esası var. Bunlardan biri Hz. Peygamber, diğeri de Hz. Kur'ân. Dolayısıyla Hz. Peygamber olmadan tasavvuf olamaz. Peygamberimiz tasavvufun merkezindedir. Bütün tasavvufî tarikatlerin silsileleri, yani üstadlar zincirleri Hz. Peygamber'le başlar. Dolayısıyla bu yolun ilk ve en büyük mürşidi O'dur.
Diğer yandan bizim sufilere göre ilk tekke, Ashab-ı Suffa'dır. Yani demin bahsettiğimiz o ilk nüve bizim sufilere göre Ashab-ı Suffa'dadır.
-Silsilelerin Hz. Peygamber'e dayandırılması"nın dışında tasavvuf Hz. Peygamber'in sünnetiyle ne derece bir yakınlık içerisindedir?
-Hadis-i şeriflerde zühd ve zahid kelimeleri geçer, ki sufilere verilen ilk isim de zahiddir. Dolayısıyla insanları bu tür bir hayata teşvik eden de Hz. Peygamber'dir sufilere göre. Bu zühd ve zâhid kelimelerine bakmadan da hadislerde insanın iç dünyasına yönelmesine dair pek çok ifade bulabilirsiniz. İnsanların gönül eğitimleridir burada söz konusu olan. Kur'ân'da "kalplerinde pas vardır", "kalplerinde hastalık vardır", "kalpleri mühürlüdür" gibi ifadelerle tasvir edilen kimselerdir bu gönül tedavisine ihtiyacı olanlar. Bu konudaki ilk mürşid de Hz. Peygamber'dir. Onun için yakarışlar, na'tler "Yâ tabibe'l kulüb...", yani, "Ey gönüllerin doktoru..." diye başlar. Burada gönüllerin doktoru Hz. Peygamber'dir.
Hz. Peygamber'le ilgili olan bir konu da, aynı zamanda tarikatler için de çok önemli olan zikir meselesidir. Sufilere göre Hz. Peygamber ashabına hem açık, hem de gizli zikri tavsiye etmiştir. Tarikatler de zaten bu bağlamda gizli zikir yapanlar ve açık zikir yapanlar olarak ikiye ayrılır. Tasavvuf'ta Hz. Peygamber dendiğinde hatırlanması gereken bir konu da "salât u selâm"dır. Salât u selâm hemen bütün tarikatlerin evrad u ezkârının omurgasını oluşturur. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz'e salât u selâm okumak bütün tarikatlerin ortak özelliğidir. Ve zikirlerin mühim bir kısmı bu salât u selâm üzerine kurulur. Çünkü salât u selâmı Allah Teâlâ Kur'ân'da emrediyor. Hatta o ayetin mealini verelim: "Allah ve melekleri Peygamber'e salât u selâm ederler. Ey Müminler! Siz de O'na salât u selâm okuyun."
Bugün dünya Mevlânâ'yı çok çeşitli şekillerde anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çok renkli anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çünkü çok renkli kültürlere mensup insanlar Mevlânâ'yı okuyor. Buna rağmen Mevlânâ'yı okumalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Çünkü Mevlânâ'nın aşık olduğu insana geliyorlar en sonunda; yani Hz. Peygamber'e... |
-Sufilerin Hz. Peygamber'e olan bu bağlılıklarının tasavvuf kültürü açısından nasıl bir izahı var?
-Sufiler salât u selâmda neyi arıyorlar? Tasavvuf terimiyle söyleyecek olursak; "Fenafirrasûl"ü, yani O'nun aşkını arıyorlar. O Rasûl de sizi esas Maşuka ulaştıracaktır. O da "Fenâfillah"tır. Bu anlayış da bir ayetten ileri gelmektedir. O ayette de şöyle buyruluyor: "Eğer Allah'ı seviyorsanız Rasul'ün izine tabi olunuz. Allah da sizi sevsin." Dolayısıyla Rasul'ü sevmeden O'nu sevmek de mümkün değil.
Hz. Peygamber'le ilgili bir husus da Müzzemmil Suresi'nin ilk ayetleridir. Orada Hz. Peygamber'e gece kalkıp ibadet etmesi buyruluyor. O ayetlerde geçen "tebettül" kelimesi de son derece önemlidir. Hatta kimileri bu kelimeyi "tasavvuf" ismine alternatif olarak önermişlerdir. Peki, ne demek tebettül? "Tebeddül" kişinin tüm masivayı terk ederek tamamıyla Allah'a yönelmesi demektir. Efendimiz'e orada emrediliyor: "Bütün gönlünle Allah'a yönel" deniliyor. İşte bu "tebettül" Efendimiz'in iç âleminin fotoğrafıdır. Dolayısıyla Efendimiz aracılığıyla "tebettül" bize de emrediliyor. Tebettülü gerçekleştirerek Kur'ân'daki tabiriyle "kalb-i selîm" ile Allah'a yönelmektir tasavvuf. Buna ister tasavvuf deyin, ister zühd deyin ister tebettül deyin hiç önemli değil. Önemli olan Allah'ın bizden istediği, yani bütün gönlümüzle, bütün hücrelerimizle O'na yönelmek. Tasavvufî yolculuk da bunun yollarının aramaktır.
Son olarak bir hadise işaret edeyim. Biri gelip Hz. Peygamber'e İslam'ın ve imanın esaslarına soruyor. Hz. Peygamber bunları tarif ediyor. Daha sonra "ihsan"ın tarifini soruyor o kişi. Peygamber Efendimiz'in cevabı ise şu oluyor: "İhsan Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmektir. İşte "tebettül" hali diye buna diyoruz; Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmeye... İnsanı bu halet-i ruhiyeye yükseltme tasavvufun işidir. Aslında bu dinin işidir ama biz özelde tasavvufun işidir diyoruz. Dolayısıyla bu "tebettül"ü bir din eğitimi olarak da ele alabilirsiniz.
-Hz. Peygamber'in sünnetinin devam ettirilmesi noktasında tarih boyunca aktif bir fonksiyon yüklenmiş olan tasavvuf, günümüzde ne gibi bir etkinliğe sahip olabilir aynı açıdan?
-Efendimiz'in sünnetini yaşamak, her şeyden önce Efendimiz'le tanışmakla, buluşmakla ilgili bir konudur. Efendimiz'i sıradan bir insan gibi algılarsak bu serveti elde edemeyiz. Bu da her şeyden önce demin bahsettiğimiz "aşk" yoluyla olur. Dolayısıyla ister dünkü, ister bugünkü, isterse yarınki tasavvuf için konuşalım, bu konu bu şekildedir.
-Batılıların İslam'ı ve Hz. Peygamber'i anlama yollarından birinin de tasavvuf olduğunu, tasavvuf konusunda da Mevlânâ'nın ön planda olduğu noktasından hareketle, bugün Mevlânâ'nın doğru anlaşılıp anlaşılmadığı konusunda ne diyebiliriz?
-Aslında, eserleri dünya klasikleri arasında yer alanlar ve diğer tüm büyük insanların anlaşılmalarında problemler vardır. Bu büyük insanlara çok farklı kültür ve medeniyetlerden insanlar sahip çıkıyor ve herkes onları kendilerine göre anlıyor. Bu "kendine göre anlama" ile de problemler ortaya çıkıyor. Yani Mevlânâ'yı bugün yetmiş iki millet okuyor. Bu yetmiş iki milletin de dinleri, coğrafyaları, kültürleri vs farklı... Bu insanlar tabii olarak Mevlânâ'yı kendi kafalarındaki algıya göre anlamlandıracaklar. Buna engel olmanız mümkün değil. Bugün dünya Mevlânâ'yı çok çeşitli şekillerde anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çok renkli anlıyor deniliyor, evet doğrudur. Çünkü çok renkli kültürlere mensup insanlar Mevlânâ'yı okuyor. Buna rağmen Mevlânâ'yı okumalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Çünkü Mevlânâ'nın aşık olduğu insana geliyorlar en sonunda; yani Hz. Peygamber'e... Mevlânâ ile tanışan insanların mühim bir kısmı daha önce Hz. Peygamber'i tanımıyorlardı. Ama Mevlânâ'yı okuyanların yolları
Men bende-i Kur'ânem eger can dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem
[Ben yaşadığım sürece Kur'ân'ın kölesi ve Hz. Muhammed (sav)'in yolunun tozuyum]
dediği zât-ı şerife çıkıyor. Ve neticede Kelime-i Tevhid'e de ulaşıyorlar.
Mevlânâ'nın mesajını çok farklı algılayanlar da vardır her zaman olduğu gibi. Onların da önünü zaten alamazsınız. Bu yönden baktığımızda Mevlânâ ve İbn Arabi gibi insanlığın kütüphanesine girmiş büyük mutasavvıflar bugün de mesajlarını vermeye, insanları hakikate çağırmaya devam ediyorlar.