İslam Dünyasının Hâl-i Pürmelâli

22 Temmuz 2017

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD’nin hegemonyasında öne çıkan tek kutuplu dünya sistemi ve küreselleşme ile birlikte Batı’da yeni tehdit algılaması çerçevesinde İslâm düşman ilan edildi ve özellikle 11 Eylül’den sonra terör küresel hegemonya aracı olarak seçilirken İslâm ile terör arasında doğrudan bir bağ kurulmaya çalışıldı. Bugün Güneydoğu Asya’dan Batı Afrika’ya kadar elli kadar ülkede çoğunluğu oluşturan bir buçuk milyar Müslüman yaşadığı halde, katı ve müsamahasız görüşleri sahih İslâm’la bağdaşmayan ve bu sebeple tarih boyunca da fazla taraftar bulmamış azınlık bazı Müslüman gruplar öne çıkarılarak bütün Müslüman dünya bunlardan ibaretmiş gibi tanıtıldı ve İslâm doğrudan ya da dolaylı olarak fanatizmle eş tutuldu. Böyle bir düşman İslâm resmi çizilmesinin temelinde, Batı’da İslâm’a karşı duyulan ilginin bir şekilde önlenmesi ve kendi uygarlıklarının mükemmelliği hususunda Batı’da içten içe büyüyen kuşkunun, dışarıdan gelen bir tehdide karşı kendini savunarak giderilmesi düşüncesi yatmaktadır.  

Batı sömürgeciliği, İslâm ülkelerini doğrudan işgal, kendilerine bağlı güvenli ordu ve yönetimlere bırakarak çekilme (bağımsızlık) merhalelerinden sonra bugün aşırı düşünce ve eğilimlere sahip taşeron örgütler vasıtasıyla istikrarsızlık yaratarak İslam dünyasının ekonomik ve siyasi bağımlılık halinin sürmesini amaçlayan üçüncü bir safhaya geçmiş bulunmaktadır. Bunun için de soğuk savaş döneminin sona ermesinin ardından Batı’da yeni tehdit algısı İslâm’a ve İslâm dünyasına dayandırılarak terör bir küresel hegemonya aracı olarak öne çıkarıldı. Küresel güçler; dünyadaki her karış toprağı, iletişim ve ulaşım kanallarını rahatlıkla denetleyebilme imkânına sahipken terör örgütlerinin gizli servis bağlantıları olmadan faaliyet gösteremeyeceği, bu servislerin desteği sağlanmadan istihbarat, eğitim, lojistik destek, silah tedariki gibi ihtiyaç ve faaliyetlerinin imkânsız olduğu göz önüne alındığında bugün Afganistan’dan Senagal’e kadar el-Kâide ve onunla bağlantılı olarak eş-Şebâb, Boko Haram, Ensâru’ş-şerîa ve IŞİD gibi örgütlerin kendilerinden ibaret olmadıkları ve bilerek veya bilmeyerek bu üçüncü sömürgecilik merhalesi için eşi bulunmaz birer araç teşkil ettikleri daha iyi anlaşılır. Bu örgütler, bir taraftan dünya ve özellikle Batı kamuoyunda sanki bütün Müslümanlar böyleymiş izlenimini doğurmak ve İslâm nefreti uyandırarak insanları Müslüman olmaktan uzaklaştırmak, diğer taraftan bir takım eylemleri bahane edilerek siyasi ve ekonomik bakımdan stratejik bölgeleri işgal etmek için birer vasıta olarak vücuda getirilmişlerdir. Bu durumdan ne bunların başında bulunanların (eğer doğrudan yabancı bir istihbaratın ajanı değillerse) ne de safça bu gruplara katılan zavallıların haberi olması beklenemez. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger’in söylediği “Bundan sonra savaş bizimle onlar arasında olmayacak; Müslümanların kendileri arasında olacaktır” sözü, küresel bir gücün ileriye dönük stratejisinin bir ifadesi olup bugün artık bu örgütler eliyle realite haline gelmiş bulunmaktadır.

Sistemli bir dinî örgün eğitim yerine çağın gerçeklerinden uzak yöresel bazı medrese eğitimlerinden beslenen; gayr-i sahih bir dinî tasavvura sahip kılavuzlar eliyle yönlendirilen bu örgüt mensupları veya sempatizanlarının mevcut dünya sisteminin nasıl işlediğini anlamaktan çok uzak oldukları; çağın gerektirdiği bir fikir ve bilgi düzeyine sahip bulunmadıkları açıktır. Bunların bugün dünyanın birçok farklı yerinde Müslümanların içinde yaşadıkları şartlar çerçevesinde Allah’ın muradına uygun bir hareket tarzı ve meşru bir mücadele yönteminin nasıl olabileceğini, öncelikle bu yol ve yöntemin, kullanılan araçların dince meşru sayılması, dinin genel ilkelerine, Müslümanların maslahatına uygun olması gerektiğini düşünemedikleri ve bunu kavramaktan aciz oldukları da acı bir gerçektir. Bu grup ve çevrelerin, kendi stratejilerine uygun bağnaz ve katı Müslüman tipi yetiştirmekle görevli küresel istihbarat teşkilatlarının da örtülü destek ve yönlendirmeleriyle Batı’nın İslâm dünyasını bir elli veya yüz yıl daha istikrarsızlık ve iç çatışma ile yönetme stratejisine alet olduklarından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Küresel güçler; dünyadaki her karış toprağı, iletişim ve ulaşım kanallarını rahatlıkla denetleyebilme imkânına sahipken terör örgütlerinin gizli servis bağlantıları olmadan faaliyet gösteremeyeceği, bu servislerin desteği sağlanmadan istihbarat, eğitim, lojistik destek, silah tedariki gibi ihtiyaç ve faaliyetlerinin imkânsız olduğu göz önüne alındığında bugün Afganistan’dan Senagal’e kadar el-Kâide ve onunla bağlantılı olarak eş-Şebâb, Boko Haram, Ensâru’ş-şerîa ve IŞİD gibi örgütlerin kendilerinden ibaret olmadıkları ve bilerek veya bilmeyerek bu üçüncü sömürgecilik merhalesi için eşi bulunmaz birer araç teşkil ettikleri daha iyi anlaşılır.

İnanç ve amel konusundaki temel ilkelerde Müslüman çoğunluktan ayrılan; Hz. Peygamber’in bile bazı uygulamaları ashab tarafından tartışılır, vahye dayanıp dayanmadığı sorgulanırken, Hulefâ-yi Râşidîn başta olmak üzere diğer insanların düşünce ve uygulamaları serbestçe ve gerektiğinde ağır bir eleştiriye tabi tutulurken önder ve kılavuzlara sorgusuz sualsiz itaati isteyen; İslâmiyet inanç ve amelde açıklığı esas aldığı, Müslümanların bir yerde varlıklarını namaz, ezan, cuma gibi sembollerle (şeâir) ilan etmelerini emrettiği halde inanç ve ibadet konusunda gizliliği kendisine şiar edinen, Müslüman olduğunu saklayan hareket ve grupların ya başlangıçtan itibaren küresel istihbarat merkezlerinin bir projesi oldukları veya bir merhalede bu istihbarat ağlarının eline düşüp onlar tarafından yönlendirilip yönetildikleri şüphesizdir.

İslâm her şeyden önce açık bir dindir; bir Müslümanın inancını bir hayat boyu saklayarak yaşaması söz konusu olamaz; çok istisnaî durumlar dışında Müslüman olduğunu ilan ederek mücadelesini verir ve bedeline katlanarak yaşar. Almanya’da Ausburg Gazetesi muharriri Dr. Vahmarhayden’in İslâmiyet’i seçip Bâbıâli’ye bir mektup yazarak dinî konularda bilgi istemesi üzerine (1876) Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı uzun cevabın sonunda İslâm ahlakından söz ederek ardından kaydettiği şu ifadeler bu bakımdan ibret vericidir: “Zâhirî bâtınına uymaz işlerimiz yoktur. Emr-i din âşikârdır.” (Tezâkir: 40. Tetimme, s. 166) Dolayısıyla bir Müslüman sadece savaş (siyasî ve fikrî mücadele değil, silahlı çatışma) halinde geçici olarak mubah görülen bazı haramları (ki bunlar da yalan söylemek, aldatmak gibi sınırlı şeylerdir), hayat boyu işleyip bunu ahlak haline getirmez, istisnayı kurala çeviremez. Müslüman bir toplum içinde yaşadığı halde kimliği belli olmasın diye ömür boyu namaz kıldığını, oruç tuttuğunu saklayamaz, yine tanınmasın diye içki içemez, diğer haramları işleyemez, kul haklarını pervasızca çiğneyemez, fikirlerine katılmasa bile Müslümanlara karşı düşmanlarıyla iş birliği yapamaz. Müslüman her şeyden önce “emîn” (güvenilir) bir kimsedir, inanan ve inanmayan herkes ondan güvende olur; kendi şerrinden insanların emin olmadığı kimse gerçek mümin olamaz.

Müslüman sadece savaş (siyasî ve fikrî mücadele değil, silahlı çatışma) halinde geçici olarak mubah görülen bazı haramları (ki bunlar da yalan söylemek, aldatmak gibi sınırlı şeylerdir), hayat boyu işleyip bunu ahlak haline getirmez, istisnayı kurala çeviremez. Müslüman bir toplum içinde yaşadığı halde kimliği belli olmasın diye ömür boyu namaz kıldığını, oruç tuttuğunu saklayamaz, yine tanınmasın diye içki içemez, diğer haramları işleyemez, kul haklarını pervasızca çiğneyemez, fikirlerine katılmasa bile Müslümanlara karşı düşmanlarıyla iş birliği yapamaz. Müslüman her şeyden önce “emîn” (güvenilir) bir kimsedir, inanan ve inanmayan herkes ondan güvende olur; kendi şerrinden insanların emin olmadığı kimse gerçek mümin olamaz.

Hâsıl-ı kelâm, İslâm ülkelerinde siyasî, ekonomik ve sosyal bir takım taleplerle ortaya çıkan dinî-siyasî hareket ve örgütlerin geçmişten ders alarak artık şiddetle bir yere varılamayacağını, başarının uzun vadeli de olsa toplumu irşat ve eğitim yoluyla dönüştürmeyi amaçlayan barışçı yöntemlerden geçtiğini ve bunun İslâmî ölçülere daha uygun olduğunu artık bilmeleri gerekir. Doğru bilgiye dayanan sağlam bir inanca, çağın gereklerine uygun bir bilgi donanımına sahip olmadan, uzun soluklu bir mücadele için gerekli stratejiler belirlemeden İslâm davasını slogan seviyesinde kavrayanların hepsinin karşı çıktıkları emperyalizmin oyununa geldikleri ve yaptıklarının sonunda yalnızca emperyalistlere yaradığı apaçık ortadadır. Bugün Müslümanların genel ortalama olarak ne iman şuuru ve bunun gerektirdiği amel ve ahlak donanımı ne de ilmî ve fikrî birikim bakımından dünyaya önderlik yapacak ve Batı’nın tahakküm ve tasallutundan kurtulabilecek seviyede bulunmadıklarını kabul etmeleri ve işe buradan başlamaları gerekir. Müslümanlar artık nerede ve hangi ülkede yaşıyorlarsa yaşasınlar, kendi ülkelerinde bütün toplumun, dünyada da bütün insanlığın ortak değer ve yararını gözeten fikrî, ahlaki, sosyal ve siyasal bir söylem ve strateji geliştirmeden başarıya ulaşamayacaklarını kavramalıdırlar. Toplumun bir kesimini dışlayan, düşman ilan eden yöntemlerin başarı şansı olmadığı gibi bu durum İslâm’ın ruhuyla da bağdaşmaz.